Stuart A. Staples etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Stuart A. Staples etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2013 Salı

VEGAN LOGIC XXII- EN SEVDİĞİM ERKEK VOKALLER-


20.05.2013 tarihinde Dinamo FM'de (103.8 live.dinamo.fm) canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı ve şarkı listesi. (Programın bir yerinde şarkı sıralamasını şaşırdım ve anons hatalı oldu, sonra da diğer anonsu zor toparladım ama kusura bakmayın, canlı yayında bazen oluyor böyle aksilikler.)







1- Brendan Perry - Wintersun
2- Scott Walker - Alone (Jacques Brel cover - live @ BBC/1969)
3- Marc and the Mambas (Marc Almond) - Black Heart
4- Tindersticks  (Stuart Staples) - (Tonight) Are You Trying to Fall in Love Again?
5- David Sylvian & Ryuichi Sakamoto - Forbidden Colours
6- Mark Lanegan - Deep Black Vanishing Train
7- Leonard Cohen - A Thousand Kisses Deep (Recitation) - Live in London
8- Nick Cave and the Bad Seeds - Opium Tea
9- Nick Drake - Northern Sky
10- Joy Division (Ian Curtis)  - Transmission
11- The Sound (Adrian Borland) - Total Recall
12- Depeche Mode (Dave Gahan) - Should Be Higher
13- David Bowie - I’m Deranged (reprise)
14- Morrissey - Whatever Happens, I Love You

-

19 Şubat 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 105: Tindersticks - The Something Rain (City Slang/Constellation)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 19 Şubat 2012

Bazı gruplar vardır; daha isimlerini duyar duymaz aklınıza belli sözcükler ve imajlar gelir. Tindersticks de 1993’te çıkardığı ilk albümünden bu yana yaptığı müzikle hatları belirgin ve çok güçlü bir karakter yarattı. İngiltere’nin Nottingham kentinden çıksalar da, artık nereden geldikleri önemli değil; melankolik ruhların hayali başkentinde en kıdemli ev sahiplerinden biri Tindersticks.

Her yeni albüm yayımladıklarında bir yandan hüznün dibine vurup sarsılacağımızı bilerek heyecanlanıyoruz, diğer yandan da Stuart A. Staples'ın ruhumuza dokunan sesinde sıcaklık arıyoruz. İki yıl önce “Falling Down a Mountain” adlı albümde yaşadık bu hissi. Sonra İstanbul Film Festivali kapsamında yönetmen Claire Denis’nin filmlerine yaptıkları müzikleri, film görüntüleri eşliğinde çaldılar. Konserden önce Staples ile bir telefon röportajı yapma olanağı bulmuş ve o etkileyici bariton sesle yarım saat konuşmuştum. Röportajı okumak isteyenler şu linke bakabilir: http://zulalmuzik.blogspot.com/2011/04/claire-denis-ile-calsmak-bizi.html

Staples, röportajda yeni albüm üzerinde çalıştıklarını ve 2011 yazında tamamlamayı düşündüklerini söylemişti. O günden beri büyük merakla bekliyordum albümü. Sonunda Ocak 2012’de müjdemizi aldık ve “The Something Rain” adlı dokuzuncu Tindersticks albümü bu ay yayımlandı.

Kariyerinin en başında mükemmel albümler yapan grupların başına gelen Tindersticks’in de başına geldi. İkisi de grubun adını taşıyan 1993 ve 1995 albümleri ve özellikle 1997'de çıkan “Curtains”, o kadar iyi albümler ki, onları aşmak kolay değil. Tindersticks, daha sonraki yıllarda da belli bir çıtanın üzerinde işler yaptı ama kanımca “Curtains”, en yüksek eşik oldu.

“The Something Rain” ise, Tindersticks’in derin müziğini deneysel bir bakış açısıyla yine zengin bir enstrümantasyonla kaydettiği, son 10 yılda yaptığı en iyi çalışma. Şu kesin ki müzik, duyguları etkileme sanatıysa, Tinderticks de bu sanatın en yaratıcı icracılarından birisi.

Albümün açılışını “spoken word” tekniğiyle 9 dakika süren bir öykü anlatımı ile başlatmak, her grubun cesaret edebileceği bir şey değil. Bunu ancak Tindersticks gibi müziğine sınır koymayan, sofistike bir grup yapar. Tuşlu çalgılar ile çeşitli perküsyon aletlerinden sorumlu olan David Boulter’ın okuduğu “Chocolate” adlı öykü, bir erkeğin tanışıp hoşlanarak evine gittiği kişinin tam sevişme anında transseksüel olduğunu fark etmesini anlatıyor. Önce her şey yolunda gidiyor, duvarında David Bowie posteri asılı bir odada sıcak çikolatalar içiliyor ve sonra bu şok yaşanıyor. “She/he still look the same” diyor Boulter ve müziğin de yansıttığı gibi hüzünle sona eriyor öykü.

Albüm için böyle bir açılış riskli bulunabilir; ama şarkıları dikkatle dinlerseniz, aslında bir tematik bütünlük yaratmak açısından son derece hayati bir önemi var öykünün. “Chocolate”ın hemen ardından gelen “Show Me Everything”, geri vokaldeki kadın seslerinin “show me” sözünü tekrarlarıyla başlıyor ve Stuart A. Staples’ın yaklaşık 1.5 dakika sonra duyulan sesi, camlar üzerinden görüp dokunduğumuz karmaşaların algılanıp hissedilemediğini anlatıyor. Bana göre, bu ikinci şarkı doğrudan “Chocolate”a bir yanıt.

Frozen” ve ondan sonra gelen “Come Inside”ı da başlangıçtaki öyküyle ilişkilendirdim dinledikçe. Erkek, evine gittiği kadının transseksüel olduğunu fark ettiğinde, o an yerinden kıpırdayamadığını anlatıyordu öyküde. "Frozen"da o ana atıf yapılmış olduğunu düşünüyorum. Staples'ın sürekli tekrarladığı “If I could just hold you” ifadesi, hem pişmanlık, hem öfke, hem de hüzün yansıtıyor. Tonlamalara ufacık nüanslar katıp, aynı ifadeyle farklı hisler yaratmak, ancak Staples gibi çok usta bir vokalin yapabileceği bir iş. "Frozen"da, altyapıda devingen bir caz devam ederken, üzerine eklenen perküsyon ritmiyle birleşen müzik, duygusal anlamda beni alt üst etti. Belki de bu nedenle, ilk dinlediğim andan beri adeta bir tutku haline geldi.

"The Something Rain", duyduğum en güzel saksofon sololardan biriyle romantizmin doruklarında gezinen “Come Inside”la devam ederken aklım yine metaforlara gitti; davet edilen yeri öykü doğrultusunda yorumladım. Kim bilir, belki de Tindersticks bunu hedeflememişti. Eğer öyleyse, benim yorumumu aklımın muzırlığına verin...

Albümün kapanışını 2 dakika 42 saniyelik enstrümantal “Goodbye Joe” yapıyor. Bu parçanın özel bir anlamı olduğunu, açılışı yapan öyküyle bağlantısı bulunduğunu hissediyorum; albümü sindirerek, sözlerine kulak vererek dinleyince bu sonucu çıkarıyorum. Hüzünlü bitmiyor albüm; film ayrılıkla sona eriyor ama müziğin verdiği hisse göre yakılıp yıkılmıyor ortalık.

Elbette albümle ilgili olarak her dinleyicinin yorumu farklı olabilir. Ben şarkıları, tematik olarak bir bütünün parçaları şeklinde çok bütünlüklü bir şekilde yorumladım. Bana göre, sanki her şarkı bir filmin ayrı bir sahnesine eşlik ediyor. Çok güzel bir film bu; hayalinizde canlandırırken hüzünlenebilirsiniz ama dingin bir son bekliyor sizi.



tindersticks - Frozen

-

11 Aralık 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 96: Yann Tiersen - Skyline (Mute Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 11 Aralık 2011

Yann Tiersen adını belki bazıları hatırlamaz ama aslında onun müziğini tanıyorlar. “Amélie” adlı filmi izleyen herkesi etkileyen muhteşem müziklerin yaratıcısı kendisi.

Benim ilgi alanıma daha önce, 1998 yılında çıkardığı ve Fransız müzisyen Dominique A ile işbirliği yaptığı “La Phare” ile girmişti. Daha sonraki yıllarda yaptıkları, ne yazık ki hep Amelie filminin gölgesinde anıldı. Oysa benim için Tiersen, müziğe deneysel yaklaşımı nedeniyle daima yakından izlenmesi gereken müzisyenler arasındaydı. Jane Birkin, The Divine Comedy, Tindersticks’den Stuart A. Staples, Cocteau Twins’den Elizabeth Fraser gibi birçok tanınmış müzisyenle işbirliği yaptı, bugüne kadar yedi stüdyo albümü yayınladı.

Bunları yapmış olmasına karşın, geçen yılki çalışması “Dust Lane”, Amerika’da da yayımlanan ilk albümü oldu. Akustik gitar, mandolin ve buzukiyi öne çıkarıp, klasik ve rock müzik unsurlarını buluşturduğu bu albümle yılın dikkat çeken isimlerinden biriydi.

Aradan sadece bir yıl geçtiği halde, bu yıl da yeni bir albüm yayımladı Tiersen. Röportajlarında “Skyline”ı da öncekiler gibi aynı yöntemleri uygulayarak, benzer esinlenmeler altında kaydettiğini vurguluyor. “Dust Lane”in kayıtları sırasında annesini ve bir arkadaşını kaybeden Tiersen’in ruh hali albümün genel havasına da yansımıştı. Ancak "Skyline"da daha iyimser bir hava seziliyor.

Fakat yine de sanılmasın ki, bu albümün her anı aydınlık. Kırılgan mandolin tınılarıyla başlayan “Hesitation Wound”da çöken hüzün, “Exit 25 Block 20”de karanlığa çekiyor insanı.

“Exit 25 Block 20”de girişteki hayvan ulumaları oldukça ürpertici olsa da, şarkı ilerledikçe orkestra çanı, synth, bas, gitar ve davul işin içine girdiğinde canlı bir atmosfer kuruluyor.

Tiersen, “Skyline”ın öncekilerden müzik üretme bakımından kendisi açısından farkı olmadığını belirtese de, dinleyici olarak bizim duyduğumuz bazı değişiklikler içeriyor. Önceki çalışmalarında piyano, org ve yaylılar başroldeydi; elektrik ve akustik gitarla birlikte yaylılar ve synth daha ön planda. Bunun yanı sıra üzerinde oynanıp bozulmuş birtakım garip sesler ve vokaller de kullanılmış.

Albümün kapanışını adeta aradığı suyu bulup huzura ulaşan bir insanın hissettiği rahatlamayı anımsatan “Vanishing Point”in dingin melodisiyle yapıyor Tiersen. Bu şarkıya vokal katkısında bulunan isimler, Efterklang, Peter Broderick, Heather Woods ve Daniel James. Tam 40 dakikalık albüm huzurla bitecek derken birden ses bozuluyor ve şarkı, son 9 saniyede teybe dolanan kasetten çıkan sesleri andıran garip seslerle bitiyor.

Yarattığı atmosferler açısından bütünlüklü bir yapı sunmuyor “Skyline” ama keşfedilecek ilginç sesler ve çok güzel melodiler barındırıyor. Es geçmeyin.





9 Nisan 2011 Cumartesi

“Claire Denis ile çalışmak bizi değiştirdi”


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 9 Nisan 2011

11 Nisan Pazartesi akşamı Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında özel bir proje gerçekleşecek. Alternatif rock grubu Tindersticks, festivalin bu yıl Uluslararası Yarışma Jüri Başkanı da olan yönetmen Claire Denis’nin filmlerinden görüntüler eşliğinde, o filmler için yaptığı müzikleri çalacak. Grubun vokalisti Stuart A. Staples’la hem sinemadan hem müzikten konuştuk.

Sine-konserinizin dünya prömiyeri İstanbul’da yapılacak. Nasıl hissediyorsunuz?

Bir hafta öncesine göre farklı hissediyorum. Çünkü bu iş artık kafamda sadece bir fikir olmaktan çıktı. Nasıl olacağına dair daha çok şey biliyorum. Altı aydır planlama konusunda oldukça belirsizlik vardı. Provalara başladığımızdan bu yana neler yapılabileceğinin farkına vardık. Bu nedenle daha heyecanlıyım.

15 yıldır Claire Denis ile çalışıyorsunuz. Sizi onun filmleri için müzik yapmaya çeken neden neydi?

Claire ile ilk buluştuğumuzda onun hakkında pek fazla bir şey bilmiyorduk. Ancak konuşmaya başladığımızda, giderek yakınlaştığımızı, aynı dili konuştuğumuzu fark ettik. Şans eseri birtakım bağlantılar sonucu doğup gelişen bir ilişkiydi bu. İkinci albümümüz “Nenette et Boni”de onunla çalışırken hep birlikte şekillendirdiğimiz bir deneyim oldu. O zamandan bugüne uzun yol katettik. Öylesine yoğun etkileşimli bir ilişkiyi birden koparmanız olanaklı olmuyor. Müzisyenlerin birlikte yıpratıcı süreçlerden geçerek konser vermeleri, albüm yapmaları ve sonra da bunun ne kadar zor bir süreç olduğunu anlatmaları gibi bir şey bu da...

Claire Denis filmlerini izleyip sizin o filmler için yaptığınız müziği dinledikten sonra, grubun Denis ile adeta ruhani bir birliktelik içinde bulunduğunu söylemek zor değil. Katılır mısınız buna?

Çalışma yöntemlerimiz arasında birçok benzerlik var. Birbirimizi gayet net anlayabiliyoruz. Onunla çalışmanın en iyi ve en zor yanı şu: Karşılıklı görüş alışverişi talebi var Claire’in. Biz hiçbir filmi için gidip müzik sunmadık, o da hiçbir zaman “Ben şöyle bir şey istiyorum” demedi. Onun bilmek istediği filmdeki görüntülerin müzikle birleşip nasıl duygusal tepkiler yaratacağı. Bu noktada konu üzerinde bir fikir tartışması başlıyor. Eğer bize filmin hangi noktasında nasıl bir müzik istediğini söylese daha kolay olabilirdi; ama öyle bir sınırlama durumunda olasılıklar azalır ve bu önceden planlanan sonuçları elde etmek için yapılan bir tür görev haline gelir. Bizim böyle bir işte bekleneni vereceğimizi sanmıyorum. Bizim yaptığımızsa, deneyimleme ve ona tepki verme, fikirler çerçevesinde birkaç hafta süren tartışmalar ve senaryo yazımının başından sonuna kadar görüş alışverişleriyle devam eden bir süreç.

Bir besteci bir yandan yönetmenin isteklerine bağlı kalırken, bir yandan da nasıl kendi duyguları doğrultusunda müzik üzerinde yeni fikirler geliştirebiliyor?

Arada kalan ufak bir boşlukla ilgili sanırım. Ama Claire çalıştığı herkesten kendilerini ifade etmelerini, onları duygusal olarak harekete geçiren şeyleri anlatmalarını istiyor. Etrafındaki çalışanları serbest bırakırsa onların en iyisini ortaya koyacağına yürekten inanıyor. Claire’in sahip olduğu önemli bir özellik bu. Ben de onunla çalıştığımız yıllar boyunca bu özelliği kazanmaya ve Tindersticks’le uygulamaya çalıştım. Bir film düşüncesi, senaryo söz konusu olduğunda benim için önemli olan, orada işleyebileceğim bir palet bulmak, hareketlere uyum gösteren sesler peşinde koşmak. Gruptan arkadaşımız Dave için bu daha farklı sanıyorum. Onun film müziği geçmişi var. Örneğin Calire Denis ile son filmimiz “White Material”da ben daha çok ses kolajlarıyla deneyim yapma peşine düştüm. Beni etkileyen sesleri ve duyguları bulmaya çalıştım. Dave için başkaydı; o atmosfere uygun kordlarla daha temelden bir çalışma yürüttü.

Bir film müziği üzerinde hangi aşamada çalışmaya başlıyorsunuz? Müzik hakkında düşünmeye başlamadan önce filmin son kurgulanmış halini mi görüyorsunuz yoksa senaryoyu okuyup bazı sahneleri mi izliyorsunuz?

Claire, Fransızca yazılmış senaryonun bizim için İngilizce’ye çevrilmiş kopyasını veriyor. Daha sonra bazı çekimlere davet ediliyoruz. O aşamada artık kesin olmayan fikirler üzerine tartışmamız başlıyor. Son kurguya ulaşmak için hep birlikte çalışıyoruz. O noktaya varana kadar sürekli değişiklikler oluyor.

Film müziklerinin ilginç bir tarafı var. Filmden müziği çıkardığınızda görüntülerin etkisi önemli oranda azalıyor. Sizce müzik filmde nasıl bir rol üstleniyor? Müzik yönetmenin konuya bakış açısını netleştirmesine yardımcı mı oluyor yoksa filmin kendisi müzikten ne beklenildiğini açıkça ortaya koyuyor mu? Yani siz görüntüleri destekleyen mi yoksa onu yönlendiren film müziklerini mi tercih ediyorsunuz?

Bu söylediğiniz, müziğin yarattığı duygusal etkinin her hareketi açıklamak için kullanıldığı durumla ilgili. Genel olarak modern sinemada filmde olanlar hakkında izleyicinin düşüncelerine fazla yer bırakılmıyor. Her şey, her görüntü, her müzik, size yönetmenin düşündüğünü düşündürtmek için kullanılıyor. Claire’in çalışma yöntemi tam tersi. Bize göre mutlaka izleyicinin hayal gücü ve düşünceleri için yer kalmalı. İzleyicinin bunu yapması için de kendisine dönüp bazı sorgulamalar yapması gerek. Sanırım Claire de “Trouble Every Day”i korku filmi olarak tanımlar. Orada bazı şeyleri müzik olmadan göstermek zorundasınız. Çünkü çok sarsıcı sahneler bunlar; müziğin rolünü üstlenebilir ve böylece çok daha etkileyici olabilir. Yine o filmi izlediyseniz, sonunda duyduğunuz müziğin asla o tür ya da ona yakın görüntülerle eşleşebileceğini düşünmemiştik. Oradaki yıkıcı etkiyi bir parça hafifletti kanımca. Bunların hepsi tercihlerle ve yaratılmak istenilen etkiyle ilgili.

Peki konserde gösterilecek görsellerin nasıl bir rolü olacak sizce?

Orada grupla görüntüler arasında değişken bir denge kurmak istiyoruz. Umarım bazen biz görüntülerin yerine geçeriz, bazen de görüntüler öne çıkar. Sürekli aynı etki altında kalınmasını istemeyiz. Yaptığımız provalarda da konuşmaların çoğu, bu değişken bakış akışını nasıl kurabileceğimiz hakkında.

Ben bir Claire Denis filmi izleyip sizin sesinizi orada duyduğumda, o ses bana filmin ana karakterlerinden birisi gibi geliyor. Çünkü çok güçlü bir sesiniz var. Merak ettiğim siz kendi sesinizi filmde duyunca ne hissediyorsunuz? Onu bir bütünün parçalarından birisi gibi mi düşünüyorsunuz yoksa tek başına sürükleyici bir unsur mu?

Bu açıdan da değişen durumlar söz konusu. “Trouble Every Day”de çok etkiliydi sanırım. Claire bizimle film ve açılıştaki öpüşme sahnesi hakkında konuştuğunda, bu yönde olması doğrultusunda fikir birliğine varmıştık. Filmde bizim doldurabileceğimiz boşluklar vardı. Çok da başarılı bir çalışma oldu. Ama “35 Rhums”da müzik sadece hayatın güzelliği, her gün hissedilebilecek bir keyfi yansıtıyordu. Bana göre en etkili olanı, “White Material”dakiydi. Sadece yeryüzüyle ilgili bir çalışmaydı. Müzik de bir tek oradan kaynaklandı, kendine özgü acıları da taşıyordu içinde. Hepsinin gerçekten diğerlerinden çok farklı olduğunu düşünüyorum.

Bazı film müziği bestecileri bir filmin başarılı olması için öncelikle müziğinin başarılı olması gerektiğini, aksi halde filmin de başarısız olacağını düşünüyor. Siz katılır mısınız bu görüşe?

“Çok iyi bir filmdi ama müzik kötüydü” diyeceğiniz bir filme sık rastlayacağınızı pek sanmam. Sinema için müzik yapmaya başladığımdan bu yana bakış açım farklılaştı. Artık bir filmi izleyip, “Sinematografi iyiydi ama senaryou fırlatıp atardım” diyebiliyorum. Bir filmi başarısında rol oynayan o kadar çok önemli parça var ki... Bu anlamda müziği, sinematografi, kurgu, senaryo ve oyunculuktan ayırmam.

Kanımca Tindersticks’in yaptığı film müzikleri, film olmadan kendi başına da etkili olabilecek kadar güçlü. Bu, besteleme aşamasında bilinçli olarak planladığınız bir şey mi?

Bu, Claire’in çalışma tarzından ileri geliyor. Bizden asla bir sahneye bir duygu katmamız yönünde bir talepte bulunmadı. Bu nedenle onun filmleri için yaptığımız parçalar, filme belirgin bir anlam yüklemekten ziyade, hep kendi karakterlerini ortaya koyabilen müzikler oldu. Bilinçli olarak değil ama kendiliğinden gelişen bir süreçti bu. Filmlerde bizim için ayrılmış bir boşluk hep oldu.

Claire Denis için yaptığınız film müzikleri içinde hangisi sizi hala diğerlerinden daha çok çarpıyor?

Bu tür bir sine-konser projesine giriştiğimizden bu yana yaptığımız her şeyi gözden geçirdik. Konser için toplam 22 parça seçtik. Ben özellikle “Nenette et Boni” adlı filme ve onun için yaptığımız müziklere karşı yoğun duygular içindeyim. Bizim için o filmlerdeki görüntülere bakıp büyük bir keyif hissi almak çok kolay. Ama “White Material”a müzik yapmak kolay değildi. Onun müziğini çalmak bile bizim için zorlayıcı.

Neden?

Çünkü orada daha soyut bir arka planda sesler ve duygular arasında zorlayıcı bir araştırma süreci gerektirdi. Filmin kurguladığı mekanda kaybolduk adeta. İki hafta boyunca sürekli çalarak ciddi bir deneyim yaşadık. Şimdi provalar sırasında da hepimizde değişim olduğunu gördük, farklı mekanlardan farklı duygularla dönünce bu müziğe de yansıyor. Zor olmasına karşın aynı zamanda çok da heyecan verici.

Film müziği besteleyerek geçirdiğiniz bu 15 yılda temel olarak ne öğrendiniz?

Sanırım genel anlamda müzik yapmanın ne demek olduğunu öğrendim. Grup olarak zamanımızı çoğunlukla kendimiz için yapmamız gereken işlere ayırıyoruz. Claire’le olan işbirliği bize kendimizin dışına bakmayı ve sadece kendimizi düşünüyor olsaydık üzerinde çalışmayacağımız bir iş için uğraşmayı öğretti. Her defasında da bizde değişimlere yol açtı. Her defasında geri dönüp yaptığımız işe baktığımızda farklı bir bakış açısı kazandık. Gelişmemiz için son derece önemli bir katkıydı bu. Neden buradayız ve neden müzik yapmak için bir araya geldik? Bunu sağlayan fikirleri ortaya çıkarıp onların peşine düşmemiz, büyük ölçüde başarıya giden yolu açtı. Bundan hoşnutum ama doğrusu hala kendimi beceriksiz hissediyorum...

Claire Dennis dışında çalışmayı arzuladığınız bir yönetmen var mı?

Bir gün öyle biriyle karşılaşmayı arzu ederim. Ama doğru bir işbirliği kurmak gerekir. Bugüne kadar çalışırken sahip olduğumuz özgürlüğü kaybedip daha sınırlayıcı bir ortama girmek bizim için zor olur. Bu konuda endişemiz var. Ayrıca son 15 yılda Claire’in görüntüleriyle müzik arasında iyi bir denge kurduk. 2.5 yılda bir yeni bir film için müzik yapmak da güzel. Bundan daha fazlası bizi pek mutlu etmez.

Son olarak Tindersticks’le ilgili planlarınız neler? Yeni bir albüm üzerinde çalışıyor musunuz?

Sürekli yeni besteler üzerinde çalışıyoruz. Birçok farklı fikri değerlendiriyoruz. Sanırım bu yeni materyallerin ne zaman yayınlanacağını onları bitirdiğimizi düşündüğümüzde bileceğiz. Bu çalışmalara yeterli zaman ayırırsak, yazın tamamlamış olmayı umuyorum.





23 Eylül 2010 Perşembe

Dinleyici konuştu, Tindersticks sustu...


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 22 Eylül 2010

Pazartesi akşamı İstanbul’un gözde konser mekanlarından Babylon’un sezon açılış konseri vardı. İngiliz alternatif rock grubu Tindersticks’i dinlemek üzere asma katın en önünde yerimi aldım. Konser yarım saat gecikmeli olarak başladığında salon tamamen doluydu.

Ancak konserlerdeki doluluk, ülkemizde insanların müzik dinlemeye geldiği anlamını taşımıyor. Geliyorlar, çünkü “Ben de oradaydım” demek istiyorlar; ya davetiyeleri var, bilet için para harcamamışlar ya da orada arkadaşlarını görüp sosyalleşmek istiyorlar.

Ne yazık ki Türkiye’de konser dinleyicisinden çok konser izleyicisi var. Sahneye baksa da konuşmaya devam eden, 1.5 saat susup müziğe kulak veremeyen, dünya çapında müzisyenlere kendilerini kötü bir yemekli gazinoda çalıyormuş gibi hissettiren bir kitle bu...

O kitlenin bir bölümü, o akşam Babylon’da da vardı. Onlar sürekli konuşup müziği bastırınca, grup konsantrasyon zorluğundan “Factory Girls” adlı yeni şarkıya defalarca giriş yapamayıp çalmaktan vazgeçti. Birileri konuşmayı kesmediği için, bizler de Tindersticks’in bugüne kadar yaptığı en güzel şarkılardan birisini canlı dinleme mutluluğunu yaşayamadık!

Ve sonunda vokalist Stuart Staples, o muhteşem bariton sesiyle şu uyarıyı yaptı: “Bizim için zor bir gece oluyor. Bazıları bilet alıp konsere gelir ve dinler, bazılarıysa dinlemez. Bu bir utanç. Duyarlılığınız için teşekkür ederiz...”

TERAPİ GİBİ KONSER

Gelelim Tindersticks’in performansına... Grup, yedi kişilik bir ekiple, sahneye saat 11’de çıktı ve başladı “Falling Down a Mountain”i çalmaya...

Perküsyon ve saksofonun estirdiği caz havasıyla ısınmışken, ardından yine son albümden “Keep You Beautiful” geldi. Bilinen depresif Tindersticks baladlarına göre hafif bir melankoli içeren bu iki şarkıyla giriş yapsalar da, hüzne geçişleri fazla uzun sürmedi. “Sometimes It Hurts” ve “Marbles”dan sonra, “Raindrops”la yitip giden aşkın peşine düştüler...

Çello ve akustik gitarın eşlik ettiği “She’s Gone”, kaybolan sevginin üzüntüsünü yansıttı. Zaman zaman Latin esintili “She Rode Me Down” gibi parçalarla tempo tutup hareketlendik. Ama hemen sonrasında, biten bir ilişkinin arkasından “Can We Start Again?” diye soran Staples’ın etkileyici yorumuyla çarpıldık.

Kapanışta son albümden indie-pop esintili “Harmony Around My Table”a alkışlarla tempo tuttuk. Grup sahneden ayrıldığında, konser sırasında dinleyicilerin saygısız tavrını düşününce, bis için geri geleceklerinden umutlu değildim. Ama ısrarlı alkışlar sonucunda geldiler ve “Before You Close Your Eyes” ve “No Man in the World” ile konsere noktayı koydular.

Gece 1’e doğru Babylon’dan çıkarken “Terapi gibi konserdi” diye geçirdim içimden. Sokaktaki itişmeden, ülkedeki kavgadan uzak, müzikle dolu birkaç saat yaşamıştık.

Aslında konser boyunca ayrılıktan, yalnızlıktan, ulaşılamayan aşktan söz eden şarkılar dinlemiştik. “Böyle terapi mi olur?” diyebilirsiniz... Ama bunu demeden önce, Tindersticks’in içtenliğini hissetmeli, yeteneğine tanık olmalı, Staples’ın olağanüstü güzellikteki sesini duymalı ve hüznün nasıl asil bir şekilde anlatılabileceğini dinlemelisiniz.

O zaman bunu sormayacağınıza eminim...

-

20 Ocak 2007 Cumartesi

26 Ocak’ta Hangi Konsere Gideceksiniz?


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/20 Ocak 2007

Karar vermekte zorlandığınız ama bu durumdan hoşlandığınız anlar var mıdır? “İnsan bundan neden hoşlanır ki?” diye düşünebilirsiniz. Fakat söz konusu kararı zorlaştıran neden eğer seçenek çokluğu ise, bu bir açıdan sevindirici bir durum olarak da görülebilir. İşte 26 Ocak günü İstanbul’da yaşayan müzikseverler için böyle bir gün olabilir. Çünkü aynı saatlerde hem Gotan Project hem de Stuart A. Staples konseri var. Soru şu: Hangisine gideceksiniz?

Ben birkaç yıl önce, New York’ta Central Park yaz konserleri kapsamında her ikisini de izleme olanağı bulduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Ama yine de, o karar vermekte zorlandığım ve bu durumdan hoşlandığım anın keyfini çıkarıyorum. Çünkü bu bana İstanbul’un giderek bir kültür metropolü olma yolunda ilerlediğini hissettiriyor. Son yıllarda özellikle müzik alanında yaşanan gelişmeler, oldukça umut verici. Müzisyenler ve gruplar yeter ki ülkemize gelsinler, ben hangi konsere gideceğime karar vermek için zorlanmaya çoktan razıyım! (Bunu söylüyorum ama sakın ha David Bowie ile Brian Eno aynı gün gelmesin. Öyle bir durumda ne yaparım bilmiyorum…)

Tophane-i Amire’de Buluşan Tango ve Elektronik Müzik

Öyleyse, konserler arasında seçim yapmayı belki kolaylaştırabilir umuduyla, 26 Ocak günü güzel İstanbul’u daha da güzelleştirecek olan müzisyenlerin kimler olduğuna bakalım.

Tophane-i Amire gibi son derece etkileyici tarihi bir mekanda sahneye çıkacak olan Gotan Project, tango ve Latin Amerika ezgilerini elektronik müzikle buluşturuyor. Grubun isminde yer alan “Gotan” kelimesi de Buenos Aires sokak dilinde “tango” anlamına geliyor. 2000 yılında kurulan grup, 2001’de yayımlanan “La Revancha del Tango” adlı albümle büyük çıkış yapıp, tüm dünyada tanındı. Dünyanın pek çok kentinde 200’den fazla konser veren Gotan Project, geçen yılın mart ayında çıkan “Lunatico” adlı albümle de elde ettikleri başarıyı pekiştirdi.

Tangonun modern yüzü olarak görülen grup, konserlerinde akordeon, gitar, keman, piyano ve vokali bir arada kullanıyor. Onlar sahnedeyken, kendinizi konserden daha çok, sanki bir şenlikte hissediyorsunuz. Central Park’taki konserlerinde dev bir video ekran ve sahnedeki dansçıların ekrana yansıyan o kusursuz görüntüleri eşliğinde izleyenlere unutulmaz dakikalar yaşatmışlardı. Müzikleri öylesine tutkulu ve coşkun ki, kendinizi sahneye atıp dans edesiniz geliyor. Fakat dansçıların profesyonelliği karşısında, yerinizde dans eder gibi yapmanızın kendiniz ve herkes için çok daha iyi olduğunu fark ediyorsunuz. Elektronik müzikle harmanlanan tangonun ruhunuzu İstanbul’dan alıp Arjantin sokaklarına taşımasını istiyorsanız, 26 Ocak günü Tophane-i Amire’de olun.

Tindersticks’in Karizmatik Sesi

Aynı gecenin diğer önemli konseri, Stuart A. Staples tarafından Beyoğlu’ndaki Yeni Melek’te verilecek. Kimdir Stuart A. Staples? 90’lı yıllarda efsaneleşen ünlü İngiliz topluluk Tindersticks’in karizmatik sesidir. O öyle bir sestir ki, bir kere duyduysanız hayatınız boyunca unutmanız olanaklı değildir. Aşk ve ayrılık hikayelerini anlatan melankolik şarkıların mimarıdır o. Adı Leonard Cohen, Tom Waits ve Nick Cave gibi dev sanatçılarla birlikte anılır. Müzikal çizgisinden hiçbir ödün vermeden ticari başarıya ulaşabilen Tindersticks’in güçlü sesidir o. Bob Dylan, Neil Young, Lou Reed gibi ozan şarkıcıların geleneğini izler. Duruşu, sesi ve giyimiyle Tindersticks efsanesinin sembolüdür.

Stuart A. Staples, son birkaç yıldır solo çalışmalarına ağırlık veriyor. Yann Tiersen, Terry Edwards ve Tiger Lillies'den Adrian Huge'dan yardım alarak çıkardığı ilk solo albümü “Lucky Recordings”den sonra, 2006 yılında olgunluk albümü olarak nitelendirilen “Leaving Songs”u çıkardı. Staples, bütün Tindersticks albümlerinde olduğu gibi, solo albümlerinde de o içinize işleyen mükemmel karanlığı yansıtmayı başardı.

Central Park’taki Tindersticks konserinin yarattığı duygu selinden henüz çıkmamış bir halde eve doğru yürürken arkadaşımın, “Bu adamlar dünyanın en depresif müziğini yapıyor olmalı. İyi de bu melankoli neden bu kadar çekici, onun yanıtını bulamıyorum,” dediğini hatırlıyorum. Belki de yanıt Staples’ın sesinin büyüsünde ya da o sesin yansıttığı kelimelerin anlamında…

Ben 26 Ocak için kararımı verdim. Yeni Melek’in bir konser için taşıdığı tüm olumsuzluklara karşın, Stuart A. Staples’ın güçlü sesinin cazibesine karşı duramıyorum.

Translate