Massive Attack etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Massive Attack etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2017 Perşembe

MASSIVE ATTACK'İN EN İYİ 10 ŞARKISI


6.7.2017

Nisan ayında Paslanmaz Kalem blogunun önerisiyle Massive Attack'in en iyi 10 şarkısının belirlendiği jüride ben de yer aldım. Şarkılardan ikisi hakkındaki yorumlarımı burada paylaşıp tüm liste için ilgili bağlantıyı veriyorum.

http://www.paslanmazkalem.com/massive-attack-en-iyi-10-sarki

ANGEL 

Massive Attack gibi tüm albümlerini çok severek dinlediğiniz bir grubun en iyi ilk 10 şarkısını sıralamanız istendiğinde, şarkıları ezbere bilseniz de, bunu hemen o anda yapamıyorsunuz. Ben de haksızlığa neden olmamak için, o ezbere bildiğim şarkıları günlerce tekrar tekrar dinleyerek listemi oluşturdum. Ama işin daha en başında ilk dört şarkının yeri belliydi. Massive Attack’in birçok şarkısına göre daha basit bir yapıya sahip olan “Angel”ın neden listemde bir numarada yer aldığını soracak olursanız, şarkının insan üzerindeki ani etkisi derim. Güçlü bas riffleriyle başlayan şarkı, yaklaşık 1 dakika içinde dinleyeni adeta hipnotize ediyor ve hemen sonrasında devreye giren dingin vokal ile öylesine bir tezat yaratıyor ki, bu beklenmeyen etki dahice. İlginç olan şu ki, Horace Andy’nin pürüzsüz sesi yerine bariton bir ses kullanılsa aynı sarsıntıyı yaratmazdı. Çünkü şarkıda var olan drama hissi, Horace Andy’nin sesinden dinleyicilere son derece etkin bir biçimde geçiyor. Ne demek istediğimi “Angel”ı konserde canlı dinleyenler çok daha iyi anlar. Albümde şarkının süresi 6’ 21” ama konserde daha uzun bir versiyonu çalınır, hatta çoğu konserin de açılış şarkısıdır. Belli ki daha ilk başta dinleyici üzerinde bu elektriklenmeyi yaratacağını iyi biliyor grup. 

Mezzanine albümündeki birçok şarkı gibi ikili ilişkiler hakkındadır “Angel”; erkek kadını gökten inen bir melek gibi görür ama kadın her baktığı erkeği gözleriyle etkisiz duruma getirir. Sadece bunu söyleyip, “Sen benim meleğimsin” der şarkı. Sözlerin bu kadar yalın olmasının da bir nedeni var. Aslında The Clash’in “Straight to Hell” adlı şarkısının bir cover’ı olarak, Sex Gang Children’dan da sample içerecek şekilde planlanan şarkıyı, “hell” kelimesi geçtiği için dindar bir insan olan Horace Andy söylemek istememiş. Son dakikada ortaya çıkan bu sorunu gidermek için, önceden hazırlanan şarkı toplam dört saat içinde büyük ölçüde değiştirilerek yeni melodi yazılmış, tempo yavaşlatılmış, Sex Gang Childden sample’ı çıkarılmış ve Horace Andy’nin 1973 tarihli “You Are My Angel” adlı şarkısının sözleriyle kaydedilmiş. 70‘lerin funk grubu The Incredible Bongo Band’in “Last Bongo in Belgium” adlı şarkısından da bir sample kullanılmış. Sonuçta Horace Andy için yeni bir şarkı yapılması gerekmiş. Önceki halini bilmiyoruz ama bence “Mezzanine”de duyduğumuz, Massive Attack’in “Blue Lines” ve “Protection” dönemini hatırlatan kusursuz bir kayıt. 




UNFINISHED SYMPATHY

Massive Attack denince herhalde akla ilk gelen birkaç şarkıdan birisi budur. Belki de grubun üç üyesi Robert Del Naja (3D), Grant “Daddy G” Marshall, Andrew “Mushroom” Vowles ile birlikte, vokalist Shara Nelson ve prodüktör Jonathan “Jonny Dollar” Sharp’ın katkılarıyla ortak yazılan bir şarkı olduğundan, çok boyutlu bir yapısı var. Vokal ve perküsyon sample’larının yanı sıra, Jonny Dollar’ın synthesizer ile programladığı yaylılara ek olarak, prodüktör ve aranjör Wil Malone’un 40 kişilik yaylı grubuyla yaptığı düzenlemeleri içeriyor.

Şarkının yazılma öyküsü de oldukça ilginç. Shara Nelson’un aklına gelen bir melodiyi kendi kendine mırıldandığını duyan Jonny Dollar, bunu hemen stüdyoda bir gece seasında sadece klavye, drum machine ve vokal ile kayda geçirmiş; sonrasında grup üyelerinin her biri kendi katkısını yapınca bu unutulmaz şarkı ortaya çıkmış. Şarkı boyunca kullanılan “Hey, hey, hey” şeklindeki vokal, Mahavishnu Orchestra’nın “Planetary Citizen” adlı şarkısından alınmış bir sample. Hatta Massive Attack bunun için izin almadığından John McLaughlin ile aralarında sorun yaşanmıştı. Bunun dışında Era’nın “Flowers of the Sea” adlı şarkısından da sample kullanılmış. 

Mushroom’un scratching yeteneklerinin de öne çıktığı şarkı, öylesine sürükleyici ki ilk duyduğunuzda aklınıza çıkmayacak şekilde nakşediyor kendini. Konserlerde bis sırasında çalınan bu Massive Attack klasiğini grupla turneye çıkmadığından Shara Nelson yerine Deborah Miller seslendiriyor çoğunlukla. Albüm versiyonunun yeri benim için ayrı ama “Gece olmadan gündüzü yaşarsın? Sen açtığım bir kitap gibisin. Bilmem gereken çok şey var. Aklı olmayan bir ruh gibi. Kalpsiz bir beden gibi. Her şeyini özlüyorum,” sözlerini ne zaman duysam yine içinde dram ve tutku olan bir Massive Attack şarkısına teslim oluyorum.

Bu teklinin yayınlanması ise, müzik tarihine geçen bir olaya neden olmuştu. Körfez Savaşı sırasındaki ortam nedeniyle plak şirketi, şarkının radyoda çalınmasının engellenmemesi için grubun isminden “Attack” kelimesinin çıkarılmasını önermişti. Çünkü medyaya göre “Massive Attack” adı vatanperverliğe ters bulunmuştu. 

Yaylı düzenlemelerine atıf yapacak şekilde şarkının ismini Schubert’in “Unfinished Symphony” adlı eserinden esinlenerek koyulması da çok yerinde bir karar. 3D, aslında bunu bir şaka olarak önerdiğini söylese de temelde sıradan bir tesadüften ibaret olduğunu düşünmüyorum. Hani her şakanın altında bir gerçek yatar denir ya; bu duruma tam uyan bir söz kanımca. Çünkü trip-hop’un bitmeyen senfonisi bu olabilir. Albüm versiyonunu ya da konserde canlı olarak dinlemek fark etmiyor; hiç bitmesin istediğim için tüm gün sadece onu dinleyebileceğim, bağımlılık yaratan bir senfoni gibi bu şarkı. 



23 Eylül 2014 Salı

PORTISHEAD'İN TARİHİNE IŞIK TUTAN 6 KAYIT


23.09.2014


Türkiye’de müzikseverlerin uzun yıllardır beklediği bir konser, sonunda bu ay gerçekleşiyor. 23 yıl önce Bristol’de Beth Gibbons ve Geoff Barrow tarafından kurulan Portishead, 20 Ağustos’ta İstanbul Küçükçiftlik Park’taki Midtown Fest kapsamında ülkemizdeki ilk konserini verecek!

Rolling Stone dergisinin, benim de çok beğendiğim bir ifadeyle, “Gotik trip-hop” diye tanımladığı Portishead soundu, özellikle 90’larda ilk gençlik döneminin bunalımlarını yaşayanlar için eşsiz bir sığınma aracıydı. Beth Gibbons’ın kırılgan vokali, tekinsiz cızırtılı sesler, soul müziği ve 1960-70’lerin film müziklerinden gelen esintilerle buluşunca ortaya çıkan film noir ruhu öylesine kavrayıcıydı ki, Portishead’in açtığı kapıdan koşarak girdik hepimiz. O zamana kadar Massive Attack ile tanışmış olanlar için tanıdıktı bu karanlık ve hipnotik sound. Nitekim Portishead’in müziğine yön veren prodüktör, besteci ve enstrümantalist Geoff Barrow, Massive Attack’ın ilk albümü “Blue Lines”ın kaydı sırasında prodüksiyon ekibinde de görev almıştı. 

Portishead’in 1994 tarihli ilk albümü “Dummy”, 90’ların başında özellikle Bristol’de gelişen trip-hop türü içinde dönüm noktalarından birisi oldu. Onunla da kalmadı; İngiltere’nin Britpop ile sarsıldığı aynı dönemde, yılın en iyi albümleri arasında kendine sağlam bir yer buldu ve gruba 1995 yılında En İyi İngiliz Albümü dalında Mercury ödülü kazandırdı. Trip-hop’un geniş kitlelere ulaşması açısından önemli bir işlev gördü o ödül. Bu albümün kaydı sırasında prodüktörlüğü Barrow ile ortak üstelenen Adrian Utley, kısa bir süre sonra gruba üçüncü üye olarak katıldı.

Bugüne kadar sadece üç stüdyo albümü ve bir konser albümü yayınladı Portishead. 1999-2005 arasında grup üyeleri farklı projelere yöneldi. Geoff Barrow ve Adrian Utley, prodüktörlüğe ağırlık verdi, Barrow ayrıca Beak adlı grubu kurdu; Beth Gibbons 2002’de solo albümü “Out of Season”ı yayınlayıp, film müziği çalışmaları yaptı. Ama bunlar olurken grup hiçbir zaman dağılmadı. 2005’ten bu yana yine bir aradalar, konser vermeye devam ediyorlar. 

2008’de yayınlanan üçüncü albüm “Third”den bu yana sabırsızlıkla yeni albümü bekliyoruz ama Portishead bu; “Söyleyeceğimiz bir şey olduğunu hissettiğimizde albüm yayınlarız,” diyorlar. Beklemeye devam ederken grubu İstanbul’da canlı dinlemek hayranlarına gerçekten iyi gelecek. Savages, Thought Forms, Telepolitik, The Away Days ve The Ringo Jets’in de katılacağı Midtown Fest’i heyecanla beklerken, konsere grubun unutulmaz şarkılarından bir seçkiyle hazırlanalım istedik. 

SOUR TIMES (1994)

Bu şarkı için, yıkıcı ama vazgeçilemeyen aşkların 90’lı yıllardaki en çarpıcı manifestolarından biriydi dersem yanlış olmaz. Beth Gibbons, ilk albüm “Dummy”den ikinci tekli olarak yayınlanan “Sour Times”da, kendisine sadık olmayan sevgilisini geride bırakırken, “Kimse beni senin sevdiğin gibi sevmiyor,” diyor; sesindeki tınılar, aşkın yaşattığı karmaşık duygularla hüznü mükemmel yansıtıyordu. Massive Attack’ın “Blue Lines” ile tamamen hakim olduğu trip-hop sounduna yenilik getiren ana unsur, Gibbons’un bu puslu sesiydi. 



*****

GLORY BOX (1995) 

“Dummy”den yayınlanan bir diğer tekli olan “Glory Box”ın, hem bir ilişkide kadın ile erkek arasındaki sorunlu etkileşimden söz ettiğini, hem de toplumda kadına biçilen rolle ilgili olduğunu düşünenler vardır. Ben ikinci gruptanım. Şarkının isminde bile bir ironi var. Avustralya ve Yeni Zelanda’da kadınların ilerde evlendiklerinde kullanacakları giysi ve eşyaları biriktirdiği sandığa verilen isim “Glory Box”, bizdeki çeyiz sandığına denk düşüyor. “Sadece kadın olmak istiyorum” sözleriyle akla kazınan bu parça, albümün hip-hop’a en uzak duran şarkısı; daha çok 1950’lerde barlarda çalınan soul şarkılarını andırıyor. Isaac Hayes’in “Ike’s Rap II” ve 1960’ların TV dizisi “The Adventures of Robinson Crusoe”dan sample’lar kullanılan, bir kez dinlense bile insanın aklında yer edebilecek melodisiyle Portishead klasiklerinden birisi. Adrian Utley’nin bu şarkıdaki mükemmel gitar tınılarının da altını çizmeden geçmeyeceğim tabii.



*****

ALL MINE (1997) 

Grubun kendi ülkesi İngiltere’de 8 numaraya kadar yükselerek Top 10’e giren tek şarkısı oldu “All Mine”. “Portishead” adlı ikinci albümde yer alan ve trip-hop ile caz füzyonu buluşturan bu parçanın, küçük bir kızın orkestra önünde şarkı söylediği akılda kalıcı bir videosu vardır. “Dummy”e göre daha karanlık ve klostrofobik bir soundu olmasının yanında daha deneyseldir bu albüm. Barrow ve Utley, prodüksiyon sürecinde önce orijinal müzik kaydedip, sonra onları şarkının içinde sample olarak kullanmıştı. Şarkının obsesif aşk sözlerini Beth Gibbons’un kırılgan yorumuyla dinlemek sarsıcı; videoda o sesin küçük bir kıza ait gibi görünmesi ise, aynı zamanda ürpertici.



*****

UNDENIED (1997)

“Portishead” albümünün üçüncü şarkısı, kanımca Beth Gibbons’ın duygularını en yoğun olarak yansıttığı şarkıdır. Aşkın karşısındaki güçsüzlüğün sesindeki titremelerde bulduğu karşılık, eşi bulunmaz bir içtenliğin de kanıtı. “Seni buldum, gözlerinin ardındakini gördüm. Nasıl devam edebilirim?” diye sorarken, saklayamadığı duyguların yoğunluğundan kendisi de korkuyor. Trip-hop’un en derin şarkıları arasında ayrı bir yere sahip “Undenied”. Yavaş ritmiyle gece karanlığındaki yalnız yürüyüşlerin değişmez soundtrack şarkılarından birisi aynı zamanda. Bıraktığı etki zamanın ötesinde, çarpıcı ve bağımlılık yaratıcı...



*****

MACHINE GUN (2008)

 Grubun yaklaşık dokuz yıllık uzun bir aradan sonra yayınladığı üçüncü albümü “Third”ün ilk teklisidir. Analog ile dijitali müthiş bir başarıyla birleştiren albümün daha agresif ve kaotik karakteri, bu şarkıda makineli tüfek sesi gibi sürekli tekrarlanan mekanik perküsyon ile örülen sentetik bir melodi ile kurgulanır. Bu açıdan New Order’ın “Blue Monday” adlı şarkısını hatırlatan şarkıda, minimal tekno ve dubstep unsurlarını bulmak da mümkündür. Sözleri farklı anlamda yorumlanabilirse de, benim düşünceme göre yürümeyen bir ilişkiyi ve insanın o durumda kendi içinde yaşadığı derin çelişkileri anlatır “Machine Gun”.



*****

THE RIP (2008)

 “Machine Gun”daki elektrikli, sert soundun yerine akustik gitar ve flüt ile bir İngiliz folk müziği şarkısı gibi başlar “The Rip”. Şarkının ilk yarısından sonra devreye giren perküsyon ve klavye ile sound canlansa da, albümde diğerlerinden ayrıdır bu şarkı. Tarif edilemeyecek kadar büyük ama belirsiz bir kayıptan söz eder; folk’tan krautrock’a evrilen karakteriyle olağanüstü güzel ve gizemlidir. Gibbons’ın kendisini alıp uzağa götüreceklerini söylediği beyaz vahşi atlar neyin metaforu bilmiyorum ama şarkıyı dinlerken insanın başka alemlere sürüklendiği kesin.



Ağustos ayında redbull.com.tr'de yayınlanan yazım.

21 Ağustos 2014 Perşembe

RUHUMUZDAN PORTISHEAD GEÇTİ, SAVAGES ENERJİSİYLE ÇARPTI


21.8.2014

Dün akşam uzun bir aradan sonra, özellikle içinde yaşadığımız ülkede benim terapi diye gördüğüm canlı müzik dinleme eyleminin büyüsünü bir kez daha yaşadık. Bu yıl ilk kez yapılan Midtown Fest'e katılacak gruplar duyurulduğunda büyük bir heyecan dalgası esmişti. Nasıl esmesin ki? 23 yıldır İstanbul'da dinlemeyi beklediğimiz Portishead geliyordu! 1990'lı yıllarda ilk gençliğini yaşayanların sürüklendiği melankolinin baş sorumlularındandı grup. Belki melankoliye sürüklenmek iyi bir şey mi diye sorulabilir; hatta bunu depresif bulup uzak durmayı tercih edenler olabilir. Ancak ben içten anlatıldığında müzikteki hüznün insanları birbirine bağlayan en önemli duygulardan biri olduğuna inanıyorum. Müzik tarihine baktığımızda da, acıların yansıması olarak ortaya çıkan ağıtların oynadığı önemli rolü görüyoruz. Hayatta sevinçler gibi acılar da var ve bunları hafifletmenin yolu, onları yadsımak değil, ortak duyguları paylaşmak.

Portishead'in şarkılarını özümseyerek dinlerseniz, dile getirilen aşk ızdıraplarında, duyarsızlığa tepkide, yalnızlaşmada her insanın kendisinden bir şeyler bulması kaçınılmazdır. Çünkü ifade edilenler, insanı insan yapan duygulardır. Beth Gibbons'ın titreyen, kırılgan sesi kalbinizin içinde öyle bir yerinden yakalar ki sizi, artık bağımlısınızdır o müziğe. Portishead gibi trip-hop türünün evrilmesinde dönüm noktalarından biri olan bir grubu canlı dinlemek, her konserdeki gibi tanıdık şarkılar çalınırken yaşanacak hazzın ötesinde neden önemliydi? Önemliydi; çünkü bugüne kadar kaset, plak, CD ya da dijital olarak dinlediğimiz bir sesin, eşzamanlı olarak atmosferde yayılırken üzerimizde yaratacağı etki farklı olacaktı.

Bu düşüncelerle sabırsızlıkla bekledim festivali. Küçükçiftlik Park'ta gerçekleşen etkinlikte kapılar öğleden sonra 14.30'da açıldı. Akşam 22.00'daki Portishead konserine kadar, Telepotik, The Away Days, Thought Forms, The Ringo Jets ve Savages sahne aldı. Ben The Ringo Jets'in sonuna yetişebildim ve ancak bir iki şarkı dinleyebildim. Her zamanki gibi çok dinamik, zımba gibi çalıyorlardı.

SAVAGES BİTMEYEN ENERJİSİYLE ÇARPTI

Dün Savages'ı beşinci kez canlı dinledim. Bauhaus, Cabaret Voltaire, Suicide, Joy Division karanlığını ve post-punk soundunu olağanüstü bir enerjiyle sahneye yansıtabilen müthiş bir grup Savages. Ancak müziklerinin de karakteri dolayısıyla, bana göre, ufak ve kapalı salonlarda verdikleri konserler çok daha etkili oluyor. SXSW'da iki kere açık havada dinlediğimde bundan bir kez daha emin olmuştum. Geçen yıl çok iyi çıkış yapsalar da, Türkiye'deki ilk konserlerini verecek olmaları, alacakları tepki açısından düşündürüyordu beni. Nitekim grubun müziğine fazla aşina olmayan kalabalık, genellikle tepkisizdi konser sırasında. Elbette arada kendini müziğe kaptıranlar da vardı ama sayıları azdı. Savages'ın müziği, bir yerde sabit durarak dinlenebilecek türden değil; gitar riff'leri ve davul vuruşları öylesine güçlü ki, altyapıdaki ritmik yapı dinleyiciyi derhal içine alıyor. Grubu Salon gibi ufak ve kapalı bir mekanda dinleseydik, farklı bir konser olacağına eminim. Fakat yine de Savages'ın bitmeyen enerjisine tanık oldu dinleyiciler.

Her zamanki gibi siyahlar içinde sahneye çıkan dört kadın müzisyenin karizması da güçlü müziğe eklenince, Savages, estetik farkını ortaya koyuyor. Gitarist Gemma Thompson, bas gitarist Ayşe Hassan ve baterist  Fay Milton'ın enstrümanlarına hakimiyetinin yanı sıra, vokalist Jehnny Beth'in sesindeki kararlılık, bu grubun en sağlam yanı. Hem duruşları hem de şarkı sözleri bıçak gibi keskin. Toplumda cinsiyetler için belirlenen rollere, dayatılan görüşlere, baskılara karşı duran özgürlükçü tavırlarını sahneye de çok başarıyla yansıtıyorlar. Jehnny Beth, "Aşağılık heriflerin moralinizi bozmasına izin vermeyin!" diye tekrar tekrar söylerken, yüzündeki ifade ve bedeninin aldığı duruş o kadar uyumlu ki, bunu ancak ya rolüne çok iyi çalışmış usta bir oyuncu yapabilir ya da oyuncu değilse söylediği sözleri yürekten savunan bir müzisyen… Sözleri de yazan Jehnny Beth, ikincisi elbette.

Savages'ın dünkü yaklaşık bir saatlik konseri, daha önce izlediklerim arasında en unutulmaz olanı değildi ama bunun grubun performansı ile ilgisi yok; atmosfer, dinleyici farkı belirleyiciydi; kitleden sahneye ateşleyici bir yansıma olmadı. Londra'da terk edilmiş bir endüstriyel yapı olan Electrowerkz'in içinde, karanlık ve dar bir mekanda, tıkış tıkış bir ortamda onları ilk kez dinlediğim konseri unutamıyorum. Muhtemelen bundan sonra da her konserlerini onunla kıyaslayacağım. Yine de konserin SXSW'dan çok daha tatmin edici olduğunu belirtmeliyim.

(Merak edenler için Savages'ın çaldığı şarkılar: Flying to Berlin - I Am Here - Shut Up - City's Full - I Need Something New - Dream Baby Dream (Suicide cover) - Strife - Waiting for a Sign - She Will - No Face - Husbands - Hit Me - Fuckers)

PORTISHEAD BÜYÜSÜNÜ YAŞADIK

Saat tam 22.00'da sahnedeydi Portishead. "Third" albümün ilk şarkısı "Silence" ile açtılar konseri. Başında Portekizce bir sample'da şöyle der Brezilyalı dövüş sanatı ustası Claudio Campos: "Üç kurala dikkat et, Ne verirsen o sana geri döner, Bundan ders almalısın, Sadece hak ettiğin şeyi alırsın." Beth Gibbons'un "Did you know what I lost?" diye soran sesini duyduğum anda, ayinsel bir konserin içinde olduğumuzu biliyordum. Bir konser mekanını dolduran insanların hemen hepsinin ezbere bildiği şarkıların canlı çalınıp söylenmesinin nasıl dipten gelen bir etkileşim yarattığına tanık olanlar bilir; bu hissi yaratabilen başka bir sanat dalı yok. Müziğin gücünü iliklerinize kadar hissedersiniz, diz çöküp eğilirsiniz o güç karşısında.

Beth Gibbons'ın mikrofon önünde hareketsiz durarak kendini tümüyle şarkıya adayışı da ritüelin bir parçası. Massive Attack konserlerinde de gördüğümüz bu bilinçli hareketsizlik, müziğin yapısından kaynaklanıyor. Ses titreşimleri tam dokunması gereken yere dokunduğundan müzisyenin sabit ya da olabildiğince hareketsiz kalarak o etkiyi bozmaması önemli kanımca. Sahnedeki dev ekrana yansıtılan görüntüler arasına dev Beth Gibbons silüetini yerleştirmek de hedeflenen işlevi görüyor. Bir tür büyülenme durumu söz konusu Portishead konserinde. Yazının girişinde de açıkladığım gibi, duygu paylaşımının en yoğun olduğu konserlerde ortaya çıkıyor bu durum. Portishead ile yıllar içinde demir zincirlerle bağ kurmuşuz; şarkıların başında duyduğumuz birkaç notayla içimizde bir şeylerin titremesini başka türlü açıklamaz olanaksız.

Dün akşam Beth Gibbons'a Adrian Utley ve Geoff Barrow ile birlikte sahnede gitar, bas gitar, bateri, synth, elektronik sesler ve klavyede eşlik eden toplam altı müzisyen vardı. Bir tek sahnede turntable görmediğim için şarkılardaki scratch seslerinin önceden kayıt edildiğini tahmin ediyorum. Tıkır tıkır işleyen, son derece profesyonel bir akışla toplam 1.5 saatte 15 şarkı çaldı Portishead. En sevilen şarkılarından "Mysterons", "The Rip", "Sour Times", "Wandering Star", "Machine Gun", "Glory Box" ve "Roads"u seslendirmeyi ihmal etmediler. Türkiye'deki ilk konserleri olduğunu düşünürsek, dengeli bir setlist hazırladıkladıklarını söyleyebiliriz. 2008'de yayınladıkları son albüm "Third"den 6, 1997 tarihli ikinci albüm "Portishead"den 3 ve 1994 tarihli çıkış albümleri "Dummy"den 5 şarkı seçmişlerdi. Herhangi bir albümlerinde yer almasa da setlist'e giren şarkı, 2009'da İnsan Hakları Günü'nde Amnesty International örgütüne yardım amacıyla kaydettikleri "Chase the Tear" oldu. Grubun seçimlerine tabii saygı duyuyorum, sadece içimden "All Mine" ile "Undenied"ı da duymak geçmişti.

Konserin unutulmaz anlarından birisi, "Machine Gun" çalarken ekranda beliren Gezi Direnişi görüntüleri oldu. "Istanbul United" yazısıyla birlikte, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş'ın renkleriyle yazılan "BERABER" sözcüğü dikkat çekti. Şarkının sonunda çok güçlü duyulmasa da "Her Yer Taksim Her Yer Direniş" sloganı da atıldı. Böylece Gezi'ye selam göndermiş oldu grup.

Beth Gibbons, özgün vokaliyle kendisinden sonra gelen birçok kadın müzisyeni etkiledi. Yıllar önce New York'ta solo bir konserine gitmiştim. Sahnedeki hafif öne doğru eğik duruşu, saçı, giyimi aynıydı; yine gözlerini kapayıp yüreğinin en derin yerinden gelen sözleri söylüyordu. Herkes onda kendisine ait bir şeyler buluyordu; kimisi için aşk açısı çeken bir kadın, kimisi için duygularını en kırılgan şekliyle paylaşan bir dost, kimisi için de saflığın sembolüydü… Kadındı… Tutkulu bir insandı… Müthiş duyarlı bir sanatçıydı… Dün Küçükçiftlik Park'ta konser sonunda sahneden inip dinleyicilerin elini sıkarken, konserin başında söylediği kuralları o da yeniden yaşıyordu: Ne verdiyse o kendisine geri dönüyordu. Onun içtenliğinin karşılığı, büyük bir ilgi ve sevgiydi.

Portishead'in iç dünyamızda yarattığı kasırga, sanırım dün akşam konserde olan herkesin müzik serüvenine büyük harflerle yazıldı. Bana göre kuşkusuz yılın en iyi açık hava konseri oldu.

(Setlist: Silence - Nylon Smile - Mysterons - The Rip - Sour Times- Magic Doors - Wandering Star - Machine Gun - Over - Glory Box - Chase the Tear - Cowboys - Threads // Bis: Roads - We Carry On)

(Fotoğraflar ve video bana aittir.)

8 Haziran 2014 Pazar

100 % FEST İZLENİMLERİ


08.06.2014
Babylon Soundgarden ile başlayan açıkhava müzik festivalleri serisi, bu hafta sonu yeni bir festival olarak İstanbul kültür etkinliklerine dahil olan 100 % Fest ile devam etti. Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik koşullarda uluslararası alanda tanınan büyük grupları ülkeye getirip kazasız belasız festival yapmanın ne denli zor olduğunu çok iyi biliyorum. Kültür etkinliklerinde uygulanan vergiden, grupların turne programlarını denk getirmeye; son bir yıldır polis saldırısı altında savaş alanına dönen kent merkezinden, giderek artan bilet fiyatlarının çoğu kişi için aşırı olmasına kadar birçok sorun var. Yine de birileri taşın altına elini sokuyor, müzikseverler müziğin peşinden gitmeyi bırakmıyor ve çoğu şey olması gerektiği gibi olmasa da sonunda müzik insanları buluşturuyor.

Cuma ve cumartesi günleri Küçükçiftlik Park'ta dinleme olanağı bulduğumuz gruplara geçmeden önce festivalin genel ortamına dair dikkatimi çeken bazı noktaları belirtmek isterim. Öncelikle festivali düzenleyen Esen Entertainment'ın yönetiminden kaynaklanmadığı ama Küçükçiftlik Park'ın uygulamalarından doğduğu söylenen bazı sorunlar vardı. Örneğin, kapıda giriş yaparken güvenlik görevlisi size şunu söylüyor: "Şimdi giriş yapıyorsunuz, dışarı çıkarsınız biletiniz olsa da geri giremeyeceksiniz." Nedenini soruyorsunuz, yanıt şu: "Uygulama böyle." Sabah saat 11'de başlayıp gece yarısına kadar devam eden bir etkinlikte bunun mantıklı bir açıklaması olabilir mi? Üstelik giriş yapana bileklik de takılıyor. Diyelim ki, iki günlük kombine bilet sahibi bir katılımcının sabah 11'de dinlemek istediği bir grup var ve daha sonra çıkıp akşama doğru geri dönecek ve diğer istediği grupları izleyecek. Bunu engellemenin gerekçesi nedir? Bileti ve bilekliği başkasına verip onun alana girmesini sağlayacağından çekiniliyorsa, o zaman bileklikleri bilekten çıkmayacak şekilde yapın. Şehir merkezinde her yere yakın festival yapılıyor dienilerek bu bir avantaj olarak sunuluyorsa, onun doğal sonucu olarak insanlar belli bir saatte çıkıp başka bir işini yapıp geri dönebilir. 12 saat boyunca alandan hiç çıkılmadan kalınmasını beklemek yanlıştır. Nitekim bir arkadaşım, cumartesi akşamı bir iş toplantısına katılmak için çıkıp, Massive Attack için festivale geri dönmek istedi. Fakat kapıdaki görevlilere durum anlatılamayınca festival ekibi ile temas kurduk. Onların yardımıyla biz sorunumuzu halletik ama herkes o görevlilere ulaşamayabilir. Bu konunun üzerinde durmamın nedeni, aynı mekandaki diğer etkinliklerde de aynı sorunun yaşanması. Küçükçiftlik Park umarım bu mantıksız uygulamanın yarattığı soruna bir çözüm getirir.

Festivalde dikkatimi çeken bir diğer nokta, diğer etkinliklerde de artık sürekli karşımıza çıkan sahne önünün boş kalması sorunu… Bu kez Diamond ayakta, Diamond Teras VIP, Golden ayakta, Normal ayakta gibi kategoriler halinde farklı fiyatlardan bilet satılmıştı. Festivallerde bu tip kategorilerin yaratılması ve en öndeki bölümün davetlilere ayrılması nedeniyle şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Bu kısımdaki grup, genellikle sadece headliner'ları dinlemek için mekana gelmeye eğilimli olduğundan, son bir iki büyük performansa kadar sahne önündeki alan boş kalıyor ve bu da daha önceki saatlerde çalan gruplar açısından büyük bir dezavantaj yaratıyor. Arada demir engeller olduğundan, müzisyenler çağrı yapıp, salon konserlerinde olduğu gibi, "gelin öne hepiniz!" de diyemiyor. "Normal ayakta" kategorisindeki hayranlarla müzisyenlerin arasında paranın yarattığı bir boşluk oluşuyor ve inanın bu  performanslara yansıyor. Hep söylüyorum, yazıyorum; sahne önü hayranlara aittir. Kim sahnedeki grup için heyecan duyuyorsa, o önce gelip yer tutma zahmetine katlanmalıdır. Sahne önünde böyle bir hayran kitlesi olduğunda, konser çok daha coşkulu olur. Bu yazdıklarım bütün organizatörler için geçerli. Konuya bir de böyle bakın diyorum onlara…

Festivaldeki yeme içme konusunda da bazı düzeltmeler yapılabileceği kanısındayım. Bir ara içecek bir şey alayım dedim; sadece bira, Coca Cola ve Red Bull var dediler. İki gün boyunca günde 12 saat süre bir festivalde bu yeterli midir? Coca Cola içmediğim için bira aldım ama onu da içmeyen ne yapacak? Ayrıca fiyatlar da ucuz olmadığından, herkes bira içemeyebilir. Küçükçiftlik Park'ın dışında sürekli köfte, sucuk, kokoreç satan tezgahlardan yayılan et kokusuna ek olarak, alanda da et ağırlıklı bir menü vardı. Neyse ki, kumpir ve kuruyemiş seçeneği de sunularak vejetaryen ve veganların açlıktan bayılması önlenmiş. Bu nedenle organizatörlere teşekkür ederim. 

Festivaldeki ses sistemi konusunda bir ara birkaç tanıdıkla konuştuk. Ben ön kısımlarda bir yetersizlik hissetmedim ama ses yüksekliğinin arka bölgelerde duranlar için yeterli olmadığını söyleyenler vardı. Bunun nedeninin, kent merkezi içindeki ses kısıtlamasıyla bir ilgisi olabilir diye düşünüyorum.

Bu öneri ve eleştirilerle birlikte, 100 % Fest'in her yıl daha iyiye doğru gelişerek devam etmesini diliyorum. Yolu açık olsun!

BİRİNCİ GÜN: ENERJİK KAISER CHIEFS, GÜÇLÜ SOUNDGARDEN

Fiziksel koşullar ile ilgili bu tespitlerden sonra, izlediğim gruplara dair izlenimlere geçebilirim. 100 % Fest'in programı duyurulduğunda özellikle görmek istediğim üç grup vardı. Massive Attack, Soundgarden ve Trentemoller. Massive Attack'i daha önce birçok kez canlı dinledim ama onlarca defa daha görsem fark etmez, o kadar iyiler ki konserleri her defasında bende heyecan yaratıyor. Chris Cornell'i de Rock'n Coke'ta canlı dinlemiştim ama Soundgarden'ı ilk kez sahnede gördüm. Trentemoller'i de aynı şekilde ilk kez canlı dinleme olanağı buldum.



Birinci gün Kaiser Chiefs'in performansı beklediğim gibi yine enerji doluydu. 20
12'de Santralistanbul'da yapılan Efes One Love'daki gibi neredeyse festival alanının her yanına gitti vokalist Ricky Wilson. 2012'de içki yasağı yüzünden çok tatsız olaylara sahne olan Efes One Love'da bira ile sahneye çıkıp onu izleyicilere vermişti. İki yıl sonra geldiği ülkemizde hiçbir şey daha iyi değil. 100 % Fest'te alkollü içecek satışı yasak değildi ama Türkiye'nin son bir yılda yaşadıklarını duymayan herhalde az kalmıştır dünyada. Wilson bir ara sahnede, "Biz buraya gelmeye devam edeceğiz. Hükümet için değil, sizin için buradayız," dedi. Bu noktayı herkesin görmesi önemli; çünkü bireyler, destek vermedikleri bir hükümetin yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmamalı.

Kaiser Chiefs'in "Everyday I Love You Less and Less" ile açtığı konserinde Rick Wilson, az önce sözünü ettiğim gibi sahne önündeki boş alanı görünce, "Niye herkes arkada?" diye sorup, mikrofonu kaptığı gibi demir engellerin üzerinden atlayarak "normal ayakta" kategorisinde duran esas hayranlarının yanına gitti ve uzun süre orada kaldı. Sonra da bira satış standının üzerine çıkıp, "Never Miss a Beat"i seslendirdi. Ancak Wilson'ın bütün çabalarına rağmen, kalabalık One Love'daki kadar coşkulu değildi; hafif espriye vursa da o da bu konuda yakınmadan edemedi. Yine de festival sahneleri için çok iyi bir tercih Kaiser Chiefs: Şarkılarını çok iyi bilip hayranı olmasanız bile, sahne performanslarının başarısını takdir etmemeniz olanaksız.

Seattle grunge sahnesinin önde gelen gruplarından Soundgarden, bu yıl, büyük çıkış yapmalarını sağlayan "Superunknown"un 20. yılını kutluyor. O nedenle ilk kez çaldıkları Türkiye'de bu albümden de şarkıları dinleyeceğimizi düşünüyordum. 15 şarkılık albümden, "My Wave", "Like Suicide", "Superunknown", "Spoonman", "The Day I Tried To Leave", "Fell on Black Days" ve alandaki çoğu kişinin gençlik yıllarının soundtrack şarkılarından "Black Hole Sun"ı çaldılar. Bunların dışında şarkı listesi, 1988 tarihli ilk albümleri "Ultramega Ok"den "Flower" ve "Beyond the Wheel, 1991 albümleri "Badmotorfinger"dan "Outshined", "Jesus Christ Pose" ve "Searching with My Good Eye Closed", 1996 albümleri "Down on the Upside"dan "Blow Up the Outside World" ve "Burden in My Hand", 2012 albümleri "King Animal"dan "Been Away Too Long"dan oluştu. Heavy metal'e daha yakın duran 1989 tarihli "Louder Than Love"a ise hiç dokunmadılar.



Chris Cornell'in sesi, bunca yıl sonra hala ilk duyduğumuz günkü kadar güçlü. Ben kişisel olarak grunge türüne pek yakın olmadım ama Soundgarden'ın kariyeri boyunca soundunu geliştirmek için attığı adımları ve yayınladıkları albümlerdeki kaliteyi hep takdirle izledim. Onları dinlerken Stephen Thomas Erlewine'in onlar için söylediği şu söz aklıma geldi: "Alternatif rock'ta heavy metal'e yer açtılar." Zaman zaman heavy metal ile kesişen yolda öylesine sağlam bir temelde duruyorlar ki, bana kalırsa eskimeyecek, klasik bir sound yarattılar. Grubu daha önce canlı dinlememiş olduğum için 1998-2009 arasındaki ayrılığın performanslarına yaptığı etkiyi değerlendiremiyorum, ancak benim cuma akşamı izlediğim taş gibi sağlam müzik yapan bir gruptu. 

İKİNCİ GÜN: WILD BEASTS, CEZA, TRENTEMOLLER VE MASSIVE ATTACK

Festivali ikinci gün Wild Beasts ile açtım. Grubu en son kısa bir süre önce, 7 Aralık 2013'te İstanbul'da yapılan Red Bull Music Academy Radio Festival kapsamında canlı dinlemiştim ve o konser sırasında henüz çıkmamış olan yeni albümleri "Present Tense"de yer alan şarkılardan bazılarını da çalmışlardı. O zaman yaptığım yorumda daha karanlık ama yine çok sıcak, sarsıcı bir albüm geliyor demiştim. Tahminim doğru çıktı; yılın en güzel albümlerinden biri "Present Tense". Wild Beasts gibi çok iyi iki sese sahip bir grubun, son birkaç yılda geçirdiği evrim ve bugün vardığı nokta hayranlık uyandırıcı. Şarkı yazımında kendilerine özgü bir sound yaratmayı başardıkları gibi, her geçen albümde çıtayı yükseltmeyi bildiler. 100 % Fest'te akşamüstü 18.00'da sahneye çıktıkları için, henüz sahne boştu ve ne yazık ki belki de İstanbul'a daha önce birçok kez gelmelerinden dolayı, performansları hak ettiği ilgiyi göremedi. Oysa onlar Twitter'da "Istanbul. The love  affair continues," yazmışlardı. O sevgi gösterisine karşılık verenlerin büyük kısmı arkalardaydı… 45 dakika ayrılmıştı gruba, o kadar sürede ağırlığı yeni albüme veren bir şarkı listesi tercih etmişlerdi. Ama bana yetmedi, çok kısa geldi Wild Beasts'in konseri. 

Wild Beasts'in arkasından sahneyi Ceza ve ona eşlik eden müzisyenler aldı. Grunge gibi hip-hop hayranı da değilim ama Ceza'nın 100 % Fest'teki performansı kanımca etkileyiciydi. Bu kez Cenk Turanlı (bas), Mehmet Demirdelen (davul), Emre Kula (gitar) ve Barış Çakmakçı'dan (klavye) oluşan bir ekip eşlik etti Ceza'ya. Son derece akıcı ve vurucu bir teknikle icra ettiği rap sanatını enstrümanlarına hakim iyi bir grupla destekleyince müzikalite açısından çok tatmin edici bir sound çıkmış ortaya. Rap ile rock bütünleşmesi her zaman iyi sonuç vermeyebiliyor ama Ceza'nın dünkü seti alkışı hak ediyordu. Ceza'nın politik eleştiri ve toplumsal tespitlerle bezeli sözlerine çok yakışmıştı bu sürpriz kurgu. Bundan sonra da böyle devam etmesini dilerim. Kimileri Wild Beasts'ten sonra Ceza'nın sahneye çıkmasını tür farkı açısından yorumlayıp garipsedi ama bence bunda eleştirilecek bir taraf yok. Birbirinden çok farklı müzik türlerine yer verilen bir festivaldi ve Türkiye'den başarılı isimlere ana sahnede yer verilmesi, bence hem gerekli hem de güzel bir uygulama.



Nitekim Ceza'dan önce sahneye birden Danimarka'dan şişe müziği ustaları "Bottle Boys" çıktı. Programda isimleri yoktu ama yaklaşık yarım saat aralarında Michael Jackson'dan "Billie Jean", Tarkan'dan "Şıkıdım" ve Barış Manço'dan "Arkadaşım Eşek" gibi hitlerin de olduğu şarkıları yorumladılar. Şişe ve damacanayla yaptıkları müzik, ilk anda herkesi şaşırtsa da bir süre sonra tanıdık melodileri duyunca bir de baktım dans edenler çoğalmış. Dört müzisyenin Gangnam dansıyla biten şovu, beklenmedik bir gösteriydi ama epey ilgi topladı ve bence festivale renk kattı.


Cumartesi gününün en merakla beklenen isimlerinden birisi Trentemoller, umduğumdan da başarılı bir performans gösterdi. Danimarkalı multi-enstrümantalist, elektronik müzik prodüktörü Andres Trentemoller, 90'larda elektronik müziğe geçiş yapmadan önce indie rock gruplarında yer almış bir müzisyen. Bu yönüyle öne çıkmasa da yaptığı müzikleri incelerseniz, hamurunda bunun yer ettiği açık. Daha çok remiksleri ile tanınıyor ama 2006'dan bu yana kendi müziklerini de yayınlıyor. Özellikle geçen yıl çıkardığı "Lost" adlı albümüyle oldukça dikkat çekti. Minimal techno, IDM gibi türlerle flörtünü sürdürse de albümde birçok şarkıda konuk vokal kullanarak, indie rock alanında da var olmaya istekli olduğunun işaretini de vermişti. Bu nedenle nasıl bir sahne performansı izleyeceğimizi tam olarak kestiremiyordum açıkçacı. 

Andres Trentemoller, kendisi synth ve elektronik seslerle meşgul olurken, davul, bas, klavye, gitar ve vokalde ona eşlik eden tam bir konser ekibi ile vardı sahnede. Mikael Simpson (bas), Lisbet Fritze (gitar), Henrik Vibskov'un (davul) yanı sıra, özellikle bazı şarkılarda vokali de üstlenen gitarist Marie Fisker olağanüstüydü. Lisbet Fritze ile yaptıkları şahane robot dansı da cabasıydı! Trentemoller'in Küçükçiftlik Park'ı dev bir dans pistine çeviren seti, Massive Attack'ten önce ortamı hazırlaması açısından son derece uygun bir seçimdi. Kırmızı ışık altında "Silver Surfer, Ghost Rider Go!!!" adlı şarkıyı çalarlarken belki şarkının videosundaki kadar mükemmel değilse de yine müthiş etkileyici bir atmosfer yaratmayı başardılar. Çok dinamik bir performanstı.

GEZİ VE SOMA UNUTULMADI!

Festivalin kapanışını yapacak olan Massive Attack, programda konser saati 22.30 yazmasına karşın, 22.25'te karşımızdaydı. (Bu arada herhangi bir aksaklık olmadığı sürece dinleyicilerini bekletmeyen gruplara selam olsun!) Konserin açılışını yapan şarkı, Robert Del Naja'nın (3D) geçen yıl yayınladığı "Battle Box" oldu. Massive Attack'in gizemli karanlık dünyasına dalmak için kusursuz bir ses girizgahıydı bu. Arkasından "Risingson"ın ilk notalarını duyunca ruhumun giderek yükseldiğini duyumsadım. Konserden önce şarkı listesi hakkında düşünürken, "Heligoland" albümünün ağırlıklı olacağını tahmin etmiştim, öyle de oldu. Konserde beş şarkıyla anılan "Heligoland"den "Paradise Circus"un vokali Martina Topley-Bird'e emanet edilmişti. Her zamanki sakin uzaklığı ile sahnede bir anıt gibiydi Bird.

"Teardrop" ve "Psyche" adlı şarkıları da Martina Topley-Bird'den dinledik ama "Teardrop"un orijinalindeki Elizabeth Fraser vokalinin yerini alamıyor bence. Her ikisi de meleksi bir sese sahip, fakat Fraser'ın tınılarını silemiyor kulaklarım; sanki benliğime işlemiş, o şarkıları hep o ilk günkü yorumuyla duymak istiyorum nedense… İlginçtir aynı his, "Safe From Harm" ve "Unfinished Sympathy"deki Shara Nelson vokali için söz konusu olmuyor bende. Dün gece bu iki şarkıyı Deborah Miller'ın yorumuyla dinledik. Shara Nelson'ın 23 yıl önce duyduğum sesini de çok seviyorum ama Deborah Miller'ın yorumu da çok güçlü.

Massive Attack, her zaman iyi müzik yaptı ama en önemli özelliklerinden birisi de, şarkıları için doğru vokali bulmasıydı. Horace Andy gibi bir cevherin onların müziğine sağladığı olağanüstü katkı, sadece albüm kayıtlarıyla sınırlı değil. Massive Attack konserlerini heyecanlı kılan nedenlerden birisi, onun gibi bir efsane sesi canlı dinlemek. "Everywhen"i söylemek üzere sahnede belirdiğinde seyirci üzerinde yarattığı etki öyle büyük ki! Horace Andy, grubun "Girl I Love You" ve "Angel" gibi unutulmaz şarkılarını da seslendirdi dün akşam. En favori şarkılarımdan "Angel"ı ondan daha dokunaklı, daha sarsıcı söyleyebilecek bir ses olduğunu düşünmüyorum. Sesinin tüm titreşimlerini karşısındakine geçirebilme yeteneği var onda. 

İstanbul'a gelip de esin kaynağını bu kentten alan şarkıyı çalmadan geçmedi tabii Massive Attack. "Inertia Creeps" başlar başlamaz kalabalığın hareketlenişi görülmeye değerdi. 2010'da Kuruçeşme Arena'da verdikleri konserdeki gibi sahnedeki LED ekranda sürekli yazılar, sayılar ve sembollerle yine mesajlarını verdi Massive Attack. Uluslararası holdinglerin yönettiği dünyada insanları uyutma görevini üstlenen ana akım medyayı ifşa etmek için seçtikleri yöntem çarpıcıydı. Medyada çıkan magazin haberlerinin başlıklarını gördük önce: Saba Tümer'den kahkaha dersi! …. evleniyor, bilmem kaç milyon dolara alınan yat vs. ve sonra birden "Somadakileri Unutma" yazısı belirdi ekranda! Gezi'de katledilenlerin isimleri tek tek yazıldı, dev puntolarla Berkin Elvan adını okuduk… En sonunda da "Katilleri Hala Dışarıda" yazısı göründü. O anda suratımıza bir daha çarpan gerçek o kadar acı geldi ki… "Her Yer Taksim Her Yer Direniş!", "Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam!" sloganları atılırken 3D mikrofona yaklaşıp protesto ve demokrasi üzerine bir şey söyledi ama gürültüden tam anlayamadım. Robert del Naja ile 2008'de İstanbul'a geldiklerinde röportaj yapmıştım, o zaman bana "müzik kaçıştır" demişti, ben de öyleyse neden konserlerde sürekli hayatın gerçeklerini hatırlatıyorlar diye düşünerek buna katılmamıştım. (Söz konusu röportaj bu linkte.)Şimdi düşünüyorum da, belki de demek istediği, gerçeğin haykırılmasının engellenişinden, uyutulmaktan bir kaçıştı müzik. Böyle yorumlanırsa, o sözü hem müzikleri hem de sahne performansları açısından anlamlı oluyor. 

Daddy G'nin bu kez konserde sanki daha geri planda kaldığını gözlemledim, mikrofon önünde pek durmadı, arkada klavye ve elektronik seslerle meşgul oluyordu çoğunlukla. "Inertia Creeps"ten sonra yoğun tezahüratın arkasından bis için tekrar sahneye geldiklerinde, 3D ile birlikte yine gerideydi. "United Snakes", "Unfinished Sympathy" ve "Splitting the Atom" ile sona erdi konser. Saat gece yarısı 12'yi geçmesine karşın alandan ayrılmaya pek niyetli değildik, fakat tekrar gelmediler sahneye. 

Sokağa çıktığımızda konserde bize hatırlatılan gerçek hayat acımasızca devam ediyordu, Lice'de karakol yapımına direnen halka saldırı olmuş, bir genç öldürülmüştü… Konser yeniden başlasın, yine bağıralım bu acı gerçekleri diye geçirdim içimden. Adeta karanlık bir kapana kısılmış gibi hissediyorsanız, müzik bir umut, bir anlamda kaçış tabii; gerçeklerden değil gerçeğe doğru kaçış… 3D ile bu noktada buluştuk dün akşam.

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir. Sadece eksik olmasını istemediğim için Berkin Elvan'ın isminin ekranda göründüğü fotoğrafı internetteki haber sitelerinden aldım. O fotoğrafı çeken Nisan Ak.)

31 Mart 2013 Pazar

How to Destroy Angels - Welcome Oblivion (Columbia Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 31 Mart 2013

Endüstriyel rock grubu Nine Inch Nails’in vokalisti, multienstrümantalist Trent Reznor, 2010’da How to Destroy Angels adlı bir yan proje başlattığını duyurduğunda epey heyecan yaratmıştı. Reznor’ın geçmişte bütün yaptıkları zaten yeterince iyi bir referanstı ama deneysel, avangart müzik grubu Coil’in 1984 tarihli single’ını isim olarak seçmesi de müziğin rotasına işaret eden ince bir ayrıntıydı. 

Reznor bu kez yanına eşi Mariqueen Maanding’in yanı sıra, NIN için daha önce birlikte çalıştığı İngiliz müzisyen, besteci ve prodüktör Atticus Ross ve grafik tasarımcı, sanat yönetmeni Rob Sheridan’ı da almıştı. 2010’da çok geçmeden grupla aynı adı taşıyan altı şarkılık bir kısaçalar yayınlandı. Mariquuen Maanding’in vokalleri üstlenmesi glitch ağırlıklı soundu bir ölçüde yumuşatmış, NIN’deki agresif hava dağılmıştı. Maanding’in uçucu vokalini atmosferik sound ve piyano tınılarıyla buluşturan “A Drowning”, bu değişime iyi bir örnek olmuştu. İki yıl sonra yayımlanan “An Omen EP” adlı kısaçalar, ilkine göre daha yalınlaştırılarak Maanding’in ses tonuna uydurulmuş soundu ile dikkat çekti. Grubun gideceği yönün evrilerek geliştiğini gözlemek mümkündü.


Bu ay başında çıkan “Welcome Oblivion”ı o gelişimin nasıl sonuçlanacağını merak ederek bekledim. Yayımlanan ilk single “How long?” gösterdi ki, How to Destroy Angels, NIN’in endüstriyel rock sounduna değil, Massive Attack’ı andıran trip hop ile synthesizer odaklı elektronikaya yakın. Bu tercih, NIN hayranlarını kızdırmış olacak ki, bunun sorumlusu olarak vokali üstlenen Maanding’i gösterdiler. Sonunda “Welcome Oblivion” çıkınca da, “Trent Reznor bu tür şarkıları yapmıştı, yeni bir şey yok bu albümde,” diyenler oldu. Öncelikle ben bu eleştiriyi pek anlamıyorum. Bir müzisyen her albümde daha öncekilerden farklı bir sound yaratmak zorunda mıdır? İsterse yaratır ama bu şart değil; daha öncekilere benzer şarkılar yapabilir de yapmayabilir de. 30 yıl boyunca hiçbir değişiklik yapmıyorsa, bu o zaman anlaşılabilir bir eleştiri olur. Trent Reznor, bu yeni grupla hem sıkı NIN hayranları tarafından “sound değişikliği yaptığı için” hem de eleştirmenler tarafından “fazla bir değişiklik yok” diye eleştiriliyorsa demek ki doğru yolda.


“Welcome Oblivion”la ilgili bir hayal kırıklığı, 2012’de çıkan “An Omen EP”de yer alan 6 şarkının 4 tanesine yer vermesinden kaynaklandı. Çünkü albümün neredeyse üçte biri önceden duyulmuştu. 13 şarkılık albüm, karanlık synth’leri vurucu bas sounduyla çok daha çarpıcı bir hale getirirken, vokalleri de işleyerek eğip bükmüş. Albümün en güzel şarkısı “And the Sky Began to Scream” bir Massive Attack şarkısı olsa hiç şaşırmazdım. Bence albümün ilk single'ı o olmalı ve ona video çekilmeliydi. 

Ice Age”, herhalde Trent Reznor’ın bugüne kadar imza attığı en farklı şarkı. Akustik enstrümanlarla icra edilen, Feist’ı anımsatan bir folk-pop şarkısı bu. Maanding, “Bazen içimdeki nefret beni ayakta tutuyor,” derken sesindeki sakinlik fark edilir bir tezat yaratıyor. “Reznor, kendini tekrar etmiş” diyenler, bence en azından bu şarkıyı bir daha dinlemeli.


Albümün vasat şarkıları da yok değil; mesela dubstep esintili “Strings and Attractors” ve “The Loop Closes”, bilinmeyen bir ismin albümünde kolaylıkla ihmal edilebilirdi. Daha önce müzik tarihinde yapılmayan yeni bir şey yaratmamış olsa da, sonuçta Trent Reznor’ın elektronik müzik içinde farklı türlerle her zamankinden daha fazla haşır neşir olduğu ve bu açıdan da daha deneysel bir albüm “Welcome Oblivion”. Yazıda vurguyu hep Trent Reznor’a yapmam da tesadüf değil; grupta başka müzisyenler de yer alıyor elbette ama herkes biliyor ki, bu albümün arkasındaki beyin o. 

-

20 Eylül 2010 Pazartesi

Vitrindeki Albümler 36:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 19 Eylül 2010

BLONDE REDHEAD-Penny Spakle (4 AD)

Alternatif rock grubu Blonde Redhead, kariyerinin 15. yılında yayımladığı “Penny Sparkle” adlı çalışmayla dümeni electro-pop’a doğru kırdı.

Grup, bu yıla kadar gitarın başrolü üstlendiği albümleriyle indie rock, “no wave” gibi türlerin önde gelen isimlerinden birisi olmuştu. Bu kez, daha yavaş tempolu, minimal enstrümantasyonla dikkat çeken, synth’lerin öne çıktığı bir albüm yapmayı tercih etmişler.

Bu sound farklılığı, Blonde Redhead için yeni ve takdir edilmesi gereken bir macera. Aslında Japon vokalist Kazu Makino’nun büyüleyici sesi ile İtalyan kardeşler Amedeo Pace ile Simone Pace’in birlikteliği de başlı başına müzikal bir macera...

Bu ekibe prodüksiyon ikilisi Van Rivers ve daha önce Fever Ray, Massive Attack, Bat for Lashes ile çalışan The Subliminal Kid’in katılımı da gerçekleşince, yeni albümde elektronik unsurların daha fazla kullanılmasına şaşırmamak gerek.

Şarkıları dinlerken Makino’nun sesi, sakin ama ruh hali sık değişen bir kadın izlenimi veriyor. Böylece, sonu hüsranla biten bir ilişkinin verdiği kırıklık, albüme son derece başarılı bir şekilde yansıtılmış.

Blonde Redhead’in bu albümdeki sounduyla The XX, Portishead gibi grupları hatırlattığı yorumları yapılıyor. Minimalist soundu ve yumuşacık vokalleri düşünülecek olursa doğru bir yorum bu. Ancak ben daha çok Bat for Lashes ile benzerlik hissettim.

Sonbaharı karşılamak için çok uygun, dingin bir güzellik sunuyor “Penny Sparkle”...

-

15 Temmuz 2010 Perşembe

Bu Şarkılar Özgürlük İçin


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 15 Temmuz 2010

Massive Attack, İstanbul Kuruçeşme Arena’daki konserinde politik mesajlar verdi

Massive Attack, ülkemize kaçıncı kez gelmiş olursa olsun, her defasında büyük coşkuyla karşılanıyor. Salı akşamı “Heligoland” albümünün turnesi için verdikleri konser de aynı ilgiyi gördü.

Grup, 2008 konserinde olduğu gibi, bu kez de yine sahnedeki barkovizyondan demokrasi, insan hakları ve özgürlük üzerine mesajlarını Türkçe yazılarla aktardı dinleyicilere.

Guantanamo’daki işkenceler, medyadaki savaş destekçiliği, korku toplumunun dehşeti, hukukun ayaklar altına alınışı, çevre katliamı ve bütün bunlar olurken medyanın toplumu magazinle uyutuşu yansıdı ekrana...

İsrail de ağır eleştirilerden nasibini aldı. “Safe from Harm”ı “İsrail’in Mavi Marmara’da katlettiği Türkler için söylüyoruz” dediler. “Inertia Creeps”i esin kaynağı İstanbul için çaldılar ve bir kez daha gönülleri fethettiler.

Gelelim konserle ilgili gözlemlere...

"Heligoland" albümünde Massive Attack'la ilk kez çalışan İngiliz şarkıcı Martina Topley-Bird'ün çok güzel bir sesi var. Ancak grup sahneye çıkmadan önce yaklaşık 40 dakika boyunca tek başına çalması, bana göre, pek iyi bir fikir değildi. Çünkü oraya Massive Attack'ı dinleme beklentisiyle gelmiş kalabalığı tatmin edemedi. O nedenle de pek kimsenin umurunda olmadı Martina'nın seti. O sahnedeyken, en önde bile dinleyenlerin sayısı yok denecek kadar azdı. Belki başka bir grubun konseri öncesinde olsa daha fazla ilgi görebilirdi ama Massive Attack öncesinde değil...

Martina'nın Massive Attack'a eşlik ettiği anlardaki performansı ise, özellikle "Teardrop"da beni bir parça hayal kırıklığına uğrattı. Sound olarak dinlediğim en yalın (stripped-down) "Teardrop"du ve bu değişiklik melodiyi başka bir havaya sokmuştu. Ama hayal kırıklığımın tek nedeni bu da değildi; Martina'nın vokali, ne yazık ki orijinal versiyonda Elisabeth Fraser'ın ve önceki yıllardaki konserlerde Sarah Jay'in üstlendiği vokallerin yarattığı etkinin gerisinde kaldı...

59 yaşındaki Jamaikalı muhteşem şarkıcı Horace Andy'ye ise diyecek söz yok! "Angel" ile yine ateşe verdi ortalığı. Kanımca, canlı dinlenebilecek en iyi şarkılardan birisi bu. "Girl, I Love You"da da yine aynı başarıya tanık olduk. Horace Andy, kesinlikle Massive Attack'ın sahip olduğu en büyük güçlerden birisi.

Diğer kadın vokal Deborah Miller'ın sahnedeki duruşu ve olağanüstü sesiyle ayrı bir özellik kattığı "Unfinished Sympathy" ve "Safe from Harm"ı söylediği anlar, konserin en güzel anları arasındaydı. İlk olarak Shara Nelson'ın sesinden duyup sevdik bu şarkıyı ama Deborah Miller da kendi tarzını kabul ettirmekte hiç zorlanmadı. Miller'ın şarkıları söylerken elleriyle ve bedeniyle yaptığı hareketler, performansını daha da karizmatik bir hale soktu.

Kuruçeşme Arena'da ses limitinden doğan sorunlar vardı yine. Konseri en önden dinlememe karşın, doğrusu müziği doyarak hissedemedim. Oysa 2008'de Park Orman'daki konserde ortalarda bir yerden dinleyip çok daha fazla zevk almıştım. Bu ses sorununa mutlaka çözüm bulmak gerekiyor. Çünkü belli bir desibelin üzerine çıkamadığınızda, açık hava konserlerinin de etkisi azalıyor...

Ama yine de Massive Attack'ı dinlemek her zaman büyük zevk. Özellikle unutamadığım anlar, "Angel", "Safe from Harm", "Mezzanine", "United Snakes", "Future Proof" ve "Unfinished Sympathy"nin İstanbul Boğazı'nda yankılandığı dakikalardı...

Konserden önce bu kez gruptan Daddy G ile konuşma olanağı buldum. Geçen defa 3D ile röportaj yaptığımda canayakınlığına ve konuşkanlığına şaşırmıştım. Aynı gözlemim Daddy G için de geçerli oldu. Yalnız onun bir farkı, soruları yanıtlamaya başladıktan sonra sürekli kendini kaptırıp başka konulara dalması ve sonra da "Soru neydi?" demesi. 3D, çok daha bütünlüklü bir şekilde ve odaklanarak konuşuyor.

Ne kadar süredir turdasınız?
İngiltere’deki konserlerden bu yana sürüyor. Eylül’de bir yıl olacak ve sonra bir süre daha devam edecek gibi gözüküyor. Toplam 18 ay olacak sanırım.

Çok uzun zaman... Nasıl geçiyor?
İyi gidiyor ama doğrusu neler olup bittiğini de tam hatırlamıyorum. Geceleri genellikle sarhoş bir halde geçiriyoruz çünkü... Bir de turdayken zaman kavramınızı yitiriyorsunuz. Bir gün bir ülkede ertesi gün başka bir ülkedesiniz, kıtalar arasında dünyanın her tarafında durmadan seyahat ediyorsunuz. Bu durumu ancak zaman kavramından biraz uzaklaşarak aşabiliyorsunuz.

“Heligoland, bugüne kadar yaptığınız albümler içinde sound olarak en organik olanı. Bunu kayda başlamadan önce amaçlamış mıydınız?
Evet, öyle denebilir. Biraz geriye dönüp daha organik bir sound yakalamak istedik. “Blue Lines”ın izinden gitti bu albüm de. Biliyorsunuz, “100th Window” çok daha elektronikti. Bu son albümde bunu azaltmayı hedefledik. Çünkü albüme katkıda bulunacak arkadaşlarımızı da işin içine katmak, onlarla birlikte yapmak istedik albümü. Bu da bir nedendi tabii...

Bu albümde birçok önemli vokalle çalışmanızın özel bir nedeni var mı?
Bu, Massive Attack’ın tercih ettiği bir çalışma yöntemi genelde; farklı sesleri albümlerimize taşımayı seviyoruz ama istemediğimiz kimseyle de çalışmıyoruz. “Heligoland”, biraz aile içinde yapılmış gibi oldu. Çünkü dostlarımızla çalıştık. 3D ve Guy Garvey tanışıyorlardı zaten, Damon iyi bir dostumuz. Önceden tanıdığımız insanlarla çalışmak bizim için çok rahatlatıcı. O nedenle tercih ediyoruz.

(Tam bu sırada Daddy G’nin cep telefonu çaldı. Otel lobilerinde çalan demode müzikleri andıran bir melodi yayıldı telefondan. Bir an öyle şaşırdım ki, “Bu çalan müzik ne?” diye sordum kendisine. “Sıradan, eski, berbat bir telefon müziği. Adını bile bilmiyorum ama değiştireceğim” dedi. Benden özür dileyip telefonu yanıtlamadı Daddy G. Ama arayan ısrar edince “OK, bye bye diyerek” bastı tuşa kapattı telefonu. O melodi de komik bir anı olarak tarihe geçti.)

Siyahların ve beyazların müziklerini İngiliz tarzıyla birleştirip, tamamen size özgü bir füzyon yaratmanın sihirli formülü ne?
Yaptığımız müzik yaşadığımız yeri yansıtıyor. Müziğimiz hepimizin ait olduğu farklı kültürlerin bir toplamı gibi. Çünkü çokkültürlü bir toplumdan geliyoruz, 1980’lerde İngiltere’de DJ’lik yaparak büyüdük, The Wild Bunch böyle doğdu ve Massive Attack’a dönüştü. Özellikle de Bristol’da yaşayan herkes gibi biz de hip-hop’la büyüdük. Bir şarkıcı elinde bir Technics turntable ile stüdyoya girer ve müzik yapardı. Bu daha çok New York tarzı bir yöntemdi ve biz de bunu büyük ölçüde aynen kopyaladık. O zamanlar hip-hop ilk olarak New York’ta doğduğundan o sırada baskın bir İngiliz aksanı rap yapmak aptallık olur diyorduk. Ama ilk Massive Attack albümünden bu yana müziğe yaklaşımımızda bilinçli olarak bir İngiliz vurgusu var. Karanlık bir İngiliz soundu söz konusu...

Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, İngltere’de farklı etnik kökenleri barındıran bir yerden geliyoruz. Müziğe ilk başladığımız dönemlerde siyah beyaz çatışması oldukça güçlüydü. Reggae ile punk’un buluşması önemliydi. The Clash’ın punk’ın içine reggae öğelerini sokup, siyah etkisiyle farklı bir müzik yapışı, Public Image Ltd.’in baskın bas soundu ile ortaya çıkıp bunu reggae’den etkilenişi vb. olaylar oldu. Daha sonra New York dans sahnesinde de bunlar kaynaştı.

Ben ve D de yıllar önce punk camiasındaydık. 80’lerde bir siyahın oraya ait olması için özel bir çaba harcaması gerekliydi. Irklar ve kültürler arası geçiş, punk’ın reggae ile flört etmeye başladığı dönemde müziğe yansıdı. Sonuç olarak, müziğimiz hem yaşadığımız yerin çokkültürlü yapısından hem de bizim farklı kökenlerimizden beslendi.

“Heligoland”i bir görüntü ve bir renk ile özdeşleştirmeye çalışsanız, ne derdiniz?
Bu çok iyi bir soru. Çünkü şu anda beni hayal gücümü kullanmaya zorluyorsunuz. Ama biraz düşünmem lazım...

(Daddy G, soruyu yanıtlamak için 40 sn. kadar düşündü gerçekten de... Birisine soru sorup yanıtı almak için 40 sn. bekleyin bakın nasıl uzun geliyor. Hele de röportaj süreniz sınırlıysa...)

Yine karanlık mı?
Tamamen karanlık değil. Aklıma şöyle bir görüntü geliyor. Karanlık bir tünelden geçiyorsunuz, ama tünelin ucunda ışık görünüyor ve palmiye ağaçları var. Ancak palmiye ağaçlarını geçer geçmez tekrar karanlık başlıyor...

Vokalistlerinizden Horace Andy’nin grubun ruhunu temsil ettiğini söylemiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?
Kesinlikle grubun ruhunu o temsil ediyor. Müziğe ilk başladığımızda çevremizdeki farklı etkileri keşfediyorduk. İlk iki albüm daha çok reggae etkisindeydi, daha sonra Mezzanine’de olduğu gibi new wave unsurları girdi işin içine, sonra farklı elektronik akımlar ve rock öğeleri kullandık. Bugüne kadar yaptığımız işlerin hiçbiri tek bir şeyi temsil etmiyor. Yıllardır çıktığımız turnelerden çok besleniyoruz. 3D’nin sanat yönü de grubu etkileyen faktörlerden birisi. Bildiğiniz gibi, kendisi esas olarak bir graffiti sanatçısı. Grubun kendisini açıkladığı işlerde sanatsal yönü o üstlenir. Bütün bunların hepsi DJ temelli bir gruptan türedi. Horace Andy ise, eski bir reggae şarkıcısı ve şarkı yazarı. 1960’lardan beri müzik yapıyor ve bize turnede eşlik ediyor. Ama en önemlisi, Horace, olağanüstü şeylerin ancak insanın en rahat edebileceği alanı terk edip farklı rotalara yöneldiğinde ortaya çıkacağını bilen bir müzisyen. Bu ruh, Massive Attack’ın özüdür.

Dünya meseleleri üzerine kafa yoran ve aktif tavır alan gruplardan birisiniz. Bu anlamda son albümü etkileyen olaylar nelerdi?
Bizi ilgilendiren meseleler Blue Lines’dan bu yana hep aynı. Körfez Savaşı, Afgan Savaşı, ekonomik kriz, yoksulluk, işsizlik... Hem dünyada hem İngiltere’de büyük bir sorun bu. 80’lerde Thatcher döneminde şiddetle yaşadığımız sorunlar bugün yine ortaya çıktı...

Şimdi Cameron başkanlığında bir koalisyon hükümetiniz var...
Bu yeni iktidar yaptıklarıyla toplumun sonunu hazırlayacak. Kamusal varlıkları ve sosyal hizmetleri özelleştirecekler. Gelecek 5 yıl İngiltere için çok zorlu olacak ve sonunda bir süredir yine çıkışta olan faşizm akımı güçlenecek.

Filistin sorunu ile ilgilendiğinizi ve Filistinli gençlere yardım için para toplanan kampanyalara destek verdiğinizi biliyorum. Bir süre önce Elvis Costello, baskılar sonucunda İsrail’deki konserini iptal etmek durumunda kaldı. Siz bu tür kültürel boykot hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aslında hangi ülkeye gitseniz görüyorsunuz ki, orada yaşayan ve sizin gibi düşünen çok sayıda insan var. Çatışmalara neden olan kararları politikacılar alıyor. İnsanların o kararları yüzde yüz desteklendiğini hiç sanmıyorum. Bu nedenle özellikle İsrail halkını suçlayamam; suçladıklarım orada uygulanan kararları alanlar. Biz grup olarak Filistinlilerin haklarını şiddetle destekliyoruz.

İsrail'de konser vermeyi düşünür müsünüz?
Hayır, hiç düşünmedik bunu... Mavi Marmara gemisinde olanları izledik. İsrail’in yaptığını hiçbir şekilde anlayışla karşılamıyoruz. Filistin'de çok zor koşullarda ayakta kalma savaşı veren insanlar var. İsrail'in yaptıkları tümüyle yanlış. Bütün bu olanlardan sonra bir çözüm yolu bulunup Filistin halkının hak ettiği yaşama kavuşması gerek. Ancak o şekilde barış sağlanabilir. Kahrolası Amerika bunu yapabilir ama hepimiz neden yapmadığını biliyoruz.

Elvis Costello, konseri iptal etmeden önce kültürel boykotla ilgili olarak “Bu Margaret Thatcher yüzünden İngiltere’yi boykot etmek gibi bir şey” demişti...
Ben her zaman Margaret Thatcher yüzünden İngiltere’yi boykot eden hareketin bir parçası oldum.

Yeni albümle ilgili bazı dedikodular duydum. Bir sonraki albümde bizi ne bekliyor?
İnanın bunu bizler dahi bilmiyoruz. 2008’de adının "Weather Underground" olacağını düşündüğümüz bir albümle tura çıktık ve ama o yılın sonuna doğru eve geri döndüğümüzde baştan yeni kayıtlar yapmaya karar verdik. Damon Albarn’la çalışmamız da o şekilde başladı. Bazı şarkı fikirleri var ama fazla bir şey belli değil şu anda.

Yine farklı vokalistlerle çalışacak mısınız?
Tunde Adebimpe, Martina-Topley Bird, Guy Garvey ve Damon’la çalışmamız tamamen arkadaş ilişkileri içinde gelişti. Belki yine böyle işbirlikleri olabilir. Ama gidişata göre karar vereceğiz.

-

1 Temmuz 2010 Perşembe

Kasırga Geliyor!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 1 Temmuz 2010

Bu ülkede müzik yazarları bazen öyle çalışmaları göz ardı ediyorlar ki, insan anlamakta zorluk çekiyor. Bir albüm çok başarılı da olsa, büyük bir plak şirketinden çıkmadığı ya da reklamı fazla yapılmadığı takdirde, onların ilgi alanına girmiyor.

Bunun en ilginç örneklerinden birisi, 2008’in son aylarında yaşandı. 1980’lerin ikonu Grace Jones, 20 yıl aradan sonra 60 yaşında, Brian Eno, Tony Allen, Tricky gibi isimlerin katkısıyla yeni bir albüm yapıp sahneye geri dönmüş; ancak bizim medya bu konuyu ilgiye değer bulmamıştı.

O dönemde yazdığım bir yazıda, yılın en heyecan verici olaylarından birisi diye nitelemiştim bu dönüşü. Jones’un uzun bir aradan sonra çıkardığı albüm, 2008’in en iyi albümlerini sıraladığım listede de 5 numaradaydı.

Grace Jones, geri dönüşünü müjdeleyen bu muhteşem albüme “Hurricane” adını vermişti. Gerçekten de kontralto sesiyle tam bir kasırga gibi esip gürlemiş, insanda ürkmekle hayran kalmak arasında bir etki yaratan görkemli imajıyla yeniden boy göstermişti.

Bir heykeli andıran bedeni ve etkileyici yüz hatlarıyla görsel açıdan her zaman çarpıcıydı Grace Jones. Bu özellikleri, New York’un hedonistik Studio 54 döneminde Andy Warhol’un da dikkatinden kaçmadı; Jamaikalı sanatçı, pop-art’ın yaratıcısının esin perisi oldu.

70'li yıllarda model olarak başladığı kariyerine daha sonra oyunculukla devam edip, bir dönemin sembollerinden biri haline geldi. Çok sayıda kalitesiz filmin yanı sıra, Conan ve James Bond gibi büyük bütçeli filmlerde de rol aldı. Alışılmadık tarzı ve ses rengiyle sahnelerin en parlak şovlarını sergileyerek bir fenomene dönüştü.

Ama bugün sahne kostümleriyle onu taklit etmeye çalışan Lady Gaga gibi pop yıldızlarından çok farklıydı o. Müzikteki sığlığını, giyimiyle ya da sansasyonlarla kapatmaya çalışanlardan biri değildi.

Evet, aklı ve hayalleri zorlayan androjen görüntüsü ve tavrıyla daima provokatifti. Ama o uyumsuz ve kışkırtıcı tavır, onun için bir pazarlama stratejisi değil, karakterinin en belirgin özelliğiydi.

Daha lisedeyken sosyal açıdan uyumsuz olduğu rapor edilmişti. Kilisede çalışan din görevlisi bir babanın aşırı baskısı altında yetişmiş, özgürlüğü keşfedince de kurallara meydan okumuştu.

Bu meydan okuyuş, bağımsız bir plak şirketinden çıkardığı “Hurricane”de de gösterdi kendisini. “Corporate Cannibal” adlı şarkı, Jones’un 21. yüzyılın ticari yamyamları dediği büyük plak şirketlerine başkaldırısının simgesi oldu.

1980’lerde daha çok Afrika ritimlerini, reggae, new wave, disko ve R & B ile harmanladığı şarkılarla ünlenmişti ünlü sanatçı. Reggae, funk, dans, rock ve trip-hop buluşturan "Hurricane" ise, yine ritimlere tutsak. Post-disko döneminde yaptığı en güzel çalışmalardan “Night Clubbing” (1989) ile Massive Attack’in “Protection” adlı unutulmaz albümünün bir karışımı sanki...

2008’de Grace Jones hakkında yazdığım yazıyı “O ayrıksı bir kasırga...” diye bitirmiştim. O kasırgayı 16 Temmuz’da Açık Hava Sahnesi’nde bütün kuvvetiyle hissetmek için sabırsızlanıyorum!

-

15 Şubat 2010 Pazartesi

Vitrindeki Abümler 6:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 14 Şubat 2010

MASSIVE ATTACK-HELIGOLAND (Virgin Records)

Sonunda yedi yıllık bekleyiş bitti ve trip-hop’ın dev ismi Massive Attack’ın yeni albümü “Heligoland”e kavuştuk.

90’larda “Blue Lines, “Protection” ve “Mezzanine” adlı unutulmaz albümlerle Bristol soundunu yaratan grubun, bundan sonra her yaptığı, o albümlerle kıyaslanır oldu. “Heligoland”e de o açıdan yaklaşırsanız, onlar kadar kusursuz olmadığını düşünebilirsiniz.

Ancak kanımca, grubun 2003 tarihli çalışması “100th Window”dan sonra “Heligoland”e giden çizgisi, hayli yukarı çıkmış durumda. "Mezzanine" ile kıyaslarsak, bu albümde daha yumuşak ve daha elektronik bir sound var.

En dikkat çeken bir diğer unsur, adeta bir yıldızlar geçidini andırırcasına, ünlü müzisyenlerle yapılan işbirliği. Bunun nedeni, aslında Massive Attack'ın üzerinde çalıştığı ve neredeyse tamamladığı yeni albümün YouTube'a sızdırılması oldu. Ama her şeyin sona erdiğini düşündükleri bir anda, diğer sanatçılarla yaptıkları işbirlikleriyle adeta yeniden doğdular. İlk olarak, Damon Albarn'la gerçekleştirdikleri kayıtta işlerin yolunda gitmesi, diğerlerinin de yolunu açtı ve Heligoland böylece ortaya çıktı.

Albüme prodüksiyonda Portishead’den Adrian Utley ve DFA’den Tim Goldsworthy’nin yanı sıra, vokallerde Elbow’dan Guy Garvey, Mazzy Star’dan Hope Sandoval, TV On the Radio’dan Tunde Adebimpe, İngiliz şarkıcı Martina Topley-Bird ve yukarda da belirttiğim gibi Damon Albarn katkıda bulunmuş.

Hope Sandoval’ın pürüzsüz sesiyle eşlik ettiği “Paradise Circus”, daha ilk dinleyişte insanı sürüklüyor. Ama işin doğrusu, hepsinin içinde en etkileyici vokal, yine grubun uzun süredir beraber çalıştığı Horace Andy. “Mezzanine”de “Angel” neyse, “Heligoland”de “Girl I Love You” da o...

Şu kesin ki, kimse, ürpertici vokallerle buluşan elektronikanın yarattığı melankoliyi, Massive Attack kadar seksi ve romantik hissettiremedi. Temmuz ayındaki İstanbul konseri öncesinde albümü şimdiden dinlemenizi öneririm.

"Splitting the Atom" adlı şarkıya çekilen video klibi izlemek için buraya tıklayın. Şarkının vokallerini Massive Attack elemanları Robert del Naja (3D) ve Grant Marshall (Daddy G) ile Horace Andy birlikte söylüyor.

Bu arada İngiliz gazetelerine albümle ilgili ilginç bir haber yansıdı. Grubun Heligoland'in tanıtımı için Londra metrosuna reklam vermesi yasaklanmış! Gerekçe de, kapak resminin graffitiye benzemesi. Kapak resmini Robert del Naja ve sanatçı Tom Hingston'ın tasarlandığını düşünürseniz, durum iyice tuhaf... Londra metrosunun yetkilileri, graffitiyi sokak sanatı olarak kabul etmiyorlar herhalde...

20 Temmuz 2008 Pazar

3D: “Sanat Bir Kaçış Yolu”




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/19 Temmuz 2008

Yazının başlığındaki söz, elektronik müzik devi Massive Attack’ın kurucusu 3D’ye (Robert Del Naja) ait. İngiliz grup, geçtiğimiz hafta sonu İstanbul konseri için Parkorman’daydı. 3D ile konser öncesinde röportaj yapma olanağım oldu. Ama aşağıda okuyacağınız röportajdan önce, konserden izlenimleri de yazmak istedim.

Massive Attack, muhteşem bir performans sergileyip 1 saat 45 dakika boyunca çaldı; fakat o süre kimseye yetmedi. Bis için sahneye tekrar geldiler. Ama dinleyiciler yine doymadı. Duydukları müzikle adeta hipnotize olan kalabalık, yeniden çıkarlar umuduyla mekandan bir türlü ayrılamadı.

Daddy G’den sonra artık grubun üçüncü elemanı gibi olan Horace Andy de vardı konserde. O müthiş sesiyle “Angel”ı söyleyince kalabalık üzerinde yarattığı etki görülmeye değerdi. “Unfinished Sympathy”, “Karmacoma”, “Teardrop”, “Inertia Creeps”, “Mezzanine”, “Safe From Harm” gibi hitlerin yanı sıra yeni parçalar da çalındı konserde.

Röportajda okuyacağınız gibi, 3D’ye hem müzik hem de politikaya ilişkin sorular yönelttim. Karşımda Irak Savaşı’nı ve İngiliz hükümetinin bu konudaki tavrını protesto etmek için gazetelere tam sayfa ilanlar veren bir müzisyen vardı. Ölüm cezasına karşı çalışmalar yürüten Reprieve adlı kuruluşa büyük destek veren, Arap-İsrail çatışmasına dikkat çekmek için yardım konserleri düzenleyen bir grup Massive Attack.

İstanbul konserinde de yine politik mesajlar verdiler. Bu defa sahnedeki barkovizyonda çeşitli yazılar kullandılar. Grubun isteği üzerine Türkçe’ye çevrilen bu yazılar, ilginç bir şekilde ülkemize anlamlı mesajlar gönderiyor gibiydi. Amerikalı gazeteci Horace Greeley’in “Haklarını çiğnediğim herkesten daha aşağıdayım” sözü ile, “Korku, uygar insan aklının doğal yapısına özgü değildir”, “Kanunlar önünde herkes eşittir” ve “Sesini duyur” en çok dikkat çekenlerdi. Amerikalı Senatör Dennis Kucinich’in Bush hakkında Kongre’ye sunduğu 35 maddelik suç duyurusu da yer aldı ekranda.

Röportaja gelecek olursak... Sanatın bir bireysel kaçış olduğu noktasında 3D ile aynı görüşte değilim. Eğer öyleyse neden konserlerde politik mesajlar verip, insanları uyandırmaya çalışıyorlar? Söyleşi süremiz kısıtlı olmasaydı soracak çok şey vardı, ama yine de içtenlikle konuştu 3D.

İngiltere’nin en önemli sanat festivallerinden Meltdown’ın bu yılki küratörlüğünü üstlendiniz. Heritage Orkestrası Blade Runner filminin soundtrack müziğini canlı olarak çalarken sizin de aynı anda mikslediğinizi duydum. Nasıl bir deneyimdi?

“Çok iyiydi. Ama son ana kadar kimse yapılabileceğinden emin değildi. Müziği oldukça elektronik ve orkestral yapmak istiyorduk. Epey zor bir işti. Filmden konuşmaların, örneğin Harrison Ford’un sesinin duyulduğu önceden kayıt edilmiş bölümler vardı. Ama konser günü bunları kullanmayıp sadece müziğe yer verdik. Birçok insan aynı anda ekranda filmi göreceğini düşünerek gelmişti ama biz arka planda ışıklar ve barkovizyon kullandık.”

Sıra rahatsız edici soruda: Yeni albüm ne zaman çıkacak?

“Bittiği zaman...”

Ne zaman bitecek?

“Bu yıl içinde biterse iyi olur. Tamamladığımız şarkılar var ama hangilerinin yeni albümde yer alacağına henüz karar vermedik. Üzerinde çalıştığımız çok sayıda şarkı da var. Yine de kasım ya da aralık gibi bitirip gelecek yıl baharda yayınlayabiliriz herhalde.”

Albümün soundu nasıl? Bir yenilik var mı?

“Bunu ancak ortaya çıktığında bilebiliriz. Önceden bir belirleme yaparak yola çıkarsanız, bazen çok zorlama olabiliyor. Tabii bazıları bu şekilde çalışarak çok başarılı örnekler verebiliyor. Örneğin Radiohead... Yeni albümdeki bazı şarkılar yumuşak, bazıları da daha agresif. Karşıtlıkların bir araya gelişi söz konusu.”

Müziğinizde bir derinlik arayışı var. İnsanları sarsmaya çalışıyorsunuz sanki...

Farklı duyguların bileşimi aslında. Ben kişisel olarak, duygulu, melankolik ve içinde bir tür hüzün barındıran müziklere eğilimliyim. Fakat ilginçtir; bazı neşeli pop şarkıların, örneğin The Beatles’ın kimi şarkılarının da duygusal derinliği var. Ama hayatınızı sürdürmek için paraya ya da çevrenizde insanlara ihtiyaç duyduğunuz bir dönemdeyseniz, mutlu şarkılar yerine bu tür müziklere yönelirsiniz. Reggae, soul, punk ya da new wave olsun, daima bize gerçek ve yakın gelen şey, işin bu en hüzünlü kısmı. Bu nedenle, biz de albüm için bir araya geldiğimizde, yaptığımız müzik daha işin en başında o hüznü taşıyor oluyor.

Reprieve’in kurucusu Clive Stafford Smith ile yaptığınız söyleşiyi okumuştum. O röportajda Smith, “İyi müzik vardır, çok iyi müzik vardır ve politik bir yanı olmadığı sürece de hiçbir müzik çok iyi olamaz” diyor. Katılıyor musunuz bu görüşe?

Bütünüyle değil... Politik olmayan ama çok sevdiğim şarkılar var. Aşk şarkıları mesela. Blues da öyledir. Kişisel acıları yansıtır. Aynı zamanda çalışan sınıfın ortak dertlerini de anlatabilir tabii. Fakat Clive’ın bakış açısıyla aynı görüşte olduğum nokta şu ki, iyi grupların yapabilecekleri şarkı sözleriyle sınırlı değil. Eğlence sektörü, ancak insanların söylediklerinizi dinlemek istedikleri sürece varlığınızı koruyabildiğiniz bela bir sektör. Ama bir şekilde de, bir politik duruş olmalı. Yoksa pop kültürü içinde ürün satmaktan öteye geçmez yaptığımız iş. Ben her zaman politik duruşu olan grupları sevdim. Clive ile bu anlamda aynı görüşteyim.

Pablo Picasso’nun bir sözü var: “Sanat, gerçeği kavramamızı sağlayan bir yalandır.” Sanatçıların toplumdaki rolü açısından bu sözü nasıl yorumluyorsunuz?

İnsanların sanata bunun için ihtiyaç duyduklarını düşünmüyorum. Sanat, bireylere kendilerini topluma gösterme, anlatma olanağı veriyor. Kişisel bir ego var. Sanat bir kaçış yoludur. Bana göre, halk politikayı ve hayatı anlamak için sanata ihtiyaç duymuyor. Okumayan, sanat galerilerine gitmeyen ama televizyon kültürüyle beslenen öyle çok insan var ki...

Sanatçıların Bob Dylan ya da The Beatles döneminde olduğu gibi politik duruş sahibi olması bugün neden zor?

Birçok müzisyen daha güvenli olan yolu seçiyor. Örneğin çevre sorunları gibi. Bugün bu konu artık uluslararası fenomen haline geldi. Ya da aşırı tüketim, küreselleşme karşıtlığı ve ticarette adillik gibi konular var. Önemli sayıda insan artık bu sorunların dünyayı giderek yaşanılmaz bir yere götürdüğü konusunda hemfikir. Dolayısıyla da, bunlar hakkında konuşmak güvenli. Fakat hükümetleri eleştirenler, yaşayacak alan bulmakta zorlanıyor. Çünkü tam bu noktada asıl politika işin içine giriyor. Özellikle siyasi açıdan yarı yarıya ikiye bölünmüş ülkelerde, bu durum, hayranların bir bölümü ile ters düşmek anlamına geliyor. Bu yüzden, gruplar da dinleyici kitlesinin önemli bir kısmını kaybetmekten çekiniyor.

Translate