The Smiths etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
The Smiths etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2017 Pazartesi

OTORİTE, MEDYA VE SAVAŞ LORDLARINA MORRISSEY VURUŞU


20.11.2017


Geçen eylül ayında sanatçı Linder Sterling, Instagram üzerinde arkadaşı Morrissey’in 11. stüdyo albümü “Low in High School”un kapak fotoğrafını paylaştığında, albümün ana temalarını tahmin etmek zor değildi. Fotoğrafta, Morrissey’in ekibinde yer alan bas gitarist Mando Lopez’in oğlu Max Lopez, Buckingham Sarayı’nın önünde bir elinde “Monarşiyi baltala” yazan afiş, diğer elinde bir balta tutarken görünüyordu. Morrissey’in The Smiths günlerinden bu yana şarkı sözlerine yansıyan, huzursuz, muhalif gençlik ve monarşi karşıtlığı, çok çarpıcı bir görsel ile simgeleştirilmişti. Ayrıca The Smiths sonrası 30 yıllık solo dönemi içinde “Southpaw Grammar” sonrasında kapağında kendisinin yer almadığı ikinci albüm olması da ilginçti.

BMG ve kendisinin kurduğu Etienne Records etiketiyle yayınlanan albümün prodüktörlüğünü, bir önceki kaydı “World Peace is None of Your Business” gibi Joe Chiccarelli üstlendi. Morrissey’in ekibinde yer alan Boz Boorer (gitar), Jesse Tobias (gitar), Mando Lopez (bas), Matt Walker (davul) ve Gustavo Manzur (klavye) ortak yazdığı şarkılar, prodüktör aynı olsa da, öncekine göre daha güçlü bir rock sounduna ve çeşitliliğe sahip. Bunun yanı sıra Morrissey’in sesinin etkisinden hiçbir şey yitirmediğini ortaya koyan piyano baladları da dikkat çekici. 

Albüm boyunca karşımıza otorite karşıtlığı, gücü kötüye kullanan diktatörler, polis şiddeti, Arap Baharı, ana akım medyanın güvenilmezliği, petrol savaşları ve diğer tüm çatışmalar çıkıyor. Dünyanın gidişatının bir yansıması olarak WPINOYB’de öne çıkan bu temaların, bu kez Venezüella, İsrail, Ortadoğu, ABD özelinde altını çizerken, oligarşilerin baskısı karşısında halkların içine düştüğü durumu sorguluyor Morrissey. Albümde dile getirdiği politik görüşlere katılmayabilirsiniz ama solo döneminin en cesaretli ve iddialı çıkışlarından birisini yaptığını kabul etmek gerekir. Bu çıkış elbette tartışılabilir ama ne yazık ki müzik medyasında albüm hakkında yapılan yorumlar, Morrissey’in görüşlerine katılmayanların adeta ondan hınç almak için yazdığı standart kötülemelere dönüştü. 

Son dönemde basın ve sosyal medya, Morrissey’in polemik yaratan sözleri nedeniyle eski hayranlarının onu yerden yere vuran eleştiri yazılarıyla dolu. Her söylediğine katılmak gerekmiyor, görüşleri elbette eleştirilebilir fakat sözleri kendi konsepti içinde analiz etmeden, gerçeği yansıtmayan sansasyonel başlıklarla verilen haberler tık alma amaçlı. Bu salgın ne yazık ki dijital dünya ile birlikte hayatımızı istila etmiş durumda. Toplumu daima klişe düşüncenin sınırlarını zorlamaya iten bir sanatçı Morrissey. Politik doğruculuğu reddediyor; acı verecek derecede dürüst bir anlatımı var, olayların gözden kaçırılan farklı yanlarını keskin bir dille söylüyor ve bu da buna alışık olmayan toplumda infial yaratıyor. Daima toplumu sarsmaya çalışıyor ve bunun bedelini epey ağır ödüyor. 

Ben solo albümleri arasında en iyilerden birisi olarak gördüğüm yeni kaydı “Low in High School”u kendi içinde bir bütün olarak değerlendirmeye çalıştım. 

My Love, I’D Do Anything for You (Morrissey/Lopez)


Morrissey’in tuhaf seslerle başlayan şarkılarına ayrı bir düşkünlüğüm var. Gitarist Jesse Tobias’ı karanlık bir bodruma sokup kaydettikleri iniltilerle başlayan bu şarkı, bana “November Spawned a Monster”daki Mary Margaret O’Hara’nın acayip çığlıklarını anımsattı. Açılışı, “Çocuklarınıza ölü düzenin ana akım medyasındaki tüm propagandaları tanıyıp onları aşağılamasını öğretin” diyerek yapan bir albümün medya tarafından olumlu bulunmasını beklemek boş aslında. “Toplum cehennem, hayatlarımızı istediğimiz gibi yaşayamıyoruz,” diyor Morrissey ve medyayı tanımlarken “echelon” kelimesini kullanıyor. Bu kelime, “belli bir nizama göre dizilmiş” anlamının yanı sıra, ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda istihbarat örgütlerinin dünya üzerindeki iletişim sistemlerini denetlemek amacıyla kurdukları ortak projenin kod adı. Şarkının medyanın insan hayatına müdahale edişine yaptığı vurgu, “Toplum bir cehennem, benim sana ihtiyacım olduğu gibi senin de bana ihtiyacın var,” dediğinde netleşiyor. Belli ki uğruna her şeyi yapabileceği birisi ile sadece bu nedenle yaşayamadığı bir ilişki var. “Hepimiz kendi yolumuzda ilerliyoruz  / Ayrı ayrı ama aynı yönde / Ve ben burada hayatımın her gecesi daima birini özlüyorum,” sözleri ile de bunu netleştiriyor. Bu hikayeyi, güçlü davul vuruşları ve sarsıcı gitar seslerine ek olarak pirinç nefeslilerin katkısıyla anlatınca, oldukça dinamik bir giriş yapıyor albüme.

I Wish You Lonely (Morrissey/Boorer)


Yalnızlık, ölüm ve madde bağımlılığı etrafında gelişen şarkı, içinde bulunduğu durumdan memnun olmayan bir karakterin bakış açısından yazılmış. Dinleyiciden içinde bulunduğu yalnızlığı anlamaları için kendilerini onun yerine koymalarını isteyerek başlıyor. “Romantizm iyi gitmedi / Sana, bir günlük de olsa, Bergen’deki savaş helikopterleri tarafından takip edilen ama asla vazgeçmeyen son kambur balina gibi bir yalnızlık diliyorum ki benim günlük rutinimi anla,” diyor karşısındakine. Yalnızlığın öfke ile ilişkisini kurduğu şarkıda uyuşturucu bağımlılığı ve militarizmi birlikte anması ilginç.  Her ikisinin de insanları aniden mezara gönderdiğini vurguluyor. Morrissey’in en sert sözlerinden birisine rastlıyoruz bu şarkıda: “Mezarlar kraliyetin, oligarşinin, devlet başkanlarının ve hükümdarların emri ile canını veren aptallarla dolu.”  Onun öfkesi daima dünya liderlerine yöneldi. Morrissey’in kendi ülkesinin ya da başka bir ülkenin askerleri için “kahraman” dediğini duyamazsınız; dese alkış alacak ama o, savaşın korkunçluğunu sergileyip, askerlik kavramı hem asker için hem de halklar için kötüdür diyor. Son röportajlarından birinde, dünyanın her yerinde halkların ve politikacıların karşılıklı nefret içinde olduğunu ve bunu müziğe aktarınca hayatın umut dolduğunu söyledi Morrissey. Derdi askerin kendisi değil, ona savaşma zorunluluğunu yaratan sistemle. Bunu anlamamak için çok önyargılı olmak lazım. Ama ne yazık ki ana akım medyada müzik konusunda yazanlar, bu analizi yapma niyetinden ve birikimden yoksun. Synth’lerin belirginleştiği, vurucu bir sounda sahip olan şarkı, açılıştaki güçlü rock soundunun yarattığı etkiyi sürdürüyor. 


Jack’s Only Happy When She’s Up on the Stage (Morrissey/Boorer)



Morrissey’in çok zekice kurguladığı bu şarkının ana karakteri, partneri tarafından terk edilip hayal kırıklığına uğrayan Jacky adlı eski bir sahne yıldızı. Arka arkaya tekrarlanan “exit” kelimesinden yola çıkarak şarkının “Brexit” ile ilgili olduğu yorumları yapılıp duruyor medyada. Oysa şarkının politik bir anlamı olmadığını söyledi Morrissey. Bana göre Jacky, Morrissey’in kendisi. Jacky, artık hiçbir senaryo, bağlayıcı kural olmadan sahnede sadece kendi aşığı için oynuyor. Morrissey’in hep kendisi için söylediği gibi, kalp kırıklığını ve yaşadığı kayıpları sahnedeyken unutan bir yıldız Jacky. “Exit, exit, everybody's running to the exit” dediğinde ise, son yıllarda sürekli kendisini terk eden hayranlarından söz ediyor. Malum “Eskiden hayranıydım ama artık Morrissey’i savunamam” diyenler çok bugünlerde... 

(Bu arada Brexit konusu açılmışken, Morrissey’in o oylamanın sonucunu “muhteşem” diye nitelemesinin nedeni, ana akım medyanın ve ülkedeki kurulu düzen temsilcilerinin hepsinin birden Brexit’ten yana tavır almasına karşın, halkın tersi yönde karar vermesi. “Avrupa Birliği’nden çıkarsak hepimizin sonu gelir” diyen egemen güçlere karşın halkın bunu reddetmiş olmasını demokrasi açısından önemli buluyor. Daha önce İskoçya’nın Britanya İmparatorluğu’ndan ve Katalonya’nın da İspanya’dan ayrılma isteklerini desteklediği düşünülürse, bu kendi düşüncesi içinde garip de değil. Morrissey’in otoriteye karşı olduğu gibi toplumları yöneten büyük birliklere, imparatorluklara, krallıklara karşı bağımsızlık yanlısı tavrı biliniyor. Bu politik konu hakkında onunla aynı fikirde olunmayabilir ama şarkıyı ilgisi olmadığı halde Brexit’e bağlamaya kimsenin hakkı olmamalı.) 

Home is a Question Mark (Morrissey/Lopez)


90’lı yılların Morrissey soundunu albüme taşıyan bu şarkı, “Back to the Old House”daki soruyu tekrarlıyor. Geriye dönüp bakıyor ve ne yapsa unutamadığı birine, “Eğer gelirsem benimle buluşur musun?” diyor. “Ev sadece bir kelime midir, yoksa içinde taşıdığın bir şey mi?” sorusunun yanıtını aslında bana 3 yıl önceki röportajda, “Gerçek eviniz bedeninizdir, yaşadığınız apartman dairesi değil,” diyerek (http://www.veganlogic.net/2014/11/morrissey-gercek-eviniz-bedeninizdir.html) vermişti ama bu konu aklını kurcalıyor demek ki aynı yere tekrar tekrar dönüyor. “Eğer bir gün ev bulursam, oraya gelirsem benimle buluşur musun, beni karşılamak için bacaklarını yüzüme dolar mısın?” diyor Moz. Cinsellik çağrıştıran sözler onunla da sınırlı değil; romanı “List of the Lost”ta örneklerine sık rastladığımız ilginç nitelemeler de var. “I have been brave, deep in every shaven cave” örneğinde olduğu gibi. Sesinin hiç yıpranmayan o ünlü kadife tonunu yakaladığı, içten ve cesur baladlardan birisi “Home Is a Question Mark”. Albümü ilk kez tümüyle dinlediğimde, sanırım o ses tonu nedeniyle, en sevdiğim şarkı buydu.


Spent the Day in Bed (Morrissey/Manzur)


Albümün ilk teklisi olarak yayınlanan “Spent the Day in Bed”, son derece akılda kalıcı melodisiyle radyolarda çok çalınacak türden bir şarkı. Gustavo Manzur’un klavye melodisi ve sözleriyle insanı öyle bir yakalıyor ki dinlemediğinizde bile zihninizde duyuyorsunuz. Albümde dinleyicilerin eşlik ederek söyleyebileceği pop sounduna yakın fazla şarkı yok; bu şarkı o eksiği doldurması açısından önemli. Morrissey, “haberleri izlemeyi bırakın, bundan kazanabileceğiniz olumlu hiçbir şey yok, haberler sizi yalnız hissettirip korkutmak için tasarlanıyor,” diyerek ana akım medya hakkındaki gerçeği dile getirse bile, bunun Trump’ın “fake news” argümanı ile aynı olduğunu iddia edecek kadar önyargılı medya. Oysa medyanın kendi gerçekliğini inşa edip kitleleri manipüle edişini eleştiriyor Morrissey. 


I Bury the Living (Morrissey/Tobias)


Çekirge seslerine karışan klarnet ile başlayan şarkı, yaklaşık 1 dakika boyunca bir cenaze töreni atmosferini yansıtıyor. Bu da Morrissey’in uzun intro’lu şarkılarından birisi. Belki de bugüne kadar yazılmış en savaş ve askerlik karşıtı şarkı. Savaşın ne için olduğu hakkında haberi bile olmayan ama hem çaresiz kalan hem de kahraman gibi görünmek isteyen bir askerin durumunu şu sözlerle yansıtıyor: “Ben sadece bir askerim, beni suçlamayın, bana emri verin, kızınızı havaya uçurayım. Bana cesur deyin, bana barış için savaşan kahraman deyin, beni olduğum şey dışında ne isterseniz öyle tanımlayın. Ben sadece İsa’ya, Tanrı’ya sorumluyum. Hayatımı kaybedersem annem sevdiği işi yaparken öldü diyecek ama ben alnımda bir kurşunla öldürüldüm, bu sevdiğim iş değildi.” Şarkı, kendi içinde çok trajik bir öyküyü anlatıyor. Asker öldükten sonra sesini yumuşatarak başka bir kimliğe bürünüyor Moz. “Savaşın bizim John olmadan da devam etmesi ne acayip,” diyor; la la la la sesleri eşliğinde arkadan kahkalar duyuluyor... Kahkahaların geride kalan düzen temsilcilerine ait olduğuna kuşku yok. O zamana kadar agresif bir soundu olan şarkı, asker öldükten sonra sadece gitar tınıları eşliğinde usulca sona eriyor. Askerliği moral olarak sorguladığı bu şarkıyı askerlere hakaret olarak yorumlayanlarla doldu medya. Oysa kimsenin bu kadar dürüstlükle söylemeye cesaret edemediği bir konuya çok sarsıcı bir şekilde dokunuyor Morrissey.  

In Your Lap (Morrissey/Manzur)


Arap Baharı’ndan sonra yaşanan kaosu konu alan şarkı, hedefe diktatörler ve güvenlik güçlerini koyuyor bir kez daha. Gustavo Manzur’un piyanoda harikalar yarattığı çok güzel bir balad. “Diktatörler öldüğünde halklar kazanır. Savaş lordları öldüğünde halklar şarkılar söyler. Üzülmeyin, onların sırası gelmiştir. Güvenlik güçleri en kötüsüdür, daima hükümetleri dinler, gözlerimize sprey sıkarlar. Ölmek için yaşarlar ve zarar vermeyi severler,” diyor şarkı. Bu sevgisizlik içinde sadece birisinin koluna dokunmak isteyen karakterin söyledikleri öyle gerçek duygular ki... “Bizi haritadan silmek istediler ama ben sadece yüzümü senin kucağına koymak istiyorum”... Morrissey’in kişisel duyguları ile politik olayları iç içe eşsiz bir şekilde geçirdiği çok parlak bir şarkı. .. Bir Morrissey klasiği!


The Girl from Tel-Aviv Who Wouldn’t Kneel (Morrissey-Manzur)


Bütün gün dinlemek isteyeceğiniz kadar güzel bir tango ritminin eşlik ettiği, farklı bir Morrissey şarkısı. Kocası, diktatör veya kralın önünde diz çökmeyen Yahudi bir kadın şarkının ana kahramanı. Tel-Aviv’de yoksulu yoksul tutmak için tasarlanıp çerçevelenmiş sözlerle dolu duvarlar ve olanlardan onları korumamış Tanrı’dan korkularını simgeleyen işaretlerle dolu evlerden söz ettiği gözlemleri yansıtıyor şarkı. Yaşanan acıların nedenini de net özetliyor: “Bütün bu ordular ne için sanıyorsunuz? Çünkü topraktan petrol çıkıyor.” Açık ki, Amerika’nın dış politikası ve petrol için yaptığı saldırıları eleştiriyor şarkı. Morrissey’in “Amerika burayı bombalamazsa sizinle güvenli bir yerde görüşürüz,” dediği “I’ll See You in Far Off Places” adlı şarkısındaki temaya geri döndüğünü söylemek mümkün.

All The Young People Must Fall in Love (Morrissey/Boorer)


“Eğer bu illüzyon içinde olmayı seçiyorsanız nükleer savaşla daha çok zaman geçirin ama buradaki gençlerin harika bir fikri var. Başkanlar gelir, başkanlar gider ama tüm gençler aşık olmalı. Başkanlar gidince kimse adlarını da hatırlamaz.” Morrissey’in bir önceki albümü World Peace is None of Your Business’daki gibi dünya liderlerine olan güvensizliğini anlatıyor bu şarkı. Müzik olarak diğer şarkılar kadar güçlü değil ama havayı yumuşatıcı, insanlara umut verici iyimser bir havası var. 


When You Open Your Legs (Morrissey/Tobias)


Tel-Aviv’de sabahın 4‘ünde aynı kulübü terk etmesi istenen karakter, “Bacaklarını açtığında bildiğim her şeyi unutuyorum,” diyerek cinsel zevkin yarattığı sarhoşluğa atıf yapıyor. Bu da bir önceki şarkı gibi konserlerde dinleyicilerin eşlik edebileceği, hareketli pop sounduna daha yakın bir şarkı. Kartonette H.E.R. adını kullanan İtalyan kemancı Erma Pia Castriato’nın yaylılarda eşlik ettiği belirtiliyor. Bu şarkıdaki yaylılarda da onun katkısı olmalı. Albümün diğer şarkılarına göre benim için daha geride duran bir şarkı oldu bu.

Who Will Protect Us from the Police? (Morrissey/Boorer)


Bu kez rotayı Venezüella’ya çeviren şarkıda, sokaklarda ateşler yanıp tanklar gezerken, baba ile çocuk arasında şu konuşma geçiyor. 

“Baba bizi polisten kim koruyacak?
Bebeğim, tanrı koruyacak.”

Hükümetler ve askerler savaşlarla meşgulken halkın ezilişi, Morrissey’in epey kafa yorduğu bir konu. Bu şarkıda da Venezüella özelinde aslında bu genel durumu ortaya seriyor. Durumun babasının dediği gibi olmadığını haykırıyor çocuk: “Konuşma özgürlüğümüze saldırıyorlar. İnandığımız şeyin bedelini ödemeliyiz. Sana inanmıyorum baba, üzgünüm. Ne yapmalıyım?” Sonunda baba da gerçeği fark ediyor: “Koş bebeğim. Lütfen koş! Sen haklıydın!”

Çatışmaların kaosuna uyacak şekilde şarkının çelik nefesliler ile epey gürültülü bir soundu var. Ganglord’u anımsattığını söyleyenler var ama müzik açısından onun kadar etkileyici gelmedi bana. Yine de içinde yaşadığımız dönemde şarkının isminde sorduğu soruyla bile unutulmazlar arasına gireceği kesin. 

Israel (Morrissey/Manzur)


Morrissey’i yine eleştiri oklarının hedefi yapacak ve bol tartışma yaratacak bir diğer şarkı da bu. Çok karanlık bir atmosferde başlıyor ve kısa bir süre sonra dramatik piyano tınıları eşliğinde Moz’un sesi durumun trajikliğine vurgu yapıyor. Birçok kişi bu şarkıyı İsrail’e sevgi mektubu olarak yorumlasa da, Morrissey aslında zor bir şey yapıyor: Uzun süredir kültür dünyasında İsrail’e boykotun tartışıldığı bir dönemde, böyle bir şarkı yazarak İsrail’de yaşayan halka sesleniyor. “Orduların ne için olduğunu yanıtlayamam. Onlar siz değilsiniz. Gökyüzü birçokları için karanlık, sizin için de karanlık olmasını istiyorlar. Yeryüzü büyük bir sığınak ve hapishane fışkırıyor. Suçlu gühahkarlar olarak doğdunuz, dik durmadan önce düştünüz. Doğa size kimin neyin sevileceğini söyleyecek her türlü dürtüyü verdi. Kendinizi sevin,” seklindeki sözleri, halkları devletler ile özdeşleştirmeyen görüşü temsil ediyor. Bir süre önce İsrail’de konser vermemesi için Radiohead’e çağrı yapan Roger Waters’a yanıt veren Thom Yorke: “Biz İsrail’de Netenyahu’yu ya da İsrail devletinin politikalarını onayladığımız için çalmıyoruz. Amerika’da çalmıyor muyuz? O zaman Trump’ı onaylamış mı oluyoruz?” demişti. Morrissey de İsrail’deki halka “Ordu siz değilsiniz” diyerek bu görüşü destekliyor. Albümün tümüne damgasını vuran otorite karşıtlığının bir başka boyutunu oluşturan “Israel”, Morrissey’in vokalinin piyano ile buluşmasından doğan müthiş etkiyi bir kez daha kayda geçiriyor. 

Günümüzün popüler müzik dünyasında kimsenin hem şarkı sözleri hem de müzik açısından bu kadar yüksek düzeyde yaratıcılık sergileyen, şarkılar arasında tema bağlantısını bu kadar iyi kuran, böylesine sıra dışı ve cesaretli bir albüm yapmadığını söylemek bence abartılı değil. Morrissey, günümüz müzik dünyasında eşsiz bir hikaye anlatıcı; onun metaforlarla dolu şairane sözlerini ve sesinin değişen tınılarını analiz edip anlamak zaman, emek ve birikim istiyor. Bazı politik fikirlerine, hayvan hakları konusundaki görüşlerine katılmıyorsanız bile, albüme, müziğe haksızlık etmeyin. Tartışma yaratmasa zaten Morrissey albümü olmazdı. “Low in High School”, savaş, medya manipülasyonu ve otoriteye karşı bir başyapıt. 

20 Şubat 2015 Cuma

CELEBRATING THE 30TH ANNIVERSARY OF 'MEAT IS MURDER'


20.2.2015

My Honest Friend Accompanying Me On My Darkest Journeys*

If you were a musician and had a chance to make only one album, which album you would wish you had recorded?

Someone asked me this question last week and I immediately answered: “Meat Is Murder”. Why? What’s so great about it?
Morrissey’s powerful voice and strikingly witty, dark-humored lyrics?
Or is it the wonderful guitar riffs created by Johnny Marr’s irreplaceable genius?
Or is it the peerless compelling sound of the band?
All of the above, for sure. But these can be said about all The Smiths albums. Obviously, there’s something different about this recording that creeps into your mind very deeply.

I’ll try to explain why I chose it from hundreds of beautiful albums and why it’s still strongly present in people’s consciousness today.

“Meat Is Murder” is a marriage of dark-humored lyrics about love, life, the violence born out of poverty & abuse with beautiful haunting melodies. As soon as you hold the record, you see the wording “Meat Is Murder” on Marine Cpl. Michael Wynn’s helmet. Political approach on the cover design is strong enough to shake you up emotionally. You get the sense that it is rebellious. The packaging itself is a work of art, and you know, even before you hear the music, that you are in for something very special. Curiously, you quickly put it on the turntable. The moment the needle touches the record, the wonderful opener “The Headmaster Ritual” gets into you with the exquisite guitar riff and the magic of the music does not leave you until the end of the last song.

With its bovine cries and buzz-saw guitars, the album is different from everything you’ve ever heard: It makes you laugh with its perfect irony, it provokes you, and you suddenly have this urge to take action and go into the streets with banners proclaiming “Meat Is Murder”! Angered and saddened by the poetic lyrics, you also feel like you have found a friend whom you can put your head on his/her shoulder when you hoarsely cry or have met a kindred spirit who can hear you when he/she sleeps. One thing is certain: after listening “Meat Is Murder”, your life is not what it used to be anymore.

In the 80s, this record was like a manifesto and also a solace for unruly angst-ridden teenagers who wallowed in the melodrama of youth. Musically, it is adventurous and energetic with Johnny Marr’s rockabilly guitar styling. It is a rewarding batch of songs. But what makes the album powerful is its psychological realism—the way it echoes the feelings of alienated poor teenagers is so devastatingly accurate that it hurts. As the greatest lyricist of our time, Morrissey uses songs to explore the underlying struggle of human life, romantic desires, family relationships, sexuality, gender, and the misfits of society in painstaking detail. “A double bed, and a stalwart lover for sure – these are the riches of the poor,” is one of the best song lines ever written. "That Joke Isn't Funny Anymore" and "Well I Wonder" might plunge you into despair in their own charming ways while “Barbarism Begins At Home” surprises you with Andy Rourke’s fantastic funky bass work. Daryl Easlea of BBC once wrote of the album, “Whichever way you assess it, however, there was no other British group making music quite like this in 1985.” I go further and declare this: 30 years on and still there’s no other group making music quite like this.

When I heard the song “Meat Is Murder” for the first time, its frankness hit me hard and opened my eyes. It was an awakening for me. I stopped eating meat because of this song and then went vegan. This is why, after all those years of listening to The Smiths, it is still a thrill to hear this heart-rending song. I have always been fascinated how the band stood up bravely for animals and gave an honest opinion on this taboo subject.

The flesh you so fancifully fry is not succulent, tasty or kind / It's death for no reason / And death for no reason is murder,” sings Morrissey and I crawl into the deepest corners of my soul to hide from this cruel world. Do I manage to hide from it? Sometimes yes, sometimes no... But I am comforted in knowing that there will always be a friend (“arkadaş” in Turkish, as Morrissey said at his Istanbul gig in December, 2014) accompanying me on my darkest journeys. This honest friend was born in the shape of a vinyl record in 1985 and it is called “Meat Is Murder”.


(* Bu yazı, ilk olarak Louder Than War'da yayınlanmıştır.)

2015'TE OTUZ YAŞINA GİREN 5 ALBÜM’LE 80’LERE SAYGI DURUŞU!


20.2.2015

1980’ler, müzik tarihinin en parlak dönemlerinden biriydi. Disco egemenliği azalırken onun yerine Italo disco, Euro disco ve dance-pop türlerinin gündeme geldiği; rock müziğin yine geniş kitlelere ulaşıp trash metal’in atak yaptığı; pop, new wave ve dans müziği dalgasının dünyayı sardığı günlerdi. Dijital kayıt sistemlerinin gelişmesi ve synthesizer kullanımının artmasıyla synth pop başta olmak üzere electro, techno, house gibi diğer elektronik müzik türleri popülerlik kazanmıştı. Özellikle Chicago’dan yayılan soul ve funk etkisindeki house müzik öne çıkmıştı. R&B ve hiphop ise, 10 yıllık devrede en iyi devrini yaşamaya başlamıştı.

Post-punk gruplarının bir kısmı varlığını korumaya devam etse de, 80’lerin ikinci yarısından sonra bu türde bir anlamda gerileme oldu. 70’lerde başlayan New Romantics akımı, 10 yıllık dönemin başlarında artık tarihe karışmaya yüz tutarken, Michael Jackson, Madonna, Prince gibi büyük pop yıldızları altın çağını yaşıyordu. Whitney Houston, ilk albümüyle büyük bir çıkış yakalarken, listelerde pop yıldızlarının egemenliğinin yanı sıra, Bruce Springsteen, Bon Jovi, U2, Queen, Van Halen, Scorpions’ın da aralarında olduğu rock grupları yer alıyordu. 1981’de MTV yayına başlarken, dört yıl sonra VH1 hayatımıza girmişti. Yeni şarkılara artık büyük bütçeli video klipler çekiliyor, müziğin görselliğinde yeni bir aşamaya geçiliyordu.

Bana göre müzik tarihinin en güzel albümlerinin önemli bir bölümü 1980’lerde kaydedildi. Geçenlerde fark ettim ki, bu albümlerden bazıları (yani 1985’te yayınlananlar), 2015’te 30 yaşına giriyor! 30 yılı deviren albümler arasından birkaç öneriyle 1980’leri anmak iyi olur diye düşündüm.

O yıllarda müzik ile ilgili bütün bu gelişmeleri yine yakından izlemeyi sürdürüyordum ama ilgim daha çok alternatif seslere yönelikti. O nedenle önereceklerim de onlar arasından çıktı. Arşiv yapıyorsanız bu listedekilerin birer kopyasını edinmeye çalışın; arşiv yapmıyorsanız mutlaka en azından baştan sona bir kez dinleyin. Zaman geçtikçe derinleşip kulağa daha da güzel geliyor bu albümler. Ne dersiniz; acaba onlarla özdeşleştirilen anılara duyulan özlem gün geçtikçe artığı için mi? Bunun etkisi ne kadar?

THE SMITHS - MEAT IS MURDER

Plağı elinize aldığınız anda, kaskında “Et cinayettir” yazan sıradışı bir asker fotoğrafını görürsünüz. Politik yaklaşımını daha kapak tasarımından hissettirip sizi önce görsel olarak sarsar albüm. Merakla pikaba koyarsınız. İğnenin plağa değdiği anda “The Headmaster Ritual”daki gitar riff’leriyle alır sizi içine ve “Meat Is Murder”daki inek haykırışlarının sonuna kadar bırakmaz. Duyduğunuz her şeyden farklıdır; içinizi acıtmış, öfkelendirmiş, elinizde pankartlarla sokağa çıkıp eylem yapma isteği uyandırmış, ağlatmış, omzuna başınızı koyabileceğiniz bir dost gibi hissettirmiş ve mükemmel ironisiyle güldürmüştür. Ondan sonra artık hayatınız eskisi gibi değildir.



***

CLAN OF XYMOX - CLAN OF XYMOX

Depeche Mode ve Cocteau Twins sevenlerin dikkatinden kaçmayacak kadar iyiydi Clan of Xymox. İlk albümleri ile darkwave, gothic rock sahnesine etkili bir giriş yapmışlardı. Hollanda’dan çıksalar da, 80’lerde yükselen synthpop dünyasında kendilerine 4AD aracılığı ile yer bulmuşlardı. Karanlık ve melankolikti müzikleri, duygusal olarak yıkıcıydı ama aynı anda da dinleyeni dans ettiriyordu. “Cry in the Wind” benim için bir ilk duyuşta aşktı; hâlâ sürdüğüne göre bir kara sevdaya dönüştü. Bir gün bu şarkıyı canlı dinleyeceğim güne dair hayalimden de vazgeçmedim.



***
 
RED LORRY YELLOW LORRY - TALK ABOUT THE WEATHER

Chris Reed’in bağırmayan ama Ian Curtis’i anımsatan sert ve net yorumu, güçlü gitarlar ve agresif davul soundunun etkisi ile buluşunca Red Lorry Yellow Lorry’nin karşısına çıkanı peşinden sürüklememesi olanaksız bence. “Talk About the Weather” adlı şarkıda, “Karşıma çıkıp duruyorsun, Sana bağlı diyorsun, Ben iliklerime kadar ıslanmış durumdayım, Seni dışarı çıkarıp ıslanmak istiyorum, Sen hava hakkında konuşmak istiyorsun” diyerek başlayan bu albüm, 30 yıl sonra bugün de ilk günkü kadar dinamik ve çarpıcı.


***
 
THE DAMNED - PHANTASMAGORIA

The Damned’in gothic punk’ı 30 yıl önce de fantastikti; bugün dinlediğimde de öyle. David Vanian’ın sesinden “Street of Dreams”i her duyduğumda enerjiyle dolar, içimden bisiklete atlayıp sokaklarda amaçsızca turlamak gelirdi. Vanian, “Aşkın gölgesinde durmaktan korkma, saat geç oldu ama bilirsin, zaman kimseyi beklemez” derdi “Shadow of Love”da. Bazen zayıf görünmenin de insana güç verebileceğine dair bir umut vardı sesinde. Garip bir şekilde sanki 80’lere özgü bir duygu bu. Belki albümün prodüksiyonu bugünün koşulları düşünüldüğünde kusursuz değil ama şarkılar çok güzel.



***

TANGERINE DREAM - LE PARC

Hayali de olsa dünyanın farklı kentlerindeki parkları gezmek mi istiyorsunuz? Çalın bu albümü, oturun rahat bir koltuğa, kapatın gözlerinizi ve bırakın kendinizi melodilere... Biraz psikolojik terapi önerisi gibi oldu ama Tangerine Dream’in bu albümü, sadece new age tarzı rahatlama vaat etmiyor; Kyoto’daki Zen Garden tam adına uygun şekilde kuş ve rüzgarda salınan ağaç yapraklarının sesleriyle sakinleştirirken, Central Park’ta heyecan, Gaudi Park’ta enerji, Hyde Park’ta modern hayatın ritmi var ve yaklaşık 45 dakika sonra bir şey garanti: Gerçekten de bulunduğunuz yerden uzaklaşıp, Paris, New York, Barselona, Berlin, Kyoto, Los Angeles, Londra, Sidney parklarında dolaşmış gibi hissediyorsunuz. Tangerine Dream’in en iyi albümü olduğunu söylemiyorum ama 80’lerle o kadar bütünleşti ki, es geçmek olmaz.



-

26 Aralık 2014 Cuma

“BEDENİNİZ EVİNİZDİR!”


26.12.2014
 
Steven Patrick Morrissey... Kimilerine göre bir ilah, kimilerine göre toplumdaki ayrıksıların idolü, müzik dergisi NME’ye göre “dünyanın en tartışmalı pop yıldızı”, Noel Gallagher’a göre “en komik insan”, birçok sanatçı için büyük bir esin kaynağı... Indie rock’ın kurucusu The Smiths’in karizmatik vokalisti, edebi şarkı sözlerinin yazarı Moz...

Müziğin bu dik başlı ama ince ruhlu şairi, 80’lerden bu yana İngiliz Kraliyet ailesi, politikacılar ve plak şirketlerine karşı boyun eğmeyen tavrını ve yılmaz hayvan hakları aktivistliğini sürdürdü; bu nedenle eleştirildiği kadar da eleştirildi ama tek geri adım atmadı.
  
Morrissey gibi çok boyutlu, girintili çıkışlı bir kişiliği tüm yönleriyle bir sayfada anlatmak olanaksız; o nedenle bu yazıda sıklıkla sorguladığı egemen cinsiyet rollerine odaklanıp kendisiyle röportaj yaptım. “World Peace Is None of Your Business” adlı yeni albümünde, erkekliğe dair toplumsal klişeleri reddederek “I’m Not a Man” deme cesaretini gösterdi Morrissey. Şarkının temelinde, “yasaların ya da toplumsal standartların bedeniniz ve cinsiyetiniz hakkında suçlayıcı yargılarda bulunmasına karşı bir duruş” olduğunu söylüyor.
  
Müzik dünyasında her zaman cinsiyet rolleri konusuna farklı yaklaşan ve bunu şarkılarına en çarpıcı şekilde yansıtanlardan biri oldu Morrissey. The Smiths döneminde sahnede giydiği gömlekleri vintage kadın kıyafetleri satan mağazalardan alıyor, pantolonunun arka cebine çiçekler yerleştiriyor, fotoğraflarda alışılmadık bir kırılganlık sergiliyordu. Daha önce buna benzer davranışlarda bulunanlar oldu diyebilir, hatta androjen görüntüleriyle erkek ile kadını bir araya getiren David Bowie, Klaus Nomi’yi örnek gösterebilirsiniz. Ancak o örneklerdeki temel özellik, sanatçının sahnedeki görselliğinin makyajıyla, abartılı kıyafetleriyle ve tavırlarıyla, adeta uzaydan gelmiş gibi gerçeklikten uzak olmasıydı. Onları hayranlıkla izleseniz de günlük yaşamda onlar gibi olmayı düşünemezdiniz; oysa Morrissey bu dünyaya aitti, odasına kapanarak müzik dinleyip kitap okuyan yalnız gençlerden biriydi...
  
Erkeği aktif, kadını pasif olarak gösteren basit retorikten daha geniş kapsamlı bir erkeklik tarzını somutlaştırırken, hayranlarının şarkı sözlerini ve görünüşünü kendi kimliklerinin bir yansıması olarak yorumlamasını sağlamaya mı çalışıyordu? Bu sorumu, “Tam olarak amaç bu. Hepimiz duygularımızın başkaları tarafından da paylaşıldığından emin olduğumuzda, daha az yalnızlık hissederiz. Gerçek eviniz, yaşadığınız bina ya da apartman dairesi değil, bedeninizdir. Hareketsiz bir şekilde oturup kendi duygularına katlanmak, herhalde herkesin günlük yaşantısının en zor kısmıdır. Bunun böyle olması gerekmez veya şu ana kadar böyle olduysa bitmesi gerekir,” diyerek yanıtlıyor Moz.
  
Hep tartışılan cinsel kimliği, geçen yıl yayınlanan otobiyografisinden sonra tekrar gündeme geldiğinde söylediğini röportajda yineliyor, “Öncelikle ‘humasexuality’ diye tanımladığım kavrama inanıyorum. Hepimiz insanız ve insanları seviyoruz. Konuyu bu noktada bitirebilsek hiç sorunumuz olmazdı. Her birimiz bir dış, bir de iç gerçeklikle mücadele ediyoruz. Neden onları birleştirmeyelim?”
  
Kültür üzerine araştırmalar yapan Elisabeth Woronzoff’un da belirttiği gibi, Morrissey’in yaptığı şey o kadar özgün ki, önce yerleşik kodları tanıyıp, sonra o kodları çözmek için onlardan alternatif bir araç olarak yararlanıyor. Sahnedeki tavrı da, müziğindeki çokbiçimli kimlik de, toplumsal kodları yeniden düzenlemesinin sonucu. Aslında sorduğu soru şu: Bedeniniz evinizse, orada özgür olacak mısınız?

(Vogue dergisinin Aralık 2014 sayısında yayınlanan yazıdır.)

İNCE BİR DANTEL GİBİ ZARİF, GEMİ HALATI KADAR SAĞLAM


26.12.2014
 
Sabırsızlıkla beklediğimiz Morrissey konserine çok az kaldı. Bu yıl yayınladığı solo albümü “World Peace Is None of Your Business” için çıktığı turne kapsamında, iki yıl aradan sonra bu kez Volkswagen Arena’da buluşacağız Morrissey’le ve “Istanbul” adlı şarkısını ilk kez canlı dinleyeceğiz. The Smiths grubunun 1987’de dağılışından bu yana 27 yıl geçti; bu zaman içinde grubu da aşan, çok tutkulu bir hayran kitlesi edindi Moz. Bir müzisyenin dünyanın her yerinde onunki kadar sadık dinleyicileri varsa, bence bunun nedenini öncelikle şarkı sözlerinde aramak gerekli. Çünkü ancak o sözlerde çizdiği karakterler, anlattığı durumlar veya konular ile kendinizi özdeşleştirdiğinizde bir müzisyene bu kadar tutunabilirsiniz. Çoğu zaman sanki sizden söz ettiğini düşünür, onunla bağ kurarsınız. Bir müzikten çok hoşlanmak ya da bir şarkıyı dinlerken müthiş eğlenmek değil söz ettiğim; belki de yakın arkadaşınızla bile aranızda olmayan çok özel bir duygusal bağ. Morrissey ile hayranları arasındaki yoğun etkileşimin özünde, benzersiz şiirsel şarkı sözleri ile aktardığı duygular ve yıllardır aynı tutkuyla savunduğu görüşleri yatıyor. Onun albümlerini aldığınızda, sizi anlayan birine daha çok yakınlaştığınız hissi beliriyor içinizde...

Morrissey, yıllardır dinleyicileri ile arasında ince bir dantel kadar zarif ama bir gemi halatı kadar sağlam olan bu bağı özenle dokudu. İlk anda kulağa tezat gibi gelebilir bu tanım ama olan tam da budur. Nadir rastlanan bu bağı kurarken belli konular üzerinde yoğunlaştı Moz; hepsini bu yazıda ele almak olanaklı değilse de, şarkılarında sık rastlanan bazı temaları açıklamaya çalıştım.

Karşılıksız Aşk / Gerçek Sevgiyi Bulamama

The Beatles aranan sevgiliyi bulup ona ulaşmanın sevincini yansıtıyorsa, The Smiths de o sevgiliyi hiç bulamamanın ya da ona ulaşamamanın sesidir demek yanlış olmaz kanımca. The Smiths’ten bu yana Morrissey’in yazdığı şarkı sözlerindeki yalnızlık temasının kökenindeki ana bileşenlerden biridir bu.

1984 tarihli “How Soon Is Now?”da gece dışarı çıktığında eve hep yalnız döndüğü için adeta ölmek isteyen insanın duygularını anlatır Moz; “İnsanım, herkes gibi ben de sevilmek istiyorum,” sözleri bunun en açık ifadesidir. O şarkıyı yazdığı sırada 25 yaşında bir gençtir ama 90’larda da karşılıksız aşktan söz eder. Karanlığın biraz daha arttığı, daha sert rock soundu ile öne çıkan 1992 tarihli “Your Arsenal”deki “Tomorrow” adlı şarkıda, sevilmediğini bilse de aksini duymak ister hitap ettiği kişiden; şarkının bütünündeki sözlere bakıldığında, belki de bir gecelik macera yaşanmış ama ertesi gün devamı gelmemiştir diye yorumlanabilir. Kapak görselinde kucağında bir bebekle poz vererek sakin yetişkinlik dönemine atıf yaptığı ya da meydan okuduğu 2009 albümü “Years of Refusal”ın dikkat çeken şarkılarından “Black Cloud”da, yanıbaşında duran ama sahip olamadığı birine duyduğu karşılıksız sevgiyi anlatır Morrissey. Yıllar hızla akıp giderken onun şarkılarda gerçek aşkı arayışı hiç bitmedi, sevdiğine ulaşamayanların sesi oldu. Yeni albümünde “yeryüzü dünyanın en yalnız gezegeni” dediğinde şaşırmadım elbette.



Ayrıksılar / Toplumla Uyuşmayanlar

Dışarıda erkeklerle kadınlar eğlenip, sarhoşlar içmeye devam ederken, berbat bir otelin lobisinden arkadaşını arayan yalnız ve asosyal bir insanın ruh halini yansıtan “At Amber”da, İngiliz trafik ışıklarındaki portakal renkli ışığın yarattığı çağrışımı kullanır Morrissey. Kırmızıdan sonra yeşile hazırlık olarak görülen bu ışık, adını amber taşından alıyor; “ne dur ne de geç, olduğun yerde bekle ama hazır ol” anlamındaki bu işaretle aslında kendi içinde bulunduğu sıradışı durumu anlatıyor. Toplumun içine kaynaşamıyor, olduğu yerde o soğuk otel odasında bekliyor. Bu şarkı, Morrissey’in az bilinen ve hakkı teslim edilmeyen harikalarından biridir bana göre. Tütü giymiş mahalle rahibinden söz ettiği “Vicar In Tutu”da ise, dindeki yargılar ve toplum baskısı ile ince ince dalga geçer. Toplumda yaygın olarak benimsenen yasakçı davranışlara bir karşı çıkış olarak son derece ilginç ve esprili bir şarkı bu. Morrissey’in aynı temayı işlediği, hayatları başkaları tarafından şekillendirilenlerin oluşturduğu uysallaştırılmış toplumun dışında kalanları konu ettiği bir diğer şarkısı 1988 tarihli “Viva Hate” albümünde yer alan “The Ordinary Boys”. Daima çoğunluğun baskısına karşı başkaldıranları sevdi, onların hikayelerini anlattı Morrissey. “Meat Is Murder” ise, bu uyuşmazlığın, topluma rest çekişin en belirgin örneklerinden biridir.

 

Öfke / Tiksinti

İngiltere’nin eski Başbakanı Margaret Thatcher’a “Lütfen öl” diye hitap ettiği 1988 tarihli “Margaret on the Guillotine”, o dönemde Morrissey’in İngiliz Gizli Servisi tarafından sorgulanıp evinin aranmasına neden olmuştu. Bana göre bugüne kadar bir politikacı hakkında yazılan en ağır ve en cesaretli şarkıdır. Vini Reilly’nin olağanüstü duyarlı gitarı, sound/konsept uyumu açısından mükemmel bir tezat yaratır. Morrissey, monarşiye karşı duyduğu nefreti yıllardır her fırsatta yineledi, İngiliz Kraliyet ailesinin halkın sırtından geçinip yoksulları sömürdüğünü, hiçbir faydalarının olmadığını söyledi. The Smiths’in 1986 tarihli klasiği “The Queen Is Dead” bu nefretin açık göstergesiydi. 2004’te yazdığı “The World Is Full of Crashing Bores”, kurulu düzene, bu düzenin “eğitimli suçlular” dediği temsilcilerine, modern yaşamda özgürlüğü kısıtlayan kuralları koyanlara karşı manifestosuydu adeta. Yeni albümüne adını veren şarkısı “World Peace Is None of Your Business” ise, halkları savaştırıp barış yerine kaos yaratan, savaş çığlıkları atan politikacılardan nefretinin bir meyvesi. Bu kirli düzenden çıkar elde edenlerin dünyaya barış getirmeyeceğinin çok iyi farkında Morrissey.

 

Kendini Küçümseme

1986 tarihli “Unlovable”da, “Sevilmediğimi biliyorum / Söylemek zorunda değilsin / Biraz tuhaf görünüyorsam nedeni tuhaf olmamdır,”  diyordu Moz. Herkese benzemeyen, çoğunluk tarafından “tuhaf” bulunan herkesin hayatının bir döneminde hissedebileceği duyguları dürüstçe, kendine de vurarak anlatır bu şarkıda. İlginçtir; Morrissey’in yalnızlıktan söz ettiği şarkılar bir noktada kendini küçümsemeye varıyor. “I’ve Changed My Plea to Guilty”, oyunu önceden belirlenen kurallara göre oynamadığı için toplumdan dışlanan ve içe dönenlerin kendinden bir parça bulabileceği bir şarkı. Herkesin yanında birisi varken onun yoktur ve bunun suçlusu da özgürlük ve mantıkta ısrarcı olan kendisidir. Aşkın berbat bir yalan olduğunu itiraf ettiği “Miserable Lie”da “Kimse dönüp bana ikinci kez bakmıyor,” diyen, “Late Night, Maudlin Street”te kendisini “Maudlin Sokağı’nın en çirkin adamı” diye niteleyip, çıplak halini düşündüğünde koca bir ulusun arkasını dönüp kustuğunu yazacak kadar ileri giden de yine Morrissey’dir. Hani bazen başınıza hep kötü şeyler geldiğinde durup kendi kendinize, “Bütün bunların nedeni ben olmalıyım,” dersiniz ya, işte tam o anların duygusal atmosferine uygun düşer bu şarkılar. Ancak bana kalırsa hiç bitmeyen yalnızlığının nedenini aradığı anlarda kendisine ağır yüklenmiş Moz.



Özlem

Bir yere, bir insana, bir duruma özlem, Morrissey’in şarkılarında sık çıkar karşımıza. Artık iş işten geçmiş, araya zaman girmiştir ama o tutkusundan vazgeçmemiştir. “Seasick, Yet Still Docked”, aşık olunan ama asla elde edilemeyene duyulan özlemin en vurucu ifadelerini içerir. Geçmişe özlem genellikle ileri yaşlarda hissedildiği varsayılan bir duygu. Hayatının son demlerini yaşayan insanların geçmişe daha sık bakması doğal bir durum. Ancak Morrissey, “Back to the Old House”un sözlerini yazdığında henüz 24 yaşındaydı, besteyi yapan Johnny Marr ise 18. Moz’un sevdiğini hiç söyleyemediği için yaşayamadığı aşkı küllenmemiş ve Marr’ında dehasıyla o muhteşem kayıt çıkmış ortaya. Bir türlü unutulamayan duyguların şiirsel anlatımı hiç bu kadar yıpratıcı olmamıştı. 2004’te yayınlanan “You Are the Quarry” albümünde yer alan “Come Back to Camden”ın odak noktasını, Londra’nın Camden bölgesinde yaşadığı döneme ve ilişkiye özlem oluşturur. O özel kişiye, “Camden’a geri dön, ben hâlâ sana aitim, geri dön, iyi bir insan olacağım,” diyor. Bir ilişki fiilen bitse de, bir insan hayatınızdan çıksa da, eskiden yaşadığınız bir yerden ayrılmış olsanız da, bunlar içinizde varlığını sürdürüyorsa, bu duyguları biliyorsanız, Morrissey’in sözlerinin sizi sarsmaması zor.

_________
(27 Kasım'da Red Bull'un sitesinde yayınlanan yazıdır.)

18 Aralık 2014 Perşembe

"I'M YOUR ARKADAŞ!"


18.12.2014

Dün akşam aylardır gün sayarak beklediğim Morrissey konserindeydim. Moz ile hayranları arasında 7 Aralık'ta yapılması planlanan ama 17 Aralık'a ertelenen buluşma, daha öncekiler gibi yoğun duyguların yaşandığı eşsiz bir deneyimdi. Konserleri hem kendisi hem de dinleyicileri için bir terapi olarak niteleyen, hayatın onun için şarkı yazıp söylemekten başka bir anlamı olmadığını söyleyen bir sanatçının sahnedeki varlığının başka türlü deneyimlenmesi düşünülemez zaten. Ancak kanımca, dün akşam Volkswagen Arena'da İstanbul'da daha önce verdiği iki konsere göre farklı bir his söz konusuydu.

Setlist'te ağırlıklı olarak bu yıl yayınlanan albümü "World Peace Is None of Your Business"te yer alan şarkılar vardı; iki şarkı hariç (Oboe Concerto, Mountjoy) tüm albümü canlı dinledik. Hep dediğim gibi Morrissey hüznün şairi; son albümü de hayatın acıları, ölüm, kaybedilen dostlar, yalnızlık ve politikanın çirkin yüzüne değinen temalarıyla, dinleyenin kalbindeki sızıları artırıyor. Ama dünkü konsere dair fark hissetmemin nedeni, sadece şarkılar değildi. Neredeyse izlediğim bütün konserlerinde hep sahnenin en önündeydim; bu kez Morrissey bana biraz kırılgan göründü; yanlış anlaşılmasın sahnedeki duruşu, sesi hala çok güçlü ama bakışlarına yansıyan bir kırılganlık sezdim. İlginçtir; dinleyicileri ile arasında kurduğu, benim "dantel gibi zarif ama gemi halatı kadar sağlam" diye tanımladığım bağ, o kırılganlıkla daha da sağlamlaşmıştı.

(Bu arada yeri gelmişken bir parantez açıp hemen her konserde gündeme gelen setlist memnuniyetsizliğine genel olarak değinmek isterim. Her şeyden önce konserde çalınacak şarkıları belirlemek, müzisyenlerin en kutsal haklarından biridir. Müzik, duygularla icra edilen bir sanat dalı. Müzisyenler, her zaman bizlerin gönlünden geçen şarkıları çalmak istemeyebilir. "Neden şu şarkı yok, neden eski şarkılar az" vb. gerekçelerle yakınmak yerine, müzisyenin tercihlerine saygı duymak gerekir. Bizler konsere giden birer müşteri değilsek, müzisyen de mekana gelenleri sadece eğlendirmek için sahneye çıkan birisi değildir. Müzik dinlerken elbette eğlenilebilir; ama kastettiğim bu değil. Mesela Morrissey, bazı şarkıları yazarken yaşadığı duygulara artık yakınlık duymadığından onları canlı söylemiyor; şarkılarına adeta sevgili muamelesi yapan bir müzisyen o. Bazı müzisyenler konserlerde, "Şimdi ne çalalım?" diye sorar, o zaman istediğiniz bir şarkının adını söylemeniz doğal ama öyle bir soru gelmediği sürece konserlerde şarkı adı bağırmak, Antony Hegarty'nin dediği gibi, manavdan "patlıcan, domates" istemeye benziyor. En iyisi Marianne Faithfull'un dediğine kulak vermek: "Bunca yıllık sanatçıyım. İnanın ne söyleyeceğimi bilirim.")

Konser başlamadan önce perdeye yansıtılan görüntülerle birlikte, The New York Dolls, Ramones, Brian Eno, Sandie Shaw, Chrissie Hynde, Penetration, Charles Aznavour, Joni Mitchell, The Beatles'ın da aralarında olduğu punk ve rock müziğin unutulmaz seslerinden Morrissey'in yaptığı bir seçkiyi dinledik. İngiltere'den ve dünyanın farklı yerlerinden polis zulmünü ve ona direnen kitleleri, katledilen boğaları gösteren imajların da yer aldığı videolardan sonra saat 21.30'da ekibiyle birlikte sahnedeydi Morrissey. The Smiths döneminin en sevilen şarkılarından "The Queen Is Dead" ve ardından "Suedehead" ile çok coşkulu bir açılış yaptı. Adına şarkı yazdığı kentte "Istanbul"u söylemek onun için de özel olmalı ki, "It is my good fortunate to be in Istanbul," diyerek gördüğü sevgi ve kentten aldığı ilham için teşekkür etti. İstanbul sokaklarında umutsuzca oğlunu arayan babanın hikayesini anlatan şarkı, ilk duyduğum günden beri beni derinden etkiliyor ama Morrissey'in "İstanbul, bana oğlumu geri ver!" anlamına gelen sözleri salondaki insanlarla birlikte söylemesi, benim için konserin en olağanüstü dakikaları arasındaydı.



"Istanbul" ile sarsıldıktan sonra, "Kiss Me A Lot" ve "I'm Throwing My Arms Around Paris" ile aşka, sevgiye özlemi haykırdık birlikte. Yanımda konsere birlikte gittiğim üniversiteye henüz başlamış arkadaşlarımla, 55 yaşındaki Morrissey'in ve belki de o salonda bulunan çoğu insanın aynı özlem içinde olması, bu dünyanın acı gerçeği diye düşündüm. Herkesin aradığı ama gerçeğini pek az insanın bulabildiği o özlem insan sıcağıydı... Morrissey'in gözlerindeki ifade ve beden dili, hayvan haklarıyla ilgili şarkıları söylediğinde belirgin şekilde kararlılık kazanıp sertleşiyor.  Flamenko gitar tınıları eşliğindeki "The Bullfighter Dies"ı söylediğinde bir kez daha tanık oldum buna. Jesse Tobias, gitarıyla bir taburenin üzerine oturup öne çıktığında kendisi bir adım geriye çekilip alkış tutarken yüzündeki ifadeyi görmek lazım; bir insan yaptığı işe, yazdığı şarkıya duyguğu inancın resmiydi o. Arkada olanlar belki anlamamıştır ama gömleğine yapıştırdığı "Animals Do Not Smoke" logosu konser boyunca düştüğünde ısrarla alıp yeniden yapıştırdı. Hayvan testlerine karşı çıkan bir slogandı o.

Konser boyunca dinlediğimiz toplam dört The Smiths şarkısından birisi beklendiği gibi "How Soon Is Now?" oldu. Johnny Marr da bu yıl turnesinde aynı şarkıyı çaldı, hatta Noel Gallagher sahnede ona eşlik etti; Marr'ınki sound olarak mükemmeldi ama vokalde Morrissey'in şarkıya yaptığı yadsınamaz katkıyı yok ediyordu. Morrissey'in "How Soon Is Now?" versiyonu, doğal olarak orijinaline çok daha yakın geliyor kulağa.



Dün geceyi benim için tarihe kazıyan an, "Earth Is the Loneliest Planet of All" ile geldi. Çünkü yeryüzünün en yalnız gezegen olduğunu anlatan şarkıyı sunarken, "I'm your arkadaş" dedi Morrissey. Daha önce birkaç kere de yazdım; Moz, yaklaşık 30 yıldır hep keşke arkadaşım olsa diye içimden geçirdiğim bir müzisyen. "I'm your arkadaş" cümlesini, en zor anlarımda bile sesiyle hep yanımda olan o müzik yoldaşımdan duyduğumda hissettiklerimi tam olarak anlatabileceğimi sanmıyorum. Sadece o cümleyi kurmuş olması, müzik aracılığıyla dinleyicisiyle kurduğu bağın ne anlama geldiğinin çok iyi farkında olduğunu gösteriyor. Daha da ötesi, öyle bir bağ ancak her iki tarafın da ihtiyaçları doğrultusunda kurulabileeceğinden, kendini konumlandırdığı yeri de özetliyor...

Morrissey konseri olur da politika olmaz mı? Politikacılara, hükümetlere en sert eleştirileri yapmaktan hiç çekinmedi yıllardır. "World Peace Is None of Your Business"i söylerken bir kez daha hatırlattı; hükümetler ancak zenginin daha zenginleşirken, fakirin daha da yoksullaşması için var. (Bu konudaki görüşlerini yaptığım röportajda ayrıntılı anlatmıştı.) Bu albümde beni en çok etkileyen şarkılardan biri olan "I'm Not a Man"i "Farz edin bugün sizin yaşgününüz, aylardan mayıs, günlerden 22 ve siz erkek değilsiniz," diyerek sundu. 22 Mayıs'ta doğan Steven Patrick Morrissey'in, toplumdaki cinsiyet algılarını sorguladığı müthiş şarkısı, konserin bir diğer doruk noktası oldu. (Toplumdaki cinsiyet algıları üzerine Morrissey ile yaptığım diğer röportaj burada.)



Hayatımı değiştiren The Smiths şarkısı "Meat Is Murder", beklendiği gibi bir yandan hayvan hakları savunucularının heyecanı ile karşılanırken, diğer yandan salonun büyük kesiminde sessizlik içinde dinlendi. Çünkü sahnedeki ekrana yansıtılan hayvan zulmü görüntüleri, et ve süt ürünleri fabrikalarında yaşanan trajedi, içinizde isyan duygularını başlatabilecek kadar sarsıcıydı. Konser başlamadan önce dinleyicilerden birisi, şarkının provokatif olduğunu söylediğinde, Moz'un yapmak istediğinin zaten o olduğunu; çünkü böyle bir konunun o şekilde sunulmayı gerektirdiğini söyledim. "Meat Is Murder"ı anons ederken, Meksika'da sirklerde hayvanların kullanılmasının yasaklandığını, Norveç ordusunda çevresel nedenlerle askerlere etsiz yemek çıkarılmaya başlandığını söyleyerek, "Yavaş da olsa bir şeyler değişiyor," dedi Moz. Haklıydı. Konserden önce ve sonra sosyal medyadaki mesajlara baktım. Morrissey, her mekanda olduğu gibi Volkswagen Arena'da da et ürünleri satışı yapılmamasını istediği için, konsere sırf inat olsun diye Adana kebabı ya da dürüm ile geleceğini söyleyenler yine vardı. Konserden sonra sokaklar yine köftecilerle dolmuştu ama aynı zamanda sayıları çok olmasa da "Morrissey haklı. Et yemeyi keseceğim," diyenler de vardı.

Bisten önce son şarkı olarak, zemini titreten perküsyon sesleriyle "Speedway"i söylerken, "Her zaman kendi garip yöntemimle size karşı dürüst oldum," dedi. Onu farklı kılan da, o sözünü esirgemeyen dürüstlüğü. Yanlış hatırlamıyorsam, ilk sahne işgalini o şarkı sırasında hemen arkamızda duran bir kadın dinleyici yaptı. Üstelik sahne ile bizim bulunduğumuz alan arasında 1.5 metre kadar uzaklık ve yükseklik farkı vardı. Buna karşın güvenlik görevlilerinin bulunduğu alana inen dinleyiciyi gören Moz, elini uzatıp onu sahneye çekti.



Ekip bis için geri geldiğinde, "Asleep"i karanlıkta sadece arkasından yansıtılan bir ışıkla söyledi Morrissey. Ölüme atıf yapan şarkıyı bu turnesinde sürekli biste söylemesinin rastlantı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü yazdığı, yaptığı her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünen, çağrışımlara yaşamının her anında yer veren bir müzisyen. Bu şarkıyı söylerken neler hissettiğini sorduğumda, "55 yaşında birkaç arkadaşım ve iyi bir banka hesabım var diye onu yazmaya yönelten nedenleri unutmam," diye yanıtlamıştı. "25 yaşında intiharı düşünen bir müzisyenin, 55 yaşında hastalıktan ölmesi trajik olur," diyor. Londra'da bu şarkıyı sunarken, "Beni hatırlayın, kaderimi unutun" demesi de rastlantı değildi. Hastalığı tam olarak ne durumda bilmiyorum, spekülasyon yapmak da doğru değil; sadece "Asleep"i dünkü konsept içinde söylemesinin sıradan bir durum olduğunu düşünmüyorum.

Yaklaşık iki saat süren konserin kapanışını, beklendiği gibi "Everyday Is Like Sunday" ile yaptı Morrissey. Hemen herkesin eşlik ettiği şarkı sırasında sahne işgalleri yeniden başladı ve bu kez arka arkaya bir sürü insan sahneye ulaşma çabasına girdi. Korumalar ve dinleyiciler arasında yaşanan mücadele sırasında Morrissey'in elini tutabildiğini yukarı çekmesi görülmeye değer bir manzaraydı. Kimisinin verdiği mektubu cebine koydu, kimisinin uzattığı plağı alıp sahnede özenle bir yere yerleştirdi.



En sonunda meşhur gömlek fırlatma sahnesi yaşandığında işler karıştı. Klaus Nomi'nin sesi salonu doldururken az ötemde bir yere düşen gömleği sahiplenme mücadelesi epey sert geçti. Sonunda baktılar olacak gibi değil, Morrissey'in ekibinden birisi elinde makasla gelip gömleği parçalara ayırarak etraftaki hayranlara birer parça verdi. Bu arada bir arkadaşımız sadece arada kaldığı için fena ezildi, yağmurluğu parçalandı. Çekebildiğim kadarıyla o anları kaydetmeye çalıştım. Açıkçası konserin bitişi sahnenin hemen önünde bulunanlar için kaotik oldu. Ben konsere üniversiteye henüz başlayan genç arkadaşlarımla gittiğim için onların arasında epey heyecanlı bir konser yaşadım. Ben bu kez sahne önünden daha ileriye gitmedim ama gidenler hakkında birisi yine çıkıp, "Liderle geceleyecek çukurdaki kadınlar" şeklinde cinsiyetçi ve çirkin bir benzetme yapmaz umarım. Çünkü orada yaşanan, sadece müzik sayesinde kurulabilecek kadar güçlü, sıradışı ama çok saf bir bağ...



Mekandan çıkıp metroya geldiğimizde saate baktım. Yaklaşık 6.5 saat ayakta, aç ve susuz kaldığımı o anda fark ettim. Konserle geçen iki saat, 20 dakika gibiydi; gerisinde de sanki zamanda seyahat edip 18 yaşıma dönmüştüm. Morrissey'e kitabını imzalatamasam da o "I'm your arkadaş" demişti. Dansçılara ya da dudak uçuklatan devasa sahnelere değil, sadece şarkılarına güvenen bir efsaneyi bir kez daha ağırlamıştık. Bundan daha güzel bir 6.5 saat olur mu...

Setlist: The Queen Is Dead - Suedehead - Istanbul - Kiss Me A Lot - I'm Throwing My Arms Around Paris - How Soon Is Now? - Kick the Bride Down the Aisle - Earth Is the Loneliest Planet - World Peace Is None of Your Business - Neal Cassady Drops Dead - Scandinavia - Smiler with Knife - Yes, I Am Blind -I'm Not a Man - Meat Is Murder - Speedway // Asleep - Everyday Is Like Sunday (Sanırım dün konserde bir ara rüya alemine dalmışım. Çünkü hafızam bana "Hand In Glove"u konserde duyduğumu söylüyordu. Dün bir dost, "Hepimiz rüyada gibiydik. Belki öyle hissetmişsinizdir," dedi. Doğru olmalı.  Belki de gerçekten çok dinlemek istediğim için gerçek gibi geldi, bilmiyorum. Psikolojik bir durum olmalı. Daha önce hiç yaşamamıştım... Her neyse düzelttim ve çıkardım onu.)

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

28 Kasım 2014 Cuma

MORRISSEY: "YOUR REAL HOME IS YOUR BODY – NOT YOUR HOUSE OR YOUR APARTMENT!"


28.11.2014


It is a pleasure for me to interview the one and only Morrissey for the third time. This time, I conducted this interview for my Vogue Turkey piece focusing on Morrissey and gender roles, sex and love. Here are his fantastic answers! (If you are interested, my second interview with Moz: My second interview with Moz; and the first one: and the first one.)
Zülâl Kalkandelen
 
****

30 years ago, in “Pretty Girls Makes Graves”, you said, “I’m not the man you think I am.” It was a tale of losing faith in womanhood. And in your new album, there’s a song called “I’m Not a Man” detesting Casanova and Don Juan. “Sex and love are not the same,” you sing in “Smiler With Knife’. There’s always a search for purity and the meaning in this world, and a preference for a desire for love over lust in your lyrics. I’d love to learn your thoughts on the idea of separating love and sex.

Well, of course, we can love our friends without wanting any physicality, and we can also meet someone who means nothing to us on an intellectual level yet we’d love to have a physical wrestle, shall we say.  The problem is, I think, that most of us think there is only one very firm side to our personality.  We can’t accept that there are many versions of ourselves within, many composites that make up what we are.  We lock into our likes and dislikes at the age of 15, and we stay there forever.  Then, at the age of 28, you find yourself saying to someone “well, I’d like to, but I can’t”. We all seem to be petrified to say exactly what we truly feel.  In reality, of course, everyone is fascinated by the sexuality of every other person, but we must all die saying nothing because life exists only under specific orders, and if we ignore those orders then we are accused. 

Is “Smiler with Knife” based on the book by Nicholas Blake?

I’ve never heard of such a book.  I’m disappointed because I thought the title was original.  Oh, hell.



Years ago, Leonard Cohen wrote one of his most acclaimed songs "I'm Your Man". Unlike him, you sing "I’m Not a Man’ ”. If isolating yourself from genders or being beyond gender is a liberating thing, why are most of them are shy about it?

I’m not shy about it, otherwise I wouldn’t stand on a stage and sing it as I do.  At the root of it all, you really don’t want laws and other people’s standards making any punishing claims on your body or your gender.  That attitude is old now.  Humans are far more complicated and interesting than they have ever been allowed to express or believe, even though we still take steps to our final death-bed with more assurance than we do towards someone whom we’d like to ask out on a date.

As an artist, you can take any character / personality you want. But it is interesting that in your songs you are always yourself, you are the subject telling us stories about yourself, the people around you and the society you live in. Of all the songs you have written, is there any that has been shaped by a female point of view?

All men existed within a female body before we functioned in a male body, so it seems obvious to me that there are less secrets to being male or female than we are trained to accept.  Because there is so much profit in the division of the sexes ... heterosexual divorce is a huge business, and so on ... babies calm down even the most strident political activists ... the social certainty is always marriage and children because this makes people easy to govern and easy to scare, whereas if we were all encouraged to be mobilized and unmarried social thinkers then we could no longer be controlled by politicians.  The fact that most people who marry actually step into hell, and the fact that millions of people are unmarried and perfectly happy, well, neither are images you’ll ever see on television advertising.  



"A PROPHET FOR THE FOURTH GENDER"

In the ‘80s, you called yourself a “prophet for the fourth gender”. Were you just playing with words to get rid of being trapped in society’s idea of gender? Or was it how you felt exactly at the time?

That description obviously sounded overworked, but I was serious.  I couldn’t feel any affinity with the three existing genders. However, I am not a freak, and I don’t live in a frenzy of rage, but at the age of 23 I was absent from sex because there was no way in. What was the point of me?  It’s only a form of fear that makes us mimic everyone else, because otherwise we’re asked to explain ourselves, and peope hate to do that because you find yourself face-to-face with a new awareness, and it just might be too exciting a proposition.  A lot of people prefer entrapment and orders and even alienation, yet there is so much within that could be teased out, and we could all surprise ourselves, but most of us prefer simple ignorance.  Do you really think that you were created and placed on this planet in order to pay a mortage? 

In the book called “Morrissey: Fandom, Representations and Identities”, there is a chapter about your negotiation of dominant gender and sexuality codes. And Elisabeth Woronzoffwrites, “Morrissey does not deconstruct popular culture to such extend that is unrecognizable from its original entity. What Morrissey does that is so unique is that he acknowledges the dominant codes but parlays an alternative means of decoding them. I read Morrissey as one who does not actively oppose dominant discourse. I hold that what he does do is settle in the middle, and presents us with a negotiated discourse.” What I understand from reading this paragraph is that by doing this, you seek not to destroy order but to reorder. Would it be fair to say that this negotiation ‘allows your fans to decide and interpret your language, lyrics and appearance as reflections of their own identity’?

That’s exactly the aim, so, therefore, hopefully, you are of some use to everyone, and we all feel less alone if we are assured that our feelings are shared by others, naturally. Your real home is your body – not your house or your apartment. To sit still and endure your own feelings is probably the toughest part of everyone’s day.  It need not be.  Or, if it has been, then now it must stop, because, by the age of 29, we’re all tired out, and soon we enter our 40s as if we are entering death, when, really, it’s a better beginning than entering our 20s. Human beings have been treated like processed chemicals for too long.  It is time to sit and fill the whole chair, to drink yourself in like you would a glass of wine, and to stop chasing old and forced behavioural patterns.  How do we do this?  Well, it’s easy.  You just begin to. Instead of being afraid of people who nudge and push us, we should appreciate anyone at all who puts new questions before us.

"IS SEX JUST AN IDEA?"

Another interesting point in the aforementioned book is that you are capable of demonstrating vulnerability and sensitivity without being homosexual; and embodying the type of masculinitythat is far more expansive than the simplistic rhetoric espousing men as active and women as passive. These are two of the main reasons I've been struck by your music. As an artist, did you have the idea of separating sexuality and gender in your music from the beginning or how did this idea develop?

I believe foremost in humasexuality.  We are all humans and we all love humans. If we could leave the debate at that, we’d all be OK, but instead we’re asked to clarify and limit our sexual desires so that others might know where they stand with us.  But by doing this you are admitting that, no matter how long you live, you can never become a new person with a new life and new ideas.  Why must sexuality be so unbreakable?  We all know very well that each of us struggle with an outer reality and an inner reality, so why not combine them? It is rigid moral certainty and and rigid moral indignation that traps us all, and if people were allowed to, for example, freely share their bodies, then the fuller their lives would be.  Quite obviously I do not suggest any action enforced against the will of others, but it is fascinating to me how most people go through their entire lives saying absolutely nothing at all on the issue of sex or gender, as if they were in some form of sexual exile, or riddled with cancerous guilt. We don’t even know how our closest friends feel about their own bodies, yet we know their views on the most insiginificantly cud-chewing nonsense.  Are we all frozen in dullness? Is sex just an idea?  

Why do you think society detests strong women?

Because the bull must mount the cow, and not the other way around.

In the ‘80s, you once said, “Clothes are no longer the window of the soul”. In The Smiths era, you used gladioli on stage and provided flamboyance, and the other members of the band wore sweaters reflecting a gang aspect. Were all these things planned from day one to show the world that you were your own man?

No, it was just because the other three were quite dull.

One of the highlights of your concerts is when you rip open your shirt presenting your body to the audience. Is your singular male body a symbol of openness for everything?

Well, it’s the only body that I have.  I can’t reveal any other.  It’s not meant to be an orgiastic moment – I’m not asking anyone to find me impressively seductive, but rather, to get out of this human need to always be enclosed ... enclosed within clothes, within cars, within houses ... humans are obsessed with being ‘inside’ or covered, and they don’t feel comfortable with the lyric natüre of freedom of any kind. This has been learned, though, since obviously we were once what might be termed ‘wild’. I think ‘wild’ means ‘free’.  You hear how animals ‘live in the wild’, or that they are ‘wild animals’.  All this means is that they aren’t caged.  They’re not wild – they’re free.  Anyway, the reflex of suspicion that human beings automatically have is, I think, very sad, and it makes earth a sad place.  Yes, sex gets to the reality of things, but there are deeper emotions than the sexual.

I read your wonderful interview with Linder Sterling and now want to ask the same question you asked her: “If you inhabited a female body, how would your work differ?” For example, would you pull off your shirt on stage?

Even quicker than I do now.

"YOU ARE EITHER A SINGER, OR ELSE YOU ARE SIMPLY A COSTUME..."

In the book “How Music Works”, David Byrne writes, “In musical performances one can sense that the person on stage is having a good time even if they’re singing a song about breaking up or being in a bad way. For an actor this would be anathema, it would destroy the illusion, but singing one can have it both ways.” I have always wondered how you feel while singing “I Know It’s Over” or “Asleep” on stage. What exactly do you feel at such intimate moments?

I don’t ever forget the original process that created the song, so therefore the pain doesn’t take absence simply because this is now 2014 and I have a decent bank account and a few good friends. If a song becomes important to many people, well, this is not coincidental.  To sing an emotive song is not a confidence game – you cannot do it unless you feel it.  But I disagree with David Byrne on the subject of acting because many great actors can bring off failure magnificently, and we love them for it all the more.  We can identify the artists who have created beauty for everyone, and we can also see that they have suffered for it, and that’s why we will always love them.  I also disagree with David when he uses the term ‘musical performance’ because if you have a true and physical need to sing a song then you are not performing.  Performance is forced and artificial, and you are either a singer, or else you are... simply ... a costume.

MORRISSEY: "GERÇEK EVİNİZ BEDENİNİZDİR, YAŞADIĞINIZ APARTMAN DAİRESİ DEĞİL!"


28.11.2014
 
30 yılı aşkın bir süredir "keşke onun gibi bir arkadaşım olsa diye" içimden geçirip, uzaktan ama çok yakından izlediğim bir sanatçı Morrissey. Kendisiyle 2012'de İstanbul'a geldiğinde konser organizasyonunu yapan kurumun aracılığıyla bir röportaj yapmıştım ama dilediğim her şeyi soramamıştım, olanaklar sınırlıydı. Sonra bu yıl yeni albümü "World Peace Is None of Your Business" yayınlanınca epey uğraştım ama sonunda bir şekilde Moz'un yakın çevresine ulaştım ve özel bir röportaj yapma fırsatı doğdu. "Istanbul" adlı şarkısının geri planındaki düşünceleri başta olmak üzere, temelde albüme odaklanan o söyleşiyi eylül ayında blogumda yayınlamıştım. Ama elbette benim kendisine sormak istediğim soruların sonu yok. Vogue Türkiye, konserden önce Morrissey hakkında bir yazı yazmamı istediğinde röportaj olanağının da bulunduğunu öğrendim. Derginin Aralık 2014 sayısında yayınlanan yazımı, Morrissey'in toplumda cinsel kimliklere yüklenen roller hakkındaki çarpıcı görüşlerine odaklanacak şekilde planladım. Benim yorumlarımı da içeren söz konusu yazıyı dergide okuyabilirsiniz. Morrissey ile yaptığım üçüncü röportajda verdiği fantastik yanıtları burada paylaşmak benim için heyecan verici. Umarım okurken siz de keyif alırsınız.

30 yıl önce “Pretty Girls Make Graves” adlı şarkıda “I’m not the man you think I am” demiştiniz. Kadınlığa inancı kaybetmekle ilgili bir hikayesi vardı. Yeni albümünüzde Casanova ve Don Juan kavramlarına olumsuz bakarak “I’m Not a Man” diyorsunuz. “Smiler with Knife”da seks ile aşkın aynı olmadığından söz ediyorsunuz. Şarkı sözlerinizde her zaman saflık için bir arayış, şehvet yerine aşk için duyulan bir tercih var. Sevgi ve cinselliği birbirinden ayırma fikri hakkındaki görüşlerinizi öğrenmek isterim.

Elbette hiçbir fiziksel isteğe sahip olmadan arkadaşlarımızı sevebiliriz ve bizim için entelektüel olarak hiçbir anlam ifade etmeyen ama fiziksel olarak yakınlaşmak istediğimiz insanlarla tanışabiliriz. Sanırım sorun şu ki, çoğumuz tek yönlü bir kişiliğe sahip olduğumuzu düşünüyoruz. İçimizde birçok versiyonlarımızın olduğunu, bizi ortaya çıkaran birçok yapının bulunduğunu kabul edemiyoruz. 15 yaşındayken hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeylerin içine kendimizi kilitleyip sonsuza kadar orada kalıyoruz. Sonra 28 yaşımızda, kendinizi birisine “İsterdim ama yapamam,” derken buluyorsunuz. Hepimiz gerçekten ne hissettiğimizi söylemeye korkuyor gibiyiz. Elbette herkes diğerlerinin cinselliğinden etkilenebilir ama hepimizin bu konuda hiçbir şey söylemeden ölmesi beklenir; çünkü hayat sadece belli bir düzende yaşanıyor ve biz bunları reddettiğimizde suçlanıyoruz.

“Smiler With Knife”, Nicholas Blake’in yazdığı romandan mı esinlendi?

Böyle bir kitabı hiç duymamıştım. Hayal kırıklığı içindeyim; çünkü kitabın adının orijinal olduğunu düşünüyordum. 

Yıllar önce Leonard Cohen en sevilen şarkılarından birinde “I’m Your Man” diyordu ama siz  onun tersine “I’m Not a Man” diyorsunuz. Bana göre böylesine güçlü bir şarkıyı yazabilecek az sayıdaki sanatçıdan birisiniz. Eğer kendinizi cinsiyetlerden izole etmek ya da cinsiyetlerin ötesine geçmek özgürleştirici bir şeyse, neden çoğu sanatçı bundan çekiniyor?

Ben bundan çekinmiyorum, aksi halde sahneye çıkıp o şarkıyı söylemezdim. Temelinde yatan şu ki, gerçekten hiçbir yasanın ya da standartların bedeniniz ve cinsiyetiniz hakkında suçlayıcı yargılarda bulunmasını istemiyorsunuz. Bu tavır artık eskidi. İnsanlar, açıklamalarına ya da inanmalarına izin verilenden çok daha karışık ve ilginç. Yine de hâlâ ölüm döşeğimize doğru adım atarken duyduğumuz güven, birisine çıkma teklifinde bulunurken hissettiğimizden daha fazla.

(Daha önceki röportajda bu şarkı üzerine sorduğum bir soruyu konuyla ilgisi nedeniyle buraya alıyorum: 

Aynı zamanda şiddetin özellikle erkeklere ait bir kültürel özellik olarak görüldüğü bir toplumda yaşıyoruz. Bu nedenle “I’m Not a Man” adlı şarkınızı çok cesur buluyorum. Şarkıdaki her dize çok isabetli, toplumdaki erkek tanımının zihne ve kimliğe nasıl zarar verdiğini çok doğru bir şekilde açıklıyor. “Autobiography”de ise, Bowie’nin androjen görüntüsünün 1970’lerde İngiliz toplumunu nasıl sarstığını anlatıyorsunuz. Cinsiyetler arasındaki fiziksel ayrımı silikleştiren ilk gördüğünüz imajı ve okuduğunuz yazıyı (kitap/şiir vb.) hatırlıyor musunuz?

Cinsiyet konusunda, sanırım Amerikalı yazar Gertrude Stein, geride kalanları takip etmeye hazır olmayan bir insana dair gördüğüm ilk imajdı. Fakat bu her zaman sadece bir heteroseksüellik ya da eşcinsellik konusu değildir. Bir insanı cinsiyetiyle açıklamak, çoğu zaman bize o insan hakkında hiçbir şey söylemez. Gertrude Stein gibi olanları ilginç buldum; çünkü androjenlikleri erkek ile kadını bir araya getiriyordu, yeni ve farklı deneyimlere kapıyı kapatmış değildi ki bu bana çok sağlıklı geliyor. Bu nedenle ilk dönemlerinde David Bowie ve Patti Smith bir elçi gibi görünüyordu. Oysa çoğumuz hâlâ acı verici bir şekilde sınırlı cinsiyet rolleri konusunda ısrar eden toplumlarda yaşıyoruz ve heteroseksüel erkek doğruluğuna dair varsayım, hâlâ küresel politikanın değişmeyen yüzü.



"DÖRDÜNCÜ CİNSİYETİN ELÇİSİ"

Bir sanatçı istediği karakter ya da kişiliğe bürünebilir. İlginçtir siz şarkılarınızda daima kendinizsiniz; bize kendiniz, etrafınızdaki kişiler ya da içinde yaşadığınız toplum hakkında öyküler anlatıyorsunuz. Yazdığınız bütün şarkılar arasında, tamamen kadın bakış açısıyla biçimlenen var mı?

Bütün erkekler, erkek bedeni içinde var olmadan önce bir kadın bedeni içinde var oluyor. Bu nedenle bence açık ki bu, erkek ya da kadın olmakla ilgili olarak bize eğitimle kabul ettirilenlerden daha az gizemli. Çünkü cinsiyet ayrımında çok fazla çıkar var... Heteroseksüel boşanma büyük bir iş kolu mesela... Bebekler en sert politikacıyı bile yumuşatıyor. Evlilik ve çocuk sahibi olma, daima toplumsal açıdan emniyetli; çünkü böylelikle insanların yönetilmesi ve korkutulması kolaylaşıyor. Oysa hepimiz harekete geçip sosyal olaylara odaklanan bekar insanlar olsak, politikacılar artık bizi aynı şekilde kontrol edemez. Evlenenlerin çoğu gerçekte felakete adım atarken, diğer yanda milyonlarca insan bekâr ve çok da mutlu ama bu imajları televizyon reklamlarında göremezsiniz.

80’lerde kendinizi “dördüncü cinsiyetin elçisi” diye tanımladınız. Sadece toplumun cinsiyet fikrinin içinde sıkışıp kalmaktan kurtulmak için kelimelerle mi oynuyordunuz? Yoksa gerçekten öyle mi hissediyordunuz?

Açık ki üzerinde fazla kafa yorulmuş bir tanımlamaydı ama ciddiydim. Var olan üç cinsiyete karşı bir yakınlık hissetmiyordum. Bununla birlikte, acayip bir yaratık da değilim, öfke patlaması içinde yaşamıyorum. Fakat 23 yaşımdayken hâlâ seksi yaşamamıştım; çünkü o dönemde olanağı yoktu. Ne demeye çalışıyordum? Diğer insanları taklit etmemize bir tür korku neden oluyor sadece, aksi halde kendimizi açıklamamız isteniyor. İnsanlar bunu yapmaktan nefret ediyor, çünkü yeni bir uyanışla karşı karşıya geliyorsunuz. Karşınıza çıkan bu öneri çok heyecan verici olabilir. Çoğu insan bununla yüzleşmek yerine, sıkışıp kalmayı, düzenin buyruklarını ve hatta yabancılaşmayı tercih ediyor. Hepimiz kendimizi şaşırtabiliriz ama çoğumuz basitçe görmezden gelmeyi tercih ediyoruz. Gerçekten borç senetlerini ödemek için yaratılıp bu gezegende bunun için yer aldığınızı düşünüyor musunuz?

“Morrissey: Fandom, Representations and Identities” adlı kitapta sizin yerleşik cinsiyet kodlarını aşma çabanız üzerine yazılmış bir bölüm var. Elisabeth Woronzoff şöyle diyor: “Morrissey, popüler kültürü orijinal halinden çıkıp tanınmayacak hale gelecek şekilde bozmuyor. Morrissey’in yaptığı şey o kadar özgün ki, önce yerleşik kodları tanıyıp, sonra o kodları çözmek için onlardan alternatif bir araç olarak yararlanıyor. Ben Morrissey’i dominant söyleme aktif olarak karşı gelmeyen biri olarak görüyorum. Bana göre yaptığı, ortada durup bize üzerinde uzlaştığı yeni bir söylem sunmak.” Bu bölümü okuduktan sonra, sizin egemen düzeni bütünüyle yok etmek değil ama onu yeniden düzenlemek istediğiniz sonucuna varıyorum. Bu tür bir müzâkerenin hayranlarınızın sizin kullandığınız dili, şarkı sözlerinizi ve görünüşünüzü kendi kimliklerinin bir yansıması olarak yorumlamasına olanak sağladığını söylemek uygun olur mu?

Tam olarak amaç bu. Umarım bu şekilde herkese bir ölçüde faydalı olunabilir. Hepimiz duygularımızın başkaları tarafından da paylaşıldığından emin olduğumuzda, doğal olarak daha az yalnızlık hissederiz. Gerçek eviniz, yaşadığınız bina ya da apartman dairesi değil, bedeninizdir. Hareketsiz bir şekilde oturup kendi duygularına katlanmak, herhalde herkesin günlük yaşantısının en zor kısmıdır. Bunun böyle olması gerekmez ya da şu ana kadar böyle olduysa bitmesi gerekir. Çünkü 29 yaşına geldiğimizde hepimiz yorgun düşüyoruz ve kısa bir süre sonra 40’lı yaşlara geldiğimizde, aslında bu 20 yaşına girmekten daha iyi bir başlangıç olduğu halde, sanki ölüme adım atıyormuşuz gibi giriyoruz o döneme.

İnsanlar çok uzun zamandır işlenmiş kimyasallar gibi muamele görüyor. Artık bir sandalyeye güzelce yerleşip adeta bir bardak şarap içer gibi kendinizi duyumsamanın ve eski, zoraki davranış kalıplarını izlemeyi bırakmanın vakti geldi. Bunu nasıl yaparız? Kolay, sadece başlamak gerekli. Bizi itip kakan insanlardan korkmak yerine, önümüze yeni sorular çıkaranlara müteşekkir olmalıyız.



"SEKS, SADECE BİR FİKİRDEN Mİ İBARET?"

Söz konusu kitapta geçen ilginç noktalardan birisi, sizin homoseksüel olmadan kırılganlık ve duyarlılık yansıtabilmeniz; erkeği aktif kadını pasif olarak gösteren basit retorikten çok daha geniş kapsamlı bir erkeklik tarzını somutlaştırmanız. Bunlar müziğinizden etkilenmemin nedenlerindendi. Bir sanatçı olarak cinsellik ve cinsiyeti müziğinizden ayrıştırma fikri ta en başından beri mi vardı ya da bu fikir nasıl gelişti?

Ben öncelikle “humasexuality” diye tanımladığım kavrama inanıyorum. Hepimiz insanız ve insanları seviyoruz. Konuyu bu noktada bitirebilsek, hiç sorunumuz olmazdı. Ancak bunun yerine konuya açıklık getirmemiz ve cinsel isteklerimizi sınırlamamız isteniyor ki, böylece diğer insanlar bize karşı tavırlarını belirleyebilsin. Ama bunu yerine getirdiğinizde, ne kadar süre yaşarsanız yaşayın, yeni bir hayatı ve fikirleri olan yeni bir insan haline gelemeyeceğinizi beyan ediyorsunuz. Neden cinsellik bu kadar kırılamaz olsun? Her birimizin bir dış, bir de iç gerçeklik ile mücadele ettiğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Neden onları birleştirmeyelim? Kalıplaşmış ahlaki kesinlik ve katı ahlâki infial bizi hapsediyor. Örneğin insanların bedenlerini özgürce paylaşmasına izin verilse, yaşamları daha renkli olurdu. Çok açık ki, başkalarının iradesine karşı zorla gerçekleştirilen herhangi bir hareketi ima etmiyorum. Fakat çoğu insanın tüm hayatı boyunca, sanki bir çeşit cinsel sürgündeymiş ya da acayip bir suçmuş gibi, seks ve cinsiyet konusunda kesinlikle hiçbir şey söylememesi benim için hayret verici. En yakın arkadaşlarımızın bile kendi bedenleri hakkında ne hissettiğini bilmiyoruz ama en önemsiz saçmalıklar üzerine düşüncelerinden haberdarız. Hepimiz yavanlaşıp kaldık mı? Seks sadece bir fikirden mi ibaret?

Sizce modern toplumlar neden güçlü kadından hoşlanmıyor?

Çünkü boğanın ineği ezmesi zorunluluk, aksine izin yok.

80’lerde “Giysiler artık ruhun penceresi değil,” demiştiniz. The Smiths döneminde sahneye kuzgunkılıcı denilen çiçeklerle çıkıyor, parlak ve renkli bir görüntü sergiliyordunuz. Diğer üyelerinse üzerlerinde bir ekip görüntüsü verecek şekilde süveter oluyordu genellikle. Bütün bunlar kendinize özgü karakterinizi daha en baştan dünyaya göstermek için mi planlanmıştı?

Hayır, sadece diğer üçü oldukça sıkıcıydı.

Konserlerinizin en can alıcı sahnelerinden birisi, gömleğinizi çıkarıp bedeninizi dinleyicilere gösterdiğiniz an. Erkek bedeniniz her şeye açıklığın bir sembolü mü?

Sahip olduğum tek beden bu. Başka bir şey ortaya koyamam. Seksüel açıdan heyecan yaratan bir an değil o, kimsenin etkilenip beni karşı konulmaz bulmasını talep etmiyorum; onun yerine, insana özgü sürekli örtülü olma isteğinden kurtulmakla ilgili. Kıyafetlere bürünmek, arabaların ya da evlerin içine girmek... İnsanlar, bir şeyin “içinde” olmaya ya da örtünmeye karşı takıntılı ve herhangi bir özgürlüğün lirik tabiatına karşı rahat değil. Gerçi bir zamanlar “vahşi” denilebildiğimize göre, bu bize öğretilen bir şey. Bence “vahşi” “özgür” demek. Hayvanların “vahşi doğada yaşadığını” ya da nasıl “vahşi hayvan olduklarını” duyarız hep. Bunların hepsi, kafeslenmedikleri anlamına gelir. Onlar vahşi değil, özgür. İnsanlarda otomatik olarak istemsiz güvensizlik var kanımca; bu oldukça üzücü ve dünyayı da üzgün bir yer haline getiriyor. Evet, seks gerçekliğin bir parçası ama cinsellikten daha derin duygular söz konusu.

Yakın arkadaşınız sanatçı Linder Sterling ile yaptığınız mükemmel röportajı okudum ve ben de ona sorduğunuz soruyu size sormak istiyorum: “Eğer kadın bedenine sahip olsaydınız, çalışmalarınız nasıl farklılaşırdı?” Mesela sahnede yine gömleğinizi çıkarıp atar mıydınız?

Şu anda yaptığımdan daha hızlı bir şekilde.

"YA ŞARKICISINIZDIR YA DA SADECE BİR KOSTÜM..."

“How Music Works” adlı kitabında David Byrne şöyle diyor: “Müzik performanslarında sahnedeki kişinin, bir ayrılık şarkısı söylediği ya da kötü bir ruh hali içinde olduğunda bile, o sırada iyi vakit geçirdiği izlenimini alabilirsiniz. Bir oyuncu için bu bir lanet olabilir, illüzyonu yok edebilir ama bir insan şarkı söyleyerek ikisini de yapabilir.” Hep “I Know It’s Over” ve “Asleep”i söylerken nasıl hissettiğinizi merak ettim. O yoğun duygusal anlarda tam olarak ne hissediyorsunuz?

Şarkının ortaya çıkmasına neden olan süreci asla unutmam, bu nedenle sadece 2014 yılında iyi bir banka hesabım ve birkaç iyi arkadaşım var diye o acı yok olmaz. Eğer bir şarkı çok sayıda insan için önemli bir hale gelirse, bu tesadüf değildir. Duygusal bir şarkıyı seslendirmek bir güven oyunu değil; hissetmedikçe yapamazsınız. David Byrne ile oyunculuk konusunda hemfikir değilim, çünkü birçok büyük aktör başarısızlığı müthiş bir şekilde yansıtabilir ve biz onları bu nedenle daha çok severiz. Herkesin hayatında güzellikler yaratan sanatçıları biliriz ve aynı zamanda bunun için çok acı çektiklerini de görebiliriz. Onları her zaman sevecek olmamızın nedeni de budur. David ile ayrıca “müzik performansı” ifadesini kullandığında da hemfikir değilim. Çünkü eğer bir şarkıyı söylemek için gerçek ve fiziki bir ihtiyaç içindeyseniz, performans sergilemiyorsunuz demektir. Performans göstermek zorunlu ve yapaydır. Ya şarkıcısınızdır ya da aksi halde sadece bir kostüm...

Translate