Nick Cave etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nick Cave etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2013 Salı

VEGAN LOGIC XXII- EN SEVDİĞİM ERKEK VOKALLER-


20.05.2013 tarihinde Dinamo FM'de (103.8 live.dinamo.fm) canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı ve şarkı listesi. (Programın bir yerinde şarkı sıralamasını şaşırdım ve anons hatalı oldu, sonra da diğer anonsu zor toparladım ama kusura bakmayın, canlı yayında bazen oluyor böyle aksilikler.)







1- Brendan Perry - Wintersun
2- Scott Walker - Alone (Jacques Brel cover - live @ BBC/1969)
3- Marc and the Mambas (Marc Almond) - Black Heart
4- Tindersticks  (Stuart Staples) - (Tonight) Are You Trying to Fall in Love Again?
5- David Sylvian & Ryuichi Sakamoto - Forbidden Colours
6- Mark Lanegan - Deep Black Vanishing Train
7- Leonard Cohen - A Thousand Kisses Deep (Recitation) - Live in London
8- Nick Cave and the Bad Seeds - Opium Tea
9- Nick Drake - Northern Sky
10- Joy Division (Ian Curtis)  - Transmission
11- The Sound (Adrian Borland) - Total Recall
12- Depeche Mode (Dave Gahan) - Should Be Higher
13- David Bowie - I’m Deranged (reprise)
14- Morrissey - Whatever Happens, I Love You

-

15 Mayıs 2013 Çarşamba

NICK CAVE ADLI FANTASTİK BİR DÜNYA




55 yaşında, yaklaşık 40 yıldır sahnede, besteci, yazar, senarist, oyuncu... Birisine tanımadığı bir insanı bu şekilde anlattığınızı düşünün. Büyük olasılıkla daha adını bile duymadan etkilenecektir. Ama gelin görün ki, sözünü ettiğiniz o sanatçı Avustralyalı alt-rock ikonu Nick Cave bile olsa, hâlâ her konserde sahneye çıkmadan önce içinde bir korku yaşıyor, ne zaman bir albüm yayınlasa insanların o kadar da iyi olmadığını düşünecekleri endişesini taşıyor. Herkes Nick Cave and the Bad Seeds’in birkaç ay önce çıkan yeni albümü “Push the Sky Away”e övgüler yağdırırken, o, bu tür bir ruh haline giriyor. 

Dünya turnesini sürdüren Nick Cave ve grubunu geçen ay New York konserinde izlemeye giderken aklımda bunlar vardı. Ben koltuğuma oturup mutlulukla sahneye bakarken, aynı sahnenin tam ortasında durup bütün dikkatleri üzerinde toplayan müzisyen neler hissediyor olacaktı? Duygularının dışavurumu Beacon Theater’ı tıklım tıklım dolduran izleyicilere nasıl geçecekti? Konserde müziği dinlerken, bir yandan da bu gözle inceledim Nick Cave’i.

Beklenen an gelip de karşımızda grubuyla birlikte onu gördüğümüzde, bir süre dinmeyen çığlıklara maruz kaldı kulaklarımız. İnce uzun endamı, heybetli duruşu, sert bakışları, ölene kadar boyayacağını söylediği simsiyah saçları ve üzerindeki jilet gibi takım elbiseyle sahnede estirdiği karizma mıydı o etkiyi yaratan? The Guardian’ın mart ayında yayınladığı 50 yaşın üzerinde en iyi giyinen ünlüler listesinde yer alıyor Nick Cave. Tarantino gangsterlerinin tarzına sahip, dünyanın tek “chic goth”u diye tanımlamışlar onu. O kadar çarpıcı bir dış görüntüsü olmasa, romantik şair ruhu yine de aynı çığlıkları duymamıza neden olmaz mıydı? Bariton sesi kalbimizde sarsıntılar yaratıp, bizi garip bir şekilde ona çekmez miydi? Çekerdi elbette, en azından benim için öyle...

Ancak ilginç olan, bunca yeteneğe ve böyle bir karizmaya sahip olan sanatçının hâlâ insanların onda beğenilmeyecek bir yan bulacağından endişe duyması. Bir röportajında, kendine güvensizliğinin arkasında üniversiteyi tamamlayamamasının da etken olduğunu söylemişti. Ancak sanat eğitimi alırken bitiremediği o üniversite, 30 yıl sonra kendisine onursal doktora ünvanı verdi. Bunu annesine söylediğinde, 85 yaşındaki ağırbaşlı kadın, “Başını dik tut ve siktir et gerisini!” diyerek kendisinden hiç beklenmeyen bir küfür sallamış. 

Birçok kişinin tanrılaştırdığı bir sanatçının da, bir zamanlar bazı alanlarda başarısız olmuş olabileceğini düşünmeyiz genellikle. O bizim için bugün gördüğümüz haliyle kalıplaşmış bir efsane gibidir aslında. Beacon Theater’da sahnede gördüğüm Nick Cave, bütün kontrolü elinde tutan büyük bir profesyoneldi. Çocuklardan oluşan Harlem Voices adlı koroyu yönlendirdi, şarkıları seslendirirken eğilip en öndekilerin gözlerinin içine dik dik baktı, söylediği sözleri teatral bir şekilde yorumladı. Uzun bacaklarını açıp havaya tekmeler savurdu, bedenini özgür bıraktığı çeşitli dans figürleri sergiledi, zaman zaman sanki bir vaiz gibi ellerini iki yana açıp olabildiğince gür sesiyle inletti salonu. Aşk, din, ölüm, kader, kurtuluş ve Tanrı üzerine düşüncelerini yansıtan şarkılarını söylerken, hissettiklerini bedeniyle de destekliyor, sahnenin bir yanından diğer yanına savuruyordu kendisini. 

UYUŞTURUCU SARMALINDAKİ KAOTİK HAYATTAN SAKİN AİLE BABALIĞINA 

Hiç kuşkusuz 1970’lerin öfkeli The Birthday Party döneminden beri canlı performansı en güçlü müzisyenlerden birisi Nick Cave. O günlerden bu yana, David Bowie ve Johnny Cash’ten aldığını söylediği ilk ilhamı dönüştürüp kendisini geliştirmeyi bildi. The Birthday Party, gitarist Rowland Howard ile Cave arasındaki anlaşmazlık ve uyuşturucu bağımlılıkları yüzünden 1983’te dağılınca, aynı yıl multienstrümantalist Mick Harvey ve gitarist Blixa Bargeld ile birlikte The Bad Seeds’i kurdu. Grup bugüne kadar varlığını başarıyla sürdürdü ama önce kurucu üyelerden Blixa Bargeld 2003’te, ardından da 2009’da 25 yıl sonra Mick Harvey ayrıldı. 

Cave, 2000’li yıllarda bu kez Grinderman adlı garage rock grubunu kurdu. Multienstrümantalist, besteci Warren Ellis’i de yanına alarak başlattığı Grinderman, kendi ifadesine göre The Bad Seeds’e atılmış bir bombaydı; karınıza geri dönüp bir dönem metresinizin olduğunu itiraf etmek gibiydi. Çok yıkıcı da olabilecek bir gelişmeydi ama aksi oldu; grupta belli bir rahatlama sağlamıştı Grinderman. Çünkü The Bad Seeds söz konusu olduğunda üzerinde hissettiği baskıyı Grinderman’de hissetmedi Cave. “Grinderman’le utanacağımız bir iş yapsak da, berbat bir albüm yayınlasak da olur ama The Bad Seeds ile olmaz,” diyordu.
 
Cave’in müzik hayatındaki bu gelişmelerle birlikte özel hayatında da değişiklikler oldu. Eski yılların uyuşturucu sarmalındaki hırçın günleri de, Blixa Bargeld ile paylaştığı kaotik sahne de geride kaldı. Artık içki de sigara da içmiyor. Avustralyalı ozan şarkıcı Anita Lane ile 80’lerin ortasında biten ilişkisinden sonra Brezilyalı gazeteci Viviane Carneiro ile tanışıp, bir çocuk sahibi oldu. 1990’larda PJ Harvey ile "The Boatman's Call" gibi gelmiş geçmiş en romantik albümlerden birine ilham veren bir ilişki yaşadı. Bir süre adı Kylie Minogue ile anıldı; birlikte unutulmaz "Where the Wild Roses Grow" adlı düete imza attılar. Ama en nihayetinde 1997’de modellik yapan Susie Bick ile karşılaştı, 1999’da evlendiler, ondan da ikiz erkek çocuk sahibi oldu. 

Depresyonlu günlerini Brezilya’da geçirdiği dönemde aştı, şimdi çocuklarına düşkün bir aile babası. Melbourne, Londra, Berlin, New York, Brezilya şeklinde süren yerleşim yeri zincirinin son durağı şimdilik Brighton. 

2011’de Grinderman’i dağıtıp, hem palabıyığını hem de gürültülü soundu geride bırakarak The Bad Seeds ile daha sakin sounda döndü ama onunla ilgili değişmeyen şeyler de var: Hâlâ eskisi kadar huysuz, çok verimli ve yaratıcı. 

Kısa bir süre önce Twitter üzerinden hayranlarının sorularını yanıtladığı röportaj, aksi kişiliğini bir kez daha ortaya koydu. Gerçi bir zamanlar röportajın ortasında gazeteciye yumruk atan ve “Scum” adlı şarkısında NME yazarı Mat Snow’u kendisine “kötü ruhlu cüceyi hatırlatan pislik” olarak niteleyen birisi için, Cave’in artık biraz daha olgunlaşıp durulduğunu söylemek yanlış olmaz. Ters yanıtlar verse de yumruk atmıyor en azından. Yanlış anlaşılmasın; bunları onu olumsuz yönde eleştirmek için değil, onun karakterinin bir parçası olduğu için yazıyorum. Cave, kişiliğine ihanet edip sempatik görünmeye çalışsa, ben hiç memnun olmam. 

ŞARKILARLA ÇIKILAN GERÇEKÜSTÜ SEYAHATLER

Aşırı uçları bünyesinde toplayan bir yapısı var Nick Cave’in. New York konserinde çığlıklar atıp haykırırken bir an geldi oturdu piyanosunun başına “Love Letter”, “People Ain’t No Good” gibi eski baladları sakince ve dokunaklı bir sesle söyledi. Sonra aniden kalktı yerinden, yeni albümdeki “Jubilee Street”i olabildiğince vahşi bir tonda kendini yıpratarak yorumladı; şiddet, seks, yeniden doğuş ve günah vardı şarkının özünde. Hayalindeki bir sokakta yaşanan utançları anlatırken hem bizi hem kendisini oraya götürdü. Ben Jubilee adlı sokağı konserde gördüm. O şarkı sırasında Nick Cave’in kendinden geçercesine dans edişini hiç unutmayacağım. Ne zaman “Jubilee Street”i duysam, Nick Cave ile o sokakta yürüyor olacağım.

Görsel olarak dış dünyada var olmayan olgular hakkında şarkı yazmakta zorlandığını söylüyor Nick Cave. Belki de bir zamanlar ressam olmak isteyip olamadığından, imajlara karşı açık bir düşkünlüğü var. Bütün ilhamını gördüklerinden, yaşadığı olaylardan alıyor ve onları o güzel kafasının içinde evirip çevirip yeni bir hale sokuyor. Sadece şarkılarını yazarken değil, onları sahnede seslendirirken de olabildiğince o görselliği yaşamak istiyor.

New York konserinde “Stagger Lee”yi söylerken şarkıda anlatılan bardaki kadını canlandırsın diye kalabalığın içinden 30’lu yaşlarında birisini sahneye çıkardı. Cave, “Kadın bardan çalımla yürüyüp eteğini yukarı çekti, Stagger Lee ile flört etmeye başladı,” dediğinde, izleyici kadın elinden geleni yaptı ama ne kıyafeti ne de kolundaki çantası şarkıdaki kadının çalımını canlandırmaya uygundu. Benim açımdan bu sahneyi izlemek gereksiz bir dikkat dağıtma nedeni oldu ama Nick Cave o sırada 19. yüzyılda Ortabatı Amerika’da yaşayan kadın tüccarı Stagger Lee ruhuna bürünmüş gibiydi.

Gerek müzik gerekse edebiyat alanında olsun, yazdığı her materyalde görüldüğü gibi, bizi kendi özel evreninde gerçeküstü bir seyahate çıkarıyor Cave. Örneğin, The Bad Seeds’in 1986 albümündeki “Hard On for Love”da, Tevrat'tan bir ilahiyi (Psalm 23) alıp pornografik bir nitelik taşıyan şarkı sözleriyle kullanır. 2009’da yayımlanan ikinci romanı “The Death of Bunny Munro”, karısı intihar eden orta yaşlı, hovarda bir kozmetik ürünleri satıcısının sapkın eğilimlerine, dejenere olmuş yaşantısına ve ahlaki çöküşüne tanık eder okuyucuyu. 

YARATICI İMGELEM, KUTSALLIK, TANRI

Kara komedi ile absürd olayları, gerçek dünya ile ruhani dünyayı organik bir şekilde harmanlama yeteneği var onda. Bir dönem Hıristiyan olduğunu söylüyordu ama artık dindar ya da Hıristiyan diye nitelemiyor kendisini; sadece Tanrı’nın varlığına inandığını, şarkılarında kutsal kavramının yer aldığını belirtiyor. Ancak bir yandan da Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda izi bulunan Higgs bozonuna atıf yapan “Higgs Boson Blues” isimli bir şarkı yazıp, bunu farklı bir konsept için kullanıyor. Nick Cave’in aklının nasıl çalıştığını anlamak adına bu şarkıyı mercek altına alacağım.

Adına bakıp şarkının sadece Tanrı parçacığı hakkında olduğunu sanabilirsiniz ama öyle değil. Çünkü söz konusu olan Nick Cave; hem dile çok hakim hem de içinde bin bir çeşit fikir dolanan yaratıcı bir beynin sahibi. Şarkıyı dinlediğimizde, 27’ler Kulübü’nün üyelerinden Amerikalı blues şarkıcısı Robert Leroy Johnson’ın sırtında 10 dolarlık bir gitarla melodi peşinde dolaştığını, Martin Luther King’in Memphis’te vurulduğunu, Amerikalı şarkıcı-oyuncu Miley Cyrus’un Los Angeles’ta bir havuzda salındığını ve kendisinin de Cenevre’ye doğru yol aldığını duyuyoruz.

Bütün bunları nasıl bir araya getirmiş olabilir? Hikayenin çıkış noktası çok basit ama gelişimi karışık. Çocuklarını Madame Tussauds Müzesi’ne götürmüş Nick Cave. Çocuklar, orada Miley Cyrus heykelini görünce koşup ona sarılmış. “Bakın yan odada Kleopatra kılığında Elizabeth Taylor var,” demiş ama “O kim?” yanıtını almış. O anda yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünmüş. Miley Cyrus’a karşı kişisel olarak herhangi bir kötü düşüncesi olmasa da, toplumda yaşanan çöküşü simgeleştirmek için onun popüler kültürdeki imajından yararlanmış. 

Şarkıya “Higgs Boson Blues” adını vermesi elbette manidar. Ölüm nedeni bilinmeyen Robert L. Johnson hakkında yayılan efsaneye göre, Johson blues müziğini yaratabilmek için şeytanla ruhu karşılığında Faust’u hatırlatan bir anlaşma yapmış. Bu ruhani yıkımla Tanrı’nın varlığını sorgulatan bilimsel gelişme ve modern toplumların gidişatını ilişkilendiriyor Cave; ona göre bunlar aşırı durumlar. “Gerçek aşk şarkısı, Tanrı için yazılmıştır,” demişti bir zamanlar. Kendi ifadesiyle 1970 ve 80'lerde Tevrat'la daha yoğun ilgiliyken, 90'larda İncil'e eğilmiş, dünyaya karşı daha sıcak hisler beslemeye başlamıştı.  Ancak onun Tanrı anlayışı, çocukluğunda kilise korolarında şarkı söylerken tanıştığı ortodoks, despotik anlayıştan uzak. Yaratıcı imgelemin ortaya çıkması ile kutsallık kavramı arasında oldukça sofistike bağlar kurduğu açık. 

Aslında bütün yaptığı, mart ayında Austin’deki SXSW festivalindeki söyleşisinde dile getirdiği gibi, “absürd, büyülü, dönüşebilen, gerçeğinden farklı, özel bir Cave dünyası” hayal etmek. Bu şekilde çevresindeki sevdiği insanlara yakınlaştığını, şarkıların içinde yer alan eşi Susie’yi gerçek hayattaki halinden daha iyi tanıdığını söylüyor. “O şarkılarla kendimi eşime lehimliyorum,” diyor.

Bence dinleyecileri de aynı şarkılarla kendisine lehimliyor. Ancak şarkılar ve konserler bizi Nick Cave’e yakınlaştırsa da, aslında gerçek hayattaki Nick Cave’i tanımıyoruz. Avustralya’nın küçük bir kentinde, yerel bir okulda İngilizce ve matematik dersleri veren öğretmen bir baba ile o okulda kütüphaneci olarak çalışan bir annenin oğlu olarak doğduğunu, kamuoyuna yansıyan ilişkilerini ve röportajlarda söylediği düşüncelerini biliyoruz, o kadar. Ama bana sorarsanız, bize müziğinden yansıyan Nick Cave, kocaman fantastik bir dünya.

*Vogue Türkiye'nin Mayıs 2013 sayısında yayınlanan yazıdır. 

_

28 Mart 2013 Perşembe

Nick Cave'in New York Grand Central İstasyonundaki Atlı Performansı


Bu performansı duyunca gidip baktım ve ekteki videoyu çektim. İlginç olduğunu düşünerek hazırlık aşamalarını da kaydettim. Toplam 20 dakikaydı ama benim kameranın kapasitesi dolunca 15 dakikasını çekebildim. Yine de en hareketli yerleri kayda girdi. Başlangıçtaki hışırtılar "soundsuit" adı verilen ostümlerin yapıldığı malzemeden çıkıyor. (Bu arada Nick Cave, müzisyen Nick Cave değil, Amerikalı dansçı, performans sanatçısı Nick Cave.)



Bu performans hakkında daha fazla bilgi için şu linke bakabilirsiniz. http://creativetime.org/projects/heard-ny/



24 Şubat 2013 Pazar

Nick Cave and the Bad Seeds - Push the Sky Away (Bad Seeds Ltd.)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Şubat 2013

Nick Cave and the Bad Seeds, 'Dig!!! Lazarus, Dig!!!' ile sevenlerini gösterişli bir şekilde selamladıktan beş yıl sonra 'Push the Sky Away'in minimalizm limanına demirledi ve açıkçası ben bundan çok memnunum. 2008’de 'Dig!!!, Lazarus, Dig!!!'deki oldukça sert, maskülen garage rock sounduyla çok övgü almıştı grup. O albümden sonra 2009’da kurucu üyelerden multienstrümantalist Mick Harvey ayrılınca The Bad Seeds bir süre sessiz kaldı. O arada Nick Cave ve bazı grup üyelerinin yan proje olarak yürüttüğü Grinderman’in ikinci albümü çıktı, Cave ve Warren Ellis film müzikleri yaptılar. 

'Push the Sy Away'de tercih edilen soundun en önemli getirisi, Nick Cave’in öykü anlatıcı rolünü daha çok belirginleştirmiş olması. Mick Harvey’in enstrümantasyonda yarattığı şiirselliği aramıyor değilim ancak bu kez girilen yoldaki yalınlık ruhuma daha çok uydu. Cave’in gitar seslerinin arasından da kendini gösterecek kadar güçlü bir sesi olsa da, yeni albümde sanki enstrümanlara yön verip liderlik eden onun telaffuz ettiği sözcükler. Bu açıdan Leonard Cohen’a benzetilmesi de şaşırtıcı değil. 

Nick Cave, görsel bir yanı olmayan, sadece duygulardan beslenen şarkılar yazamadığını, mutlaka hakkında şarkı yazacağı şeyi görmek ihtiyacı hissettiğini söylüyor. Ama bir yandan da, ne ile ilgili olduğunu anlamak için oturup çözmeniz gereken hikayelerden bahseden şarkılardan da hoşlanmadığını söylüyor. Müziğin kendiliğinden ruha dokunmasını bekliyor. Bunu başarmak için, ilk anda gerçek hikaye ile ilgisiz görünse de farklı duygusal etkileşimleri barındıran imajları bir sekans içinde kullanmayı öğrenmek için yıllarca uğraşmış. Bana göre yeni albüm bu hedefine en çok yaklaştığı çalışması.

Gerçekten de 'Push the Sky Away'i dinlediğinizde Nick Cave’in sizi belli bir zaman ve mekan diliminde bir yolculuğa çıkardığını hissediyorsunuz. Bu açıdan sinemasal bir sound var albümde. Etrafında olan her şeyi gözlemleyip 55 yaşın verdiği olgunlukla süzgeçten geçirmiş, elinde kalanları da kara mizah ve komedi ile ince ince işlemiş Cave. The Bad Seeds’in 15. albümünde de sözlerde Cave'in her zamanki şair duyarlılığı var. Bir anda ortaya çıkan sözler değil bunlar; hep yaptığı gibi denize bakıp uzun uzun düşünmüş belli ki; kafasındaki karakterler yine ölüm, seks, inanç, modern toplum, aşk temaları üzerinde dönüp duruyor. 


Nick Cave ve grup üyeleri, Fransa’da 19. yüzyıldan kalma bir köşkü stüdyo haline getirip orada kaydetmiş albümü. Bütün bir kayıt sürecini aynı yerde, değişik bir ortamda geçirmelerinin sounda büyük etkisi olduğunu söylüyor Warren Ellis. Düşünsenize aynı yerde yiyor, içiyor, yatıyor, uyanıyor ve albümü düşünüyorsunuz. Stüdyoya sabah işe gelir gibi gelip akşam çıkarak yapılan kayıttan çok farklı bir deneyim olsa gerek. Sözleriyle insanı bir seyahate çıkaran albümün aynı zamanda müzik olarak da bu duyguyu yaratmasında kayıt sürecinin devamlılığının etkisi olmalı. Mesela 'Higgs Boson Blues'a dair ilginç bir bilgi var. Kayıt yapıldığı sırada kimse, Nick Cave dahil, şarkıyı tümüyle daha önceden dinlememiş. Şarkıyı söylerken, sözlere o anda son şeklini vermiş Cave, nereye gideceğini önceden planlamamış; grup üyeleri ise onun şarkı söyleyişine göre hareket etmiş. Bu tür deneyleri yapmaya elverecek bir çalışma yönteminin tercih edilmesi çok isabetli bir karar olmuş.

Bu kez albümde Nick Cave’in dediği gibi önceden çalışıp öğrenmeniz gerektiren bir öykü yok. 'Dig!!! Lazarus, Dig!!!'i anlamak için İncil’de geçen Lazarus’un kim olduğunu bilmek gerekiyordu. 'Push the Sky Away', tema olarak o albümle ortak konulara değinse de, bunu modern hayattan imajları kullanarak yapıyor. 'Higgson Boson Blues'da popüler kültür simgeleri olarak Hannah Montana ve Miley Cyrus’a, sırtında 10 dolarlık gitarıyla müzik peşinde gezinen Robert Johnson’a, Lucifer’e atıf yapılması bundan. Şarkıda geçen “Who cares what the future brings” sözüyle, Batı kültürüne özgü modern toplumda ruhani yönün zayıflamasının altını çiziyor. 'Water’s Edge'de bir dere kenarında bacaklarını açıp oğlanlara gösteren kızları anlatırken ise, sesindeki tonlamanın da vurguladığı gibi, görsel bir şova dönüşüp soğuyan sevgiyi anlatıyor. 

6 dakikayı aşan süresiyle albümün en uzun şarkısı 'Jubilee Street', Bee isimli bir kadının öyküsünden yola çıkıp insanoğlundaki ahlaki bulanıklığı anlatıyor. Cave’in sonra dönüp 'Finishing the Jubilee Street' adlı bir başka şarkı yazması, bu albümdeki şarkı yazarlığının gelişimini incelemek bakımından önemli. Bu defa yatağına uzanıp hayalindeki gelini düşlüyor. Şarkılar arasında kurulan bağlantı, aslında Cave’in bir şekilde şarkı yazma sürecini de belgeliyor.

Albümün ilk single’ı olarak yayımlanan 'We No Who U R'da, “Tree don’t care what the birds sing” derken, sosyal paylaşım sitelerine, Twitter’a atıf yaptığı belli. Albüm için hazırlanan basın bülteni de, şarkıların, internetin insan hayatına yaptığı etkiyi, karşılaştığımız onca bilgi, fikir, olay arasında neyin önemli olduğuna karar vermemizdeki rolünü yansıttığını söylüyor. 

İnsanoğlunun doğasını, modern toplumun tuhaflıklarını ortaya koyan şarkılarıyla dinleyiciyi sarsan bir albüm 'Push the Sky Away'. Nick Cave’in kapanışta albüme adını veren şarkıda söylediği gibi, bazıları bu sadece rock’n roll deyip geçse de, sizi ruhunuzun ta derinliklerine götürüyor. 


-

29 Nisan 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 114: The Flaming Lips - The Flaming Lips and Heady Fwends (Warner Bros.)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 29 Nisan 2012

80 ve 90’lıyıllarda, belirgin bir şekilde 60’ların saykedelik pop/rock akımının etkisinde kalan grupların müziği, “neo-psychedelia” diye tanımlanmaya başladı. Ben, her şeyin başına “neo” koyup yeni türler icat etmektense, deneysel rock grubu demeyi tercih ediyorum.

Bu grupların kimisi gitar temelli rock soundunu sürdürürken, kimisi elektronik sesleri öne çıkardı. Ne olursa olsun, saykedelik sound, içinde deneysellik ruhunu barındırdığı ve sınırları net bir şekilde çizilmediği için, her zaman ilgi odağımda oldu.

The Flaming Lips de o grupların içinde yer aldığından, yaptığı çalışmaları hep takip ettim. Bir konserlerinde vokalist Wayne Coyne’u seyircilerin üzerine fırlatılan dev bir balon içinde şarkı söylerken görünce, saykedelik etkinin sadece müziklerine değil, sahne performanslarına da yansıdığına bizzat tanık oldum. Gerek grubun şarkılarına seçtiği isimler ve videoları, gerekse Coyne’un sosyal medyadan yazıp çizdikleri, ulaşabilecekleri çılgınlığın boyutunu sergilemesi bakımından da ipuçları veriyor zaten.

1986 tarihli ilk albümleri “Hear It Is” ile yeni yayımlanan “The Flaming Lips and Heady Fwends”e kadar toplam 14 albüm çıkardı TFL. Bunlar arasında “The Soft Bulletin”, “Yoshimi Battles the Pink Robots” ve “Embryonic” beni yakalayan çalışmalardı. Ancak deneyselliğin doğal bir sonucu olarak, albümlerin aynı dinleyicide bıraktığı etki, dramatik şekilde farklı olabiliyor. Hatta bu aynı albüm içindeki şarkılar arasında sa söz konusu olabiliyor. Benim The Flaming Lips konusundaki deneyimim de böyle.

“The Flaming Lips and Heady Fwends” konusunda da benzer duygular içindeyim. Record Store Day için sadece ikili plak olarak yayımlanan albümde toplam 13 şarkı yer alıyor. Bunların hepsi, grubun 2011 ve 2012’de ünlü grup ve müzisyenlerle yaptığı işbirliklerden oluşuyor. İçlerinde severek dinlediklerimin yanı sıra, hiç hoşlanmadıklarım da oldu. Ortak çalışma yapılan isimler arasında, Tame Impala, Edward Sharpe and the Magnetic Zeros, Lightning Bolt ve Prefuse 73 gibi The Flaming Lips sounduyla uyuşabileceği önceden tahmin edilebilecek gruplarla birlikte, Bon Iver, Neon Indian, Ke$ha, Chris Martin, Erykah Badu, Yoko Ono ve Nick Cave gibi şaşırtıcı olanları da var.

Ancak ilginç olan şu ki, önceden TFL ile uyuşabileceğini düşündüklerimin yer aldığı şarkılarda da hayal kırıklığına uğradıklarım oldu. Örneğin elektronik müzikteki deneysel çalışmalarıyla tanıdığımız Prefuse 73 ile kaydedilen “Supermoon Made Me Want to Pee”, dinlemesi işkenceye dönüşebilecek bir kakofoni gibi... Aynı yorumu, Ke$ha’nın vokali üstlendiği “2012 (You Must Be Upgraded)" için de yapmak olanaklı. Üstelik The Stooges’ın “1969” adlı şarkısına referans yapar gözüküp, berbat bir sonuç almışlar. Kayıt sırasında Ke$ha’nın LSD kullandığını medyaya anlatmayı belki bir pazarlama taktiği olarak kullandı Coyne ama bana kalırsa ne yapsa boş...

Bir diğer dikkat çekme tekniği ise, sansasyonel şarkı ismi seçmeyi tatsız bir noktaya vardırmaları oldu. Geçen yıl Neon Indian grubuyla yaptıkları bir şarkıya “Is David Bowie Dying?” ismini verdiler. Bowie’nin sağlığı ile ilgili yayılan dedikodulardan yararlanıp dikkat çekmeyi tasarlamışlardı ve istedikleri bir ölçüde oldu. Aslında hüzünlü sounduyla albümde dinlenebilecek birkaç şarkıdan biri; fakat belli ki Wayne Coyne skandalları ve şok edici işler yapmayı çok seviyor.

Dinlemeye değer bulduğum diğer iki şarkı, “Tame Impala” ile kaydedilen space rock türündeki “Children of the Moon” ile Erykah Badu’nun vokali üstlendiği “The First Time Ever I Saw Your Face”.

Piyano tınılarını açıklıkla duyabildiğim Chris Martin’li “I Don’t Want You To Die”ı, sürpriz bir şekilde tekrar tekrar dinleme isteği duydum. “You and me/ We're both so fucked up / But you're fucked up in the good way / And I'm fucked up in the bad” sözleriyle açılan “Ashes in the Air”, Wayne Coyne’un ekolanan vokaliyle buluşan Bon Iver’in sesiyle ayrı bir güzellik kazanmış. Albümün geri kalanında ise, kanımca, ne yazık ki konuk sanatçılar harcanmış.

Müzikte deneysellik beni her zaman heyecanlandırıyor. Elbette adı “The Flaming Lips and Heady Fwends” olan bir albümün sıradışı olması beklenir; ama iş, altyapıda belli bir dinamikten ve bütünlükten yoksun gürültü boyutuna varırsa tadı kalmıyor.

Wayne Coyne, albüme katkıda bulunanların kanlarından bir miktar alıp plağın özel versiyonunun içine koysa da, bu çılgınlıklar durumu kurtaracak gibi değil. Son tahlilde, bana göre birkaç şarkı dışında ihmal edilebilir bir albüm yapmış TFL. Fakat bundan sonra dümeni yine farklı bir rotaya kıracaklarına göre, endişe edilecek fazla bir şey yok diye düşünüyorum.

13 Kasım 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 92: David Lynch- Clown - Crazy Clown Time (Play It Again Sam)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 13 Kasım 2011

David Lynch’i film yönetmeni olarak tanıyıp, gerçekle düşü birbirine karıştıran ürpertici filmlerini beğeniyle izleyen biriyim. Albüm yayınlayacağını duyunca mutlaka sıra dışı olacağını tahmin ettiğimden epey meraklandım.

Aslında albüm haberi Lynch’i tanıyanlar için büyük bir sürpriz değildi. Çünkü “Blue Velvet”, “Lost Highway”, “Mullholand Drive” gibi efsane filmlerin yönetmeni, eserlerinde özellikle 1950’li, 60’lı yıllara ait müzikleri duyguları harekete geçirmek amacıyla çarpıcı bir biçimde kullanışıyla ünlü bir isim.

Ayrıca Lynch, bugüne kadar soundtrack albümleri için de çeşitli müzisyenlerle çalıştı; Twin Peaks adlı televizyon dizisi için Angelo Badalamenti ile müzik yaptı. 2007’de “The Air Is on Fire” adlı projesi için ses mühendisi Dean Hurley ile birlikte dark ambient türünde bir albüm yayınladı. 2009’da gitarist Dave Jaurequi’nin anısına o güne kadar birlikte çalıştığı müzisyenlerle yaptığı işleri toplayan bir albüm çıkardı.

En son geçen yıl Danger Mouse ve Sparklehorse’un birlikte yayınladığı “Dark Night of the Soul” albümünde “Star Eyes (I Can’t Catch It)” adlı şarkıda vokali üstlendi.

Ama bütün bunların hepsi, daha çok başka müzisyenlerle yaptığı işbirlikleriydi; “Crazy Clown Time”da prodüktörlüğü yine Dean Hurley ile birlikte yürütmüşler ama tamamı David Lynch tarafından yazılan bir çalışma.

Kanımca, Lynch’in “modern blues” diye tanımladığı 14 şarkılık albümü kategorize etmek olanaklı değil. Elektro-pop’tan rock’a, blues’dan drone’a kadar çok çeşitli türlerin karışımı söz konusu. Lynch’in ev stüdyosunda ortaya çıkan kayıtlar büyük ölçüde elektronik; sert gitarların eşlik ettiği rock’a yakın şarkılar da var, dream pop sınırlarına girenler de.

NPR’ın sitesinde bir okuyucu, albüm için “Pere Ubu + Moby + Tom Waits + Nick Cave = Crazy Clown Time” yorumunda bulunmuş. Tamamen katıldığım bir yorum oldu bu. Tek bir isime benzeterek bu albümü tanımlamak olanaklı değil; ama iki isim de yeterli değil. Ancak kendine özgü bir karışım bu albüm hakkında bir fikir verebilir.

Albümde sadece açılış parçası “Pinky’s Dream”de Yeah Yeah Yeahs grubundan Karen O var; diğerlerinde Lynch’in vocoder ve elektronik efektlerle bozulan sesini duyuyoruz. Pinky adlı birisinin rüyalarını anlatan “Pinky’s Dream”, müzik dünyasında genellikle en beğenilen şarkı oldu. Karen O’nun vokali gerçekten de kusursuz ve tam da şarkının rock ruhunu yansıtıyor.

Ama benim en sevdiğim şarkı, albümle aynı taşıyan 7 dakikalık “Crazy Clown Time”. Bir David Lynch müzik albümü denilince benim ilk düşündüğüm ve duymak istediğim, o muhteşem gariplik. Bu duyguyu bana en iyi veren şarkı oldu bu. Bir evin arka bahçesinde yapılan dehşet verici bir partiyi tiz bir sesle anlatan David Lynch’i dinlemek, belki herkese göre değil ama benim tam beklediğim şey. Her an korkunç bir şey olacakmış gibi bir hissi insanın içine yerleştiren o ürpertiyi sevdim.

Lynch’in modern hayat hakkındaki şarkı sözleri, aslında albümün genelinde çok da karışık değil. Bir şiir gibi okuduğunuzda pek de bütünlüklü ve çarpıcı bir anlamları yok. Ancak asıl etki, elektronik sesler ve çeşitli efektlerle Lynch’in tuhaf vokali birleşince ortaya çıkıyor. Tam o anda İngilizce’ye “Lynchian” sıfatını kazandıran sanatçıya özgü bir işle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz.

Yine de “Strange and Unpredictable Thinking” adlı şarkıda diş çürümesinden ruhani aydınlanmaya kadar birbiriyle çok ilgisiz konularda yazılmış sözlerin nereye varmak istediğini çıkarsamaya çalışmak yorucu olabilir.

Ama albümün bu yönü de Lynch’e çok uygun. Nasıl onun her filminden “Şimdi bu ne hakkındaydı?” diyerek çıkan çok sayıda insan oluyorsa, bu albümü dinledikten sonra da aynısını söyleyen çok olacak. “Crazy Clown Time”, karanlık, gerilimli, epey garip, oldukça sıra dışı, çok karışık; yani tamamen Lynchvari.





_

24 Temmuz 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 77:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Temmuz 2011


THE HORRORS - Skying (XL Recordings)

2000’lerin ortasından beri hayatıma giren en iyi gruplardan birisinin The Horrors olduğunu söyleyebilirim. İlk albümleri “Strange House”u 2007’de yayınlayan grubu aynı yıl Kilyos’taki Radar Live’da canlı dinleme olanağı bulmuştuk. Oldukça kaotik ve çarpıcı bir konserdi. Dal gibi incecik beş adam enerjik performanslarıyla sahnenin altını üstüne getirmişti adeta. 1960’ların garaj rock’ı ile saykedelik rock ve punk karışımı o albüm, açıkçası beni ilk anda kendine çekmemişti.

Ancak 2009’da çıkan “Primary Colours” ile The Horrors beni hem çok şaşırttı hem de sevindirdi. Prodüktörlüğü Portishead’in şarkı yazarı ve gitaristi Geoff Barrow ve Chris Cunningham ile birlikte üstlendikleri bu ikinci albüm, “Strange House”un sert soundundan uzaklaşmış, Faris Badwin’in bariton vokalini daha önce çıkarmış, daha derinlikli bir sound elde etmişti. Yılın en iyi albümlerinden biriydi kuşkusuz. Nitekim Mercury Ödülü’ne de aday gösterildi.

Aradan iki yıl daha geçti ve şimdi elimizde muhteşem “Skying” albümü var. Bu kez prodüktörlüğünü kendilerinin yaptığı bu üçüncü albümü Londra’da kendilerine ait stüdyoda kaydetti grup. Miksleri Arcade Fire ve Portishead ile de çalışan Craig Silvey yapmış.

İkinci albümle şaşırtıp sevindiren The Horrors, “Skying”le çok kuvvetli bir alkışı aldı benden. Bir grup bu kadar kısa sürede müziğini ancak bu kadar geliştirip olgunlaştırabilir. Hayranlar genellikle grupların müzikte rota değiştirmesinden şikayetçi olur ve çoğunlukla da hayal kırıklığına uğrar. Bu kez tam tersi bir durum var. The Horrors, 80’lerin klavye ve synth ağırlıklı new wave soundunu, çok dozunda bir melankolizmle birleştirerek post-punk sularında dolaşıyor.

En önemlisi de Faris Badwan’in çok dokunaklı, hüzünlü ama aynı zamanda umut verici sakinliği elden hiç bırakmayan etkileyici vokali! “Skying”de Neu!, Echo and the Bunnymen, Nick Cave’den de esintiler var. Ama vokalde en belirgin etki David Bowie. Albümü ilk kez dinlerken, “Endless Blue” adlı parçayı tekrar tekrar başa alma gereği duydum. Uzun zamandır duyduğum en Bowie benzeri vokal kesinlikle.

İnsanı daha ilk notalardan itibaren yakalayan bir gitar riff’iyle başlayan “Dive In”, o kadar akılda kalıcı bir parça ki, onu da arka arkaya sürekli dinleyesiniz geliyor. Klavye ile bas gitarın sürüklediği melodisiyle “Still Life” ise, albümün anahtar şarkılarından birisi.

The Horrors, kurulduğu günden bu yana geçen 6 yıla 3 albüm sığdırdı. Bugün geldiği noktada yaptığı albümle çıtayı çok üste çıkarmakla kalmıyor, sürekli gelişen sounduyla bir sonraki albümü için de heyecan yaratıyor. Bu yıl Mercury Ödülü’ne aday gösterilmemiş kimin umurunda? Hak ettiği ödülü dinleyici gönlünde verdi bile bu albüme. "Skying", yılın en iyi albümlerinden birisi!

(Albümün tümünü stream yoluyla dinleyebilirsiniz.)



-

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Yıldızların Altında Marianne


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 23 Mayıs 2011

İstanbul’da her günü kaçırılmayacak konserlerle dolu, festival gibi bir haftayı cumartesi gecesi Marianne Faithfull’la sonlandırdık. 2008’de ilk kez Babylon’da canlı dinlediğimde, bazıları çatallaşan sesi yüzünden artık eskisi gibi şarkı söyleyemediğini düşünse de, ben çok zevk almıştım.

Bu defa İstanbul Modern’in bahçesinde arkada İstanbul Boğazı ve gemi görüntüleri, gökte yıldızlar ve havada kuşlar eşliğinde dinledik Faithfull’u. Ancak ocak ayından beri müzenin bahçesindeki konserlerde alkollü içki yasaklanmış. O yüzden keyfimizi bir kadeh şarapla renklendiremedik; çay, kahve içtik...

Rock müziğin efsane sesi Faithfull, 65 yaşın verdiği olgunluk içinde, yine siyah ceket ve pantolondan oluşan sade giyimiyle, açıklanan konser saatinden sadece 10 dakika gecikmeyle karşımızdaydı. Açılış parçası, bu yıl başında çıkan albümüyle aynı adı taşıyan “Horses and High Heels”ti.

Faithfull’a albümde de eşlik eden Doug Pettibone ve MC5’dan tanıdığımız Wayne Kramer (gitar) gibi yetenekli müzisyenlerin yanı sıra sahnede çok sağlam bir grup vardı. Rory McFarlane (bas), Martyn Baker (bateri) ve akordeon, saksofon, piyano, klavye gibi birçok aleti çalan, aynı zamanda Faithfull’ın müzik direktörü Kate St John konserin kalitesinde önemli pay sahibiydi.

Son albümden “Why Did We Have To Part”ın ardından canlı dinlemeyi en çok beklediğim şarkı geldi. Faithfull’un “The Gutter Twins”in “The Stations” adlı parçasına yaptığı cover’ın albümdeki kadar mükemmel bir versiyonunu dinledik.

Bu arada konserdeki dinleyici kitlesinin bilinçli tavrını da vurgulamak gerek. Bu durum Marianne’in de dikkatini çekmiş olmalı ki, “Müziğe yoğunlaşıyorsunuz!” diyerek teşekkür etti.

Faithfull’un her şarkıyı ayrı ayrı sunuşu, onlar hakkında kısa bilgiler aktarışı, konseri bir anlamda onun geçmişinde yolculuğa dönüştürdü. “There’s a Ghost”u Nick Cave ile yazdığını, “Prussian Blue”nun bir dönem yaşadığı Paris’e duyduğu sevgiyi anlattığını, “That’s How Every Empire Falls”da Amerika’ya pek de sevgi duymadığını, “Incarceration of a Flower Child”ı Roger Waters’ın elinden zorla aldığını, “As Tears Go By”ı Mick Jagger ve Keith Richards’ın onun için yazdığını, “Strange Weather”ı ise Tom Waits’in ona yazdığını söyledi.

Kimi zaman elleri ceplerinde, kimi zaman müzisyenlerin sololarında sandalyeye oturup dinlenerek, kimi zaman da bir sigara yakarak sahnede oldukça rahat göründü Faithfull. Sigara içtiği için pişmandı; Londra’ya dönünce hipnotizma yöntemini deneyip bırakacağını söyledi.

Kalabalığın içinden bağırarak şarkı isteğinde bulunanları Babylon konserinde olduğu gibi kibarca susturmasını bildi: “Bu yaşa geldim. Ne çalacağımı bilmediğimi düşünmüyorsunuzdur değil mi? Güvenin bana.

Konserin ilk yarısında ağırlıkla yeni albümden çalarken, ikinci yarıda herkesin heyecanla beklediği eski parçalara döndü. “Sister Morphine”den sonra ezan başlayınca bir an durdu, ne yapacağını bilemedi; sonra kalabalığa sorup onay alınca devam etti.

Broken English” ve John Lennon bestesi “Working Class Hero”yu söylerken sesi çok güçlü çıkıyordu. Baktı ki şarkıyı söyleyenler var, “Bu şarkı hâlâ canlı değil mi? Kuşaktan kuşağa geçiyor mu?” diye sordu. “Evet!” yanıtını alınca keyiflendi: “Sizler iyi çocuklarsınız!


Konserde çalınan şarkıların listesi:

1-Horses and High Heels
2-Why Did We Have to Part
3-The Stations
4-There is a Ghost
5-Crane Wife
6-Prussian Blue
7-Back In Baby's Arms
8-Going Back
9-That's How Every Empire Falls
10-Sister Morphine
11-Sing Me Back Home
12-Broken English
13-As Tears Go By
14-Working Class Hero
15-Incarceration of a Flower Child
Bis
16-Lucy Jordan
17-Strange Weather

-

24 Ocak 2010 Pazar

Vitrindeki Abümler 3:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/24 Ocak 2010

NICK CAVE & WARREN ELLIS- The Road (Mute Records)

Ana aktörler yerinde kemanla piyanonun olduğu bir öykü düşünün. Keman, baba rolünde; piyano ise oğul... Nick Cave ile Warren Ellis'in "The Road" adlı filme yaptıkları müziklerden oluşan albüm, insanda bu izlenimi yaratıyor.

Gizemli bir felaketin yerle bir ettiği, çorak Amerika topraklarında hayatta kalan bir baba ile oğlunun denize doğru yaptığı dramatik yolculuk, Cormac McCarthy’nin 2007’de Pulitzer ödülü kazanan “The Road” adlı romanının konusu.

John Hillcoat’un sinemaya uyarladığı filmin orijinal müziği, çoğunlukla keman ve piyano diyaloğu halinde gelişiyor. Tamamen enstrümantal albümde, yaşanan gergin anlara eşlik edecek şekilde, kimi zaman yoğun perküsyon ve elektronik öğelere yer verilmiş.

Daha önce “The Proposition” ve “The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford” filmlerine yaptıkları müziklerle dikkati çeken Cave ve Ellis’in bu son albümü, bir üçlemenin son ayağı gibi de görülebilir. Hepsinde de zor kararlar vermek durumunda kalan insanların yaşadığı trajik olaylar anlatılıyor.

18 parçanın yer aldığı 50 dakikalık bu çalışmanın özelliği, filmden bağımsız olarak da kendi kimliğini oluşturması. Çoğu filmde, belli bir sahneyi ön plana çıkarmak için 15-20 saniyelik spot müzikler kullanılır. Cave ve Ellis, bunu yapmıyor; 18 parçanın her birisi ayrı bir öykü anlatıyor. Sarsıcı, ürkütücü, dokunaklı ya da yeşeren umudun habercisi öyküler...

Karanlık minimalist müzikten hoşlanıyorsanız ve kemanla piyanonun birbirlerine ne anlattıklarını merak ediyorsanız, bu albümü dinlemenizi öneririm.

28 Aralık 2008 Pazar

2008'in En İyileri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/27 Aralık 2008

Bazı okuyucular, neden en çok satan albümler listesi yayınlamadığımızı soruyor. Benim kişisel görüşüme göre, çok satanlar listesi her zaman en iyi olanları içermez. Bu listeler, genel eğilimi gösterse de, çoğunlukla, piyasa koşulları içinde en çok reklamı yapılan ve dolayısıyla satışı çok olan ürünleri kapsar.

O nedenle, en çok satanlar listesi yerine, yıl içinde yeni albümleri tanıtıp, yıl sonunda da en iyiler listesi vermek daha faydalı bana göre. Bu amaçla, bütün bir yıl ağırlıklı olarak, yabancı indie rock/elektronik müzik türünde alternatif albümleri tanıtmaya çalıştım. Şimdi sıra yılın en iyileri listesinde!

Albümleri yıl içinde ayrıntılı olarak anlattığım için, bugün yalnızca çok kısa bilgiler vereceğim.

20- Autechre- Ouaristice: Intelligent Dance Music denilen elektronik müzik türünün temsilcisi Autechre’nin son albümü. Kolay dinlenilebilir bir müzik olmadığını belirtmek gerek. Özellikle bu türü sevenler için...

19-Vampire Weekend- Vampire Weekend: 2007’den beri en çok konuşulan gruplardan birisi. Punk ve afrobeat’i karıştırıp dans edilebilir melodiler yarattılar ve indie rock’ın gözdesi haline geldiler.

18-The Last Shadow Puppets- The Last Shadow Puppets: 1960’ların orkestral pop melodilerini dinleyip o romantik döneme geri dönmek için bire bir. Arctic Monkeys’den Alex Turner ve The Rascals’dan Miles Kayne’in kurduğu grubun müzikleri, Ennio Morricone ve Scott Walker’ı hatırlatıyor.

17-British Sea Power- Do You Like Rock Music? : İngiliz grup, “Do You Like Rock Music?” adlı albümüyle indie rock çevrelerinden tam not aldı. The Pixies’i anımsatan müzikleri ve şarkı sözleriyle dikkat çekici.

16-Coldplay- Viva La Vida or Death and All His Friends: Coldplay’in yazın çıkardığı albüm, efsanevi müzisyen Brian Eno’nun prodüktörlüğündeki ilk albümleri olduğundan beklentiler yüksekti. Evrensel temaları işleyen daha yavaş ve karanlık bir albüm yaptılar ama beklentileri de boşa çıkarmadılar.

15-Hercules and Love Affair- Hercules and Love Affair: Antony and the Johnsons grubundan Antony Hegarty ve DJ/Prodüktör Andrew Butler’ın önçülük ettiği bir proje. Melankoli ve Afrika ritimleri soslu disco/house eşliğinde dans etmek isterseniz kaçırmayın.

14-Moby- Last Night: Dinleyeni, 1970’lerin Diana Ross’lu disko dönemine götüren, ambient ve house’un müstesna örneklerini içeren başarılı bir albüm. Bu yıl, En İyi Dans Albümü kategorisinde Grammy için yarışıyor.

13-Fennesz- Black Sea: Minimalist elektronikanın saygın ismi Fennesz, kendisine özgü elektro-akustik bir teknikle yaptığı müzikle büyüleyici bir uyum yaratıyor. Yılın en yaratıcı albümlerinden biri ve tabii ki en çok satanlar listesinde yok...

12-Hot Chip- Made in the Dark: Hot Chip’in, electropop’u akıllıca yazılmış şarkı sözleriyle birleştiren albümü, bu yıl çok sayıda insanı dans pistine çekti.

11-MGMT- Oracular Spectacular: Hippi görüntülü ikilinin alternatif rock, psychedelic rock ve elektropop esintili çalışması “Oracular Spectacular”, yıla damgasını vuran albümlerden biriydi.

10-Nick Cave and the Bad Seeds- Dig!!! Lazarus, Dig!!! : Nick Cave’in, The Bad Seeds ile yaptığı bu 14. albümde her zamankinden daha sert bir rock soundu var. Cave’in yeni bıraktığı görkemli bıyığı ve bariton sesiyle de müthiş uyumlu...

9-Goldfrapp- Seventh Tree: Goldfrapp, 60’ların Amerikan folk’u ve ambient müzik ile pastoral bir dinginlik yarattı Seventh Tree’de. İlk albüm “Felt Mountain”ı sevenler için ideal.

8-Foals- Antidotes: Dans-rock’ın son keşiflerinden biri Foals. Franz Ferdinand ya da Klaxons dinleyicileri için yeni bir heyecan.

7-Glasvegas- Glasvegas: Yine 50’li, 60’lı yılları anımsatan, sosyal gerçekçi melodramatik pop şarkıları.The Jesus and Marry Chain’den sonra Glasgow’dan çıkan en iyi grup olarak görülüyorlar. En çok da Roy Orbison’u hatırlatıyorlar.

6-David Byrne & Brian Eno- Everything That Happens Will Happen Today: İki büyük müzisyenin 27 yıl aradan sonraki ilk ortak çalışması. Müzikal olarak ilk albümlerinden çok farklı; kendilerinin deyişiyle bir tür “elektronik gospel”.

5-Grace Jones- Hurricane: Yılın en çarpıcı geri dönüşlerinden birisini Grace Jones yaptı. Albümde, Afrika reggae ritimlerinin disko ve new wave ile bütünleştirildiği elektro funk türünde şarkıların yanı sıra, trip-hop etkisindeki şarkılar da var.

4-Kings of Leon- Only by the Night: Kings of Leon, vokal ağırlıklı rock şarkıları ve hareketli gitar riff’leriyle donattığı 4. albümüyle oldukça iddialı.

3-Portishead- Third: Trip-hop’ın dev ismi Portishead’in 97’den beri yayımladığı ilk albüm. Psychedelic rock’ın başucu albümlerinden biri olmaya aday. Yine uçuruyor...

2-Sigur Ros- Med sud I Eyrum Vid Spilum Endalaust: İzlandalı Sigur Ros’un, müzikal kalitesinden ödün vermeden daha dinlenilebilir olmayı başardığı mükemmel bir post-punk albümü.

1-TV on the Radio- Dear Science: Brooklyn’li art rock beşlisinin kariyerindeki en güzel albüm. Post-punk, funk, rap, electro, drum & bass, caz, shoegaze, akapella, soul; hepsinin özgün bir karışımı.

29 Aralık 2007 Cumartesi

2007’nin En İyi Albümleri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/29 Aralık 2007

Aralık ayı gelince “Yılın En İyileri” listesi yapmak adettir. Ben de buna uydum ve 2007’nin en iyi 10 albümünü sıraladım. Ama listeye geçmeden önce belirtilmesi gereken dört husus var: 1-Bu liste, temel olarak yabancı alternatif/rock (indie rock)/elektronik müzik albümlerini kapsıyor. 2-Liste yapılırken satış rakamları dikkate alınmadı. 3-Elbette adı sayılabilecek başka albümler de var, ama bu yazının fiziksel sınırları ilk 10 albümü yazmaya olanak veriyor. 4-Bu yazıyı yazarken müziğin önemini bir kez daha duyumsadım. Bana göre, müzik dünyayı güzelleştiren ve onu yaşanmaya değer kılan en önemli şeylerin başında geliyor. Onca itiş kakışın sürdüğü dünyada bu albümler olmasaydı, 2007 kesinlikle daha sıkıcı geçerdi. 2008’in de bol müzikli geçmesi dileğiyle mutlu yıllar…

1-Radiohead-In Rainbows: Radiohead’in müziği öylesine kendine özgü ki, başka hiçbir grubun müziğine benzemiyor. Grubun uzun süredir yaptığı en melodik şarkılardan oluşan “In Rainbows”da şarkı sözleri de daha açık. Radiohead, birkaç yıl önce karmaşık yapılı şarkılarıyla kimilerinin aklını epeyce karıştırmıştı, ama o aklı karışanlar da bu albümdeki minimal soundun etkisiyle grubun müziğine yeniden sevdalandılar.

2-Arcade Fire-Neon Bible: Kanadalı art-rock grubu The Arcade Fire, ikinci albümü “Neon Bible”da ruhani temalarla uğraşırken eğlenceli olmayı başararak yine büyük takdir topladı. Gümbür gümbür perküsyonlar, yaylılar, akordeon, gitar, mandolin, piyano, armonika ve flüt ve saksofon… İnsanın dinlerken yerinde sabit durmasına olanak bırakmayan, dinamik bir albüm.

3-LCD Soundsystem- Sound of Silver: Biraz punk, biraz indie-rock, biraz disco-house karışırsa ne olur? Dance-rock olur. Ya da Brian Eno, David Bowie, New Order ve Young Marble Giants’ı bir arada düşünün. LCD Soundsystem olarak da bilinen James Murphy’nin bu albümü yaparken kullandığı formül bu yazı içinde böyle kısaca özetlenebilir belki ama bu işler bir tek formülle olmuyor tabii; önce yetenek lazım.

4-Recoil-subHuman: Depeche Mode’un eski klavyecisi Alan Wilder’ın elektro-blues, rock, ambient, caz esintileri taşıyan albümü, özellikle prodüksiyon ve düzenlemelerdeki başarısıyla dikkat çekiyor. Yılın en iyi çalışmalarından biri olmasına karşın medyada görmezden gelinen albüm, Wilder’ın ticari kaygıya kapılmadan yaptığı deneysel çalışmalardan birisi.

5-Nick Cave-Warren Ellis-The Assassination of Jesse James Soundtrack: Yaylıların ve piyanonun bazen ağladığını, bazen de birbirleriyle tatlı tatlı konuştuklarını düşünmenize yol açıp, hayal kurmanıza neden olacak etkileyici bir soundtrack albümü. Müzik öylesine güzel ki, hayalimdeki imajları yok etmesinden çekindiğim için, filmi görmekten bile vazgeçtim.

6-The Good, The Bad & The Queen-The Good, The Bad & The Queen: Blur ve Gorillaz projeleriyle tanıdığımız Damon Albarn’un, Paul Simonon, Simon Tong ve Tony Allen’dan oluşan rüya gibi bir ekiple yarattığı son mucize. Blair yönetimindeki İngiltere’nin ve Bush idaresindeki dünyanın sorunlarına odaklanan melankolik, nostaljik ve dramatik şarkılar.

7-Amy Winehouse-Back To Black: 2007 boyunca neredeyse her gün gazetelerde onunla ilgili skandalları okuduk. Ama Winehouse’un beni ilgilendiren yönü ise, yılın en iyi albümlerinden birisine imza atmış olması. 60’ların retro vokal soundunun günümüz müziğiyle çok başarılı bir şekilde harmanlandığı bu albüm, genç sanatçının aşk acılarının bir ürünü. Orijinalitesi ile çoğu müzisyeni kıskandıran “Back To Black”, The Guardian gazetesi tarafından da, “21. yüzyılın soul klasiği” olarak tanımlandı.

8-Apparat-Wallls: Alman prodüktör/DJ Sascha Ring, elektronik müzik sevenlerin yakından tanıdığı, IDM (Intelligence Dance Music) ekolünü izleyen isimlerden birisi. IDM, alışılmadık seslerin farklı ritmik düzenlemerle kurgulandığı, dinlenilmesi kolay olmayan ve dans etmeye pek de uygun bulunmayan bir müzik türü. Apparat’ın müziği ise ilginç bir şekilde, “dans müziğinde duygu arayanlar için” diye tanımlanır. Son albümü “Walls”, bu tanımı tam anlamıyla hak ediyor. Yılın en yaratıcı albümlerinden birisi.

9-The National-Boxer: Solistleri Matt Berninger için New York’un yeni Leonard Cohen’i diyorlar ama bana daha çok Ian Curtis’i hatırlatıyor. Depresif ruh hallerini ve modern insanın yalnızlığını anlatıyorlar. Akustik gitarlara eşlik eden zarif piyano ve keman sesleriyle insana derinden dokunan ve akla takılıp kalan bir müzik.

10-Bat For Lashes-Fur And Gold: Pakistanlı bir baba ile İngiliz bir annenin kızı olan Natasha Khan’ın öncülüğünde kurulan Bat For Lashes, alternatif müziğin son dönemde en iyi çıkış yapan gruplarından birisi. Tamamen kadın müzisyenlerden kurulu grubun müziği Björk, Tori Amos ve Kate Bush’u andırıyor. Perküsyon, harpsikord, keman ve elektronik seslerin birlikteliği ilginizi çekiyorsa ve piyano baladlarını seviyorsanız kaçırmayın.

2 Aralık 2007 Pazar

Bu Filmin Müziklerine Dikkat


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu /1 Aralık 2007

The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford” (Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti) ülkemizde geçen hafta gösterime giren filmlerden biri. Yeni Zelanda doğumlu Andrew Dominik’in yönettiği film, Amerika’nın en ünlü kanun kaçağının ve onu silahla vurarak öldüren 19 yaşındaki hayranının yaşamlarını konu alıyor.

Brad Pitt, Sam Shepard, Casey Affleck gibi ünlü oyuncuların başrolleri paylaştığı filmi beğenen de var beğenmeyen de. Ama benim asıl dikkat çekmek istediğim şey, filmin albüm olarak da yayımlanan muhteşem müzikleri.

Böylesine etkileyici bir çalışmanın yaratıcıları ise, olağanüstü yetenekli iki müzisyen: Nick Cave ve Warren Ellis. Daha önce yönetmen John Hillcoat’un “The Proposition” adlı filminin müziklerini de birlikte yapan ikilinin bu yeni eseri, adından çok söz ettirecek.

Keman, buzuki, keyboard, gitar ve mandolin gibi birçok enstrüman çalan, 42 yaşındaki Avustralyalı besteci Warren Ellis, Nick Cave’in önderliğindeki The Bad Seeds ve Grinderman adlı gruplarla uzun süredir çalışıyor. Ellis’e modern zamanın en önemli şairlerinden biri olarak tanımlanan Nick Cave ve film müzikleri hakkında sorularımı yönelttim.

Jesse James suikastini konu alan filme yaptığınız müziklerde yaylılar ve piyano mükemmel bir uyum içinde. İnsana çok dokunan, yoğun bir duygusallık var. Sanki iki sevgili konuşuyor gibi…

Böyle düşünmeniz çok hoş. Evet, çeşitli enstrümanları kullanarak, birbiriyle bütünleşen ve uyum sağlayan melodiler elde etmeye çalıştık. Müziğin öne çıkıp dikkat dağıtmasını istemedik ve filmdeki görselliği desteklemesi için uğraştık. Yaptığımız müziğin başka insanlara dokunduğunu hissetmek çok güzel.

Bu filmin müzikleri için yine Nick Cave'le bir araya geldiniz? Nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz?

İkimiz de iş yapıp bitirmeyi seviyoruz. Çok fazla konuşmayız ama her zaman verimli bir atmosfer yaratabiliyoruz. Bu film için önce dört gün boyunca stüdyoda saatlerce fikirlerimizi ortaya koyduk, sonra filmden bazı sahneler izledik ve sonra da yaptıklarımız hakkında yönetmenden görüş aldık. Böylece ne yapmamız gerektiğine karar verdik. Ana temaları öğrendiğimizde yaylıları devreye soktuk. Bütün bu süreç uzun zaman aldı, çünkü yapımcılar filmin son kurgusu üzerinde anlaşmakta bazı sorunlar yaşıyorlardı.

Yani filmin son kurgusunu görmeden müziği düşünmeye başladınız. Bu durumda yönetmenin isteklerini karşılayacak müzikleri nasıl besteliyorsunuz?

Andrew Dominik'in nasıl bir müzik istediğine ilişkin tam bir fikri vardı. Bize düşüncelerini anlattı, biz de onları gerçekleştirmeye çalıştık. Stüdyo aşamasındayken Nick onunla sık sık görüşürdü, müzik editörümüz Gerard McCann de kendisiyle sürekli iletişim halindeydi. Aslında filmin kurgulanmış son halinin üzerinden çalışmamamız garipti. Sonunda yönetmenin yaptığımız müzikten hoşnut kalmadığı noktalarda stüdyoya dönüp tekrar çalıştık. Üç defa oldu bu.

Çalışmanız toplam ne kadar zaman aldı?

Haftanın beş günü, üç ayrı kayıt seansı yaparak altı ay geçirdik. Ayrıca bu seanslar arasında iki tiyatro yapımı ve Grinderman grubunun albümü için de kayıtları tamamladık. Kurgudan kaynaklanan etkenler nedeniyle yavaş bir süreçti.

Sizce soundtrack albümündeki parçalar canlı performans için uyarlanabilir mi?

Elbette. Filme eşlik ederek değil ama kendi başlarına ayrıca yorumlanabilir. Nick'le yaptığım soundtrack çalışmaları filmden bağımsız olarak dinlenildiğinde kendine ait ayrı bir karakter yansıtıyor. Filmdeki ses efektlerini bire bir yansıtmak zorunda değil hiçbiri. Öyle olsa yayınlamazdık bu albümleri.

Beste yaparken müziği film mantığı içinde mi, yoksa bir albüm olarak mı düşünürsünüz ya da ikisi birden mi etkili olur?

Öncelikle film gelir. Siz bestenizi çok beğenseniz bile, eğer filmde işe yaramıyorsa olmaz. Bu da kendi albümlerinizi yaparken işleyen süreçten çok farklıdır. Onları sadece kendiniz için yaparsınız ve sadece sizin için iyi olması yeterlidir. Oysa soundtrack söz konusu olduğunda, uygunluğu belirleyecek olan şey filmin kendisidir. Aslında garip bir şekilde özgürleştirici bir deneyim bu. Çünkü normalde kendi albümünüzü yaparken hemen vazgeçemeyeceğiniz şeyleri burada hemen bir kenara itebiliyorsunuz.

Besteci Hans Zimmer'e göre, bir film yönetmeninin en çok istediği şey, filmin müziklerini yapan bestecinin başarılı olması. Çünkü besteci başarısız olursa, film de başarısız olur diyor. Siz de aynı görüşte misiniz?

Müzik, bir filmde çok kötü bir etki yaratabilir gerçekten. Kullanılan müziğin filmi destekleyici olması, bir bütün oluşturmaya yardım etmesi gerekir. Nasıl bir müzik kullanılması gerektiğini filmin kendisi gösterir zaten. Yönetmenin anlatmak istediğini ortaya çıkarmasında yardımcı bir unsur olmalıdır müzik.

Filmi izlediğinizde ne hissettiniz? İlk izleniminiz neydi?

Geçenlerde Paris'te gördüm filmi. Hoşuma gitti. Aşağı yukarı tahmin ettiğim gibiydi. İnsanın üzerinde önemli etki bırakan bir film. Casey Affleck de müthişti.

Bana göre bu en unutulmaz soundtrack albümlerden biri olacak. Yayımlanan binlerce soundtrack albüm arasında sizin favoriniz hangisi?

Gerçekten öyle mi düşünüyorsunuz? Umarım insanlar onu keşfeder. Ben Pat Garrett ve Billy the Kid soundtrack'lerini severim. Kubrick'in müziği kullanışına bayılırım. Kurosawa filmlerindeki müziği ve tabii Morricone'yi severim. Kendi başına karakteri olan soundtrack'leri beğeniyorum. Görüntüyü destekleyen ama onu manipüle edip başka yöne çekmeyen müzikleri tercih ederim. Aslında çoğunlukla müzik kullanılmayan filmleri daha çok seviyorum. Çünkü kulaklarım daima müziğe takılıyor ve bu imajları bastırıyor. Filmin farklı bölümlerinden kısım kısım alınmış gibi hissettiren müzik parçalarının bir CD'ye kopyalandığı izlenimini veren soundtrack'lerden hiç hoşlanmıyorum. Film olmadan da kendi başına bir bütün olarak tekrar tekrar dinlenebilen müzikleri seviyorum.

Nick Cave'le çalışmak nasıl bir duygu?

Onunla stüdyoda kayıt yapmaktan ve birlikte konser vermekten her zaman hoşlandım. Giderek daha verimli bir işbirliği geliştirdik. Bazı tiyatro prodüksiyonlarında, Grinderman albümlerinde birlikte çalıştık. Yakında yeni The Bad Sees albümü çıkacak. Ayrıca bir İngiliz beyin cerrahı hakkındaki bir belgesel için de üçüncü soundtrack çalışmamızı yeni tamamladık.

-

20 Ocak 2007 Cumartesi

26 Ocak’ta Hangi Konsere Gideceksiniz?


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/20 Ocak 2007

Karar vermekte zorlandığınız ama bu durumdan hoşlandığınız anlar var mıdır? “İnsan bundan neden hoşlanır ki?” diye düşünebilirsiniz. Fakat söz konusu kararı zorlaştıran neden eğer seçenek çokluğu ise, bu bir açıdan sevindirici bir durum olarak da görülebilir. İşte 26 Ocak günü İstanbul’da yaşayan müzikseverler için böyle bir gün olabilir. Çünkü aynı saatlerde hem Gotan Project hem de Stuart A. Staples konseri var. Soru şu: Hangisine gideceksiniz?

Ben birkaç yıl önce, New York’ta Central Park yaz konserleri kapsamında her ikisini de izleme olanağı bulduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Ama yine de, o karar vermekte zorlandığım ve bu durumdan hoşlandığım anın keyfini çıkarıyorum. Çünkü bu bana İstanbul’un giderek bir kültür metropolü olma yolunda ilerlediğini hissettiriyor. Son yıllarda özellikle müzik alanında yaşanan gelişmeler, oldukça umut verici. Müzisyenler ve gruplar yeter ki ülkemize gelsinler, ben hangi konsere gideceğime karar vermek için zorlanmaya çoktan razıyım! (Bunu söylüyorum ama sakın ha David Bowie ile Brian Eno aynı gün gelmesin. Öyle bir durumda ne yaparım bilmiyorum…)

Tophane-i Amire’de Buluşan Tango ve Elektronik Müzik

Öyleyse, konserler arasında seçim yapmayı belki kolaylaştırabilir umuduyla, 26 Ocak günü güzel İstanbul’u daha da güzelleştirecek olan müzisyenlerin kimler olduğuna bakalım.

Tophane-i Amire gibi son derece etkileyici tarihi bir mekanda sahneye çıkacak olan Gotan Project, tango ve Latin Amerika ezgilerini elektronik müzikle buluşturuyor. Grubun isminde yer alan “Gotan” kelimesi de Buenos Aires sokak dilinde “tango” anlamına geliyor. 2000 yılında kurulan grup, 2001’de yayımlanan “La Revancha del Tango” adlı albümle büyük çıkış yapıp, tüm dünyada tanındı. Dünyanın pek çok kentinde 200’den fazla konser veren Gotan Project, geçen yılın mart ayında çıkan “Lunatico” adlı albümle de elde ettikleri başarıyı pekiştirdi.

Tangonun modern yüzü olarak görülen grup, konserlerinde akordeon, gitar, keman, piyano ve vokali bir arada kullanıyor. Onlar sahnedeyken, kendinizi konserden daha çok, sanki bir şenlikte hissediyorsunuz. Central Park’taki konserlerinde dev bir video ekran ve sahnedeki dansçıların ekrana yansıyan o kusursuz görüntüleri eşliğinde izleyenlere unutulmaz dakikalar yaşatmışlardı. Müzikleri öylesine tutkulu ve coşkun ki, kendinizi sahneye atıp dans edesiniz geliyor. Fakat dansçıların profesyonelliği karşısında, yerinizde dans eder gibi yapmanızın kendiniz ve herkes için çok daha iyi olduğunu fark ediyorsunuz. Elektronik müzikle harmanlanan tangonun ruhunuzu İstanbul’dan alıp Arjantin sokaklarına taşımasını istiyorsanız, 26 Ocak günü Tophane-i Amire’de olun.

Tindersticks’in Karizmatik Sesi

Aynı gecenin diğer önemli konseri, Stuart A. Staples tarafından Beyoğlu’ndaki Yeni Melek’te verilecek. Kimdir Stuart A. Staples? 90’lı yıllarda efsaneleşen ünlü İngiliz topluluk Tindersticks’in karizmatik sesidir. O öyle bir sestir ki, bir kere duyduysanız hayatınız boyunca unutmanız olanaklı değildir. Aşk ve ayrılık hikayelerini anlatan melankolik şarkıların mimarıdır o. Adı Leonard Cohen, Tom Waits ve Nick Cave gibi dev sanatçılarla birlikte anılır. Müzikal çizgisinden hiçbir ödün vermeden ticari başarıya ulaşabilen Tindersticks’in güçlü sesidir o. Bob Dylan, Neil Young, Lou Reed gibi ozan şarkıcıların geleneğini izler. Duruşu, sesi ve giyimiyle Tindersticks efsanesinin sembolüdür.

Stuart A. Staples, son birkaç yıldır solo çalışmalarına ağırlık veriyor. Yann Tiersen, Terry Edwards ve Tiger Lillies'den Adrian Huge'dan yardım alarak çıkardığı ilk solo albümü “Lucky Recordings”den sonra, 2006 yılında olgunluk albümü olarak nitelendirilen “Leaving Songs”u çıkardı. Staples, bütün Tindersticks albümlerinde olduğu gibi, solo albümlerinde de o içinize işleyen mükemmel karanlığı yansıtmayı başardı.

Central Park’taki Tindersticks konserinin yarattığı duygu selinden henüz çıkmamış bir halde eve doğru yürürken arkadaşımın, “Bu adamlar dünyanın en depresif müziğini yapıyor olmalı. İyi de bu melankoli neden bu kadar çekici, onun yanıtını bulamıyorum,” dediğini hatırlıyorum. Belki de yanıt Staples’ın sesinin büyüsünde ya da o sesin yansıttığı kelimelerin anlamında…

Ben 26 Ocak için kararımı verdim. Yeni Melek’in bir konser için taşıdığı tüm olumsuzluklara karşın, Stuart A. Staples’ın güçlü sesinin cazibesine karşı duramıyorum.

15 Ekim 2006 Pazar

Karanlık Romantizmin İmge Cambazı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/14 Ekim 2006



“Ne diyeyim sana kardeşim, katilim,

Ne diyebilirim sana?

Galiba özledim seni, galiba affettim

İyi oldu çıktın yoluma.

Bir gün gelirsen buraya,
Jane için ya da bana,

Düşmanın uyuyor olacak, kadınıysa özgür,

Teşekkürler yok ettiğin için sıkıntıyı onun gözlerinden,

Hiç geçmeyecek sanmıştım, bu yüzden dokunmamıştım hiç.”


Bu sekiz mısrada koskoca bir roman yatıyor. Kim bu kadar az sözcükle bu kadar çok şey anlatabilir? Elbette Leonard Cohen.1971 tarihli “Famous Blue Raincoat” adlı şarkının sadece bir bölümü bu.

Bugün büyük bir heyecanla Kanadalı şair/yazar/besteci Leonard Cohen hakkında yazıyorum; çünkü İstanbul’da dün başlayan Film Ekimi kapsamında gösterilecek bir belgesel filme dikkat çekmek istiyorum. İstanbul’da yaşıyorsanız ve 16 Ekim Pazartesi saat 11:00’de ya da 18 Ekim Çarşamba 19:00’da vaktiniz varsa, Beyoğlu Emek Sineması’ndaki bu filmi kaçırmayın derim. (Tabii eğer hala bilet kalmışsa… Film Ekimi’nde gündüz seanslarının biletleri bu yıl da 2.5 YTL!)

Lian Lunson’ın yönettiği 2005 yapımı “Leonard Cohen: I’m Your Man” adlı belgesel, hayatı, aşkı, hüznü ve sosyal adaleti eşsiz bir şekilde anlatan bu alçakgönüllü, vakur sanatçının etkileyici bir portesini çiziyor. Film hem Cohen’le yapılan röportajlarla birlikte, kendi çizimlerini ve arşivinden fotoğrafları yansıtırken, aynı zamanda Sydney’de onuruna verilen bir konserde ünlü sanatçıların Leonard Cohen şarkılarını seslendirdikleri performansları da içeriyor. Bu sanatçıların arasında, başta Nick Cave, U2 grubu, Rufus Wainwright, Martha Wainwright, Beth Orton, Jarvis Cocker ve Antony and the Johnsons grubundan Antony olmak üzere müzik dünyasının birçok başarılı ismi var. Çağımızın en büyük ozanlarından Leonard Cohen’in şarkılarını dinlemek bile tek başına bu filmi görmek için yeterli bir neden. Nick Cave’in seslendirdiği “I’m Your Man” ve “Suzanne”, U2 grubunun Leonard Cohen’e eşlik ettiği “Tower Of Song” ve Beth Orton’un yorumladığı “Sisters Of Mercy” en dikkat çekici performansların başında geliyor. Fakat en çarpıcı ve dokunaklı olanı, “If It Be Your Will”i söyleyen Antony’e ait. Bugüne kadar bir şarkının böylesine içten söylenişine çok ender rastladım.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın hazırladığı Film Ekimi broşüründe şöyle yazıyor: “1960’ların karşı kültür hareketinin simgelerinden, günümüzün en etkili ve saygın sanatçılarından Leonard Cohen, çok fazla göz önünde olmaktan hoşlanmayan, neredeyse içine kapanık bir kişiliğe sahip.” Belgeselin önemini bu cümle oldukça iyi özetliyor aslında.”I’m Your Man”, teknik ya da kurgusal açıdan üstün bir çalışma değil; önemi Leonard Cohen’e odaklanmış olmasından geliyor. Artık yaşayan bir efsane haline gelen bu ender yetenek, filmde merak edilen birçok soruyu kendi ağzından yanıtlıyor.

Leonard Cohen’i akustik folk’tan elektro pop’a kadar uzanan farklı tarzlardaki şarkılarından tanıyor olabilirsiniz. Birçok kişi onun “Dance Me To The End Of Love” adlı şarkısı eşliğinde sevdiğiyle veya bir başkasıyla ama kalbindeki gerçek sevgiliyle dans etmiş olabilir. Ya da Cohen’in bir aşk üçgenini anlattığı 1966 tarihli “Beautiful Losers” (Görkemli Kaybedenler) adlı etkileyici romanı okumuş olabilirsiniz. Müzisyen olarak tanınmadan önce sözcüklerle oynadığı şiirleri okudunuz belki de.

Fakat onun neden 1960’larda Yunanistan’ın Hydra adasında 1500 dolara bir ev alıp orada yaşadığını biliyor musunuz? Evde elektrik yoktu, su akmıyordu. Bütün bir yıl sadece 1000 dolar harcayarak yaşamını sürdürüyor, sonra parası bitince yine Kanada’ya gidiyor, yazılarıyla yeterli parayı toplayınca da yine adaya dönüyordu. Neden?

Hayatı boyunca manik depresif ruh halinden sıyrılamayan Cohen, neden New York kulüplerindeki yıllarından sonra kendisini Los Angeles’taki bir zen manastırında buldu ve orada beş yıl boyunca yaşadı?

“The Future” adlı şarkısında dediği gibi geleceğin katliamla dolu olduğunu mu görmüştü gerçekten?

Yeni bir din arayışında olmadığı halde neden Budizm’i öğrenmeye çalıştı?

Birçok kadının tanışmak için peşine düştüğü müzisyene “Ladies’ Man” denildi. Öyleyse neden o, bunu yalnız geçirdiği binlerce gece boyunca gülmesine neden olan bir şaka olarak niteliyor?

Kimilerinin dediği gibi, yalnızca “kötümserliğin, umutsuzluğun şairi” mi Leonard Cohen?

Onun yazdıklarındaki sözcük oyunları, belirsizlik ve alaycılık unsuru kimi zaman da güldürüp zevk vermiyor mu insanlara?

Bono neden onun “karanlığın içinde çeşitli tonlar yakaladığını ve bunların da renk hissi verdiğini” söylüyor?

Son bir soru daha: O muhteşem “Suzanne” adlı şarkısında neden, “Senin kusursuz bedenine aklımla dokundum” dediğini biliyor musunuz?

Yanıtlar belgeselde.

8 Ekim 2006 Pazar

Primal Scream'den Bu Defa Blues Rock


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/7 Ekim 2006

Doksanlı yıllarda İngiliz rock tarihinin en iyi albümlerinden biri olarak tarihe geçen “Screamadelica” ve 2000’li yıllarda “XTRMNTR” adlı albümleriyle müzik dünyasını etkileyen Primal Scream grubu, dokuzuncu stüdyo albümünü kısa bir süre önce yayımladı.

“Riot City Blues” adını taşıyan albüm, grubun 2002 tarihli “Evil Heat”teki elektronik soundunu geride bıraktığının kanıtı. Solist Bobby Gillespie önderliğindeki grup, dans müzik etkisindeki rock’tan ilk yıllarındaki blues etkisindeki rock’a dönmüş. Farklı müzik türlerini denemekten hiç kaçınmayan grup, bugüne kadar psychedelic funk’tan glam rock’a, electro-punk’tan klasik rock’a kadar her türde örnekler verdi. Primal Scream’in beni en çok çeken özelliklerinden biri de müzikteki bu deneysel anlayışları.

Her ne kadar grubun elektronik müzikle flörtünün etkisiyle ortaya çıkan tarzı tercih ediyor olsam da, Riot City Blues’u da önyargısız bir şekilde dinledim ve diyorum ki; Rolling Stones sevenler bu albümü kaçırmasın. Özellikle albümün ikinci şarkısı “Nitty Gritty” çalarken, sanki gerçekten Rolling Stones’u dinlediği duygusuna kapılıyor insan.

Hayranları bilir; Primal Scream hiçbir zaman şarkı sözleri için dinlenen bir grup olmamıştır. Bu albümde de sözler özel bir dikkat gerektirmiyor. Hatta fazlasıyla basit ve sıradan denilebilir. Fakat iddiasız bir şekilde “sadece rock and roll yapmak adına” yapılan şarkılar bir o kadar da ilginç.

Adını, Dr. Arthur Janov’un psikoterapide acının tartışılarak değil yeniden yaşanılarak tedavi edilmesini öneren yöntemi “Primal Therapy”den esinlenerek alan grup, ilk başlardan bu yana her zaman müziklerinin de içlerinden geldiği gibi olmasını amaçladı. O nedenle, sözlerde ya da müzikte bir şeyleri kanıtlama adına hiçbir zorlama yapılmaması rastlantı değil. Kimileri ciddiye almayacak olsa da, onlar içlerinden geldiği gibi söylüyor, istediklerini çalıyor.

Britanya adasının bu sivri dilli grubu, 20 yılı aşan kariyerleri boyunca her zaman merakla izlendi. “Swastika Eyes” adlı o ünlü şarkılarında Amerika’daki aşırı sağ tehlikesinden söz eden, “Kill All Hippies” gibi şarkılarda sosyal konulara eğilen Primal Scream’in bu albümünde politik mesajlar ön planda değil. Eğer bu tür şarkılar bekliyorsanız, hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz.

Fakat yine de sendikacı babasından otoriteye baş kaldırmayı miras aldığını söyleyen Bobby Gillespie’nin bu konulara az da olsa bulaşmaması pek olanaklı değil gibi görünüyor. Örneğin, albümde yer alan favori şarkım , “When The Bomb Drops”, molotof kokteyllerini anlatıyor. Bu şarkıda özellikle mükemmel çalınan gitarlara dikkat etmenizi önereceğim. Zaten müziğe duyarlı kulaklar hemen yakalayacaktır bunu. Eh, ne de olsa gruba burada Echo and the Bunnymen’den gitarist Will Sergeant eşlik etmiş.

Will Sergeant’ın yer aldığı bir diğer şarkı ise, Doğu müziğinden etkiler taşıyan “Little Death”. Bu şarkı ayrıca, Primal Scream’in deneysel çalışmalardan öyle kolay kolay vazgeçmeyeceğini de gösteriyor. Albümün diğer ünlü konuk müzisyenleri ise, Nick Cave & The Bad Seeds’den kemancı Warren Ellis ve The Kills’in vokalisti Alison Mosshart.

Müzik dünyasının en ilginç gruplarından Primal Scream girintili çıkıntılı, inişli çıkışlı yoluna, bu defa eğlenceli albümleri “Riot City Blues” ile ve yine Bobby Gillespie’nin çığlıklarıyla devam ediyor.

Translate