Arctic Monkeys etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arctic Monkeys etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Eylül 2013 Salı

Rock'n Coke 2013 İzlenimlerim



Geçen hafta sonunu bu yıl 10. yaşını dolduran Rock'n Coke festivalinde geçirdim. Bu yaz birçok müzik etkinliğinin iptal olması nedeniyle festival ortamını özlemiştim ama açıkçası, festivale katılan müzisyen/gruplar arasında beni heyecanlandıran iki isim vardı: Birisi Editors, diğeri Primal Scream. Her ikisini de daha önce birçok kez canlı dinledim ama bir grubun müziğini sevince heyecan bitmiyor. Festivalin programı açıklandığında bu iki grubu bir kez daha göreceğime sevindim ama aynı zamanda da hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü iki grubun da saat 17.30'da sahneye çıkacağı duyuruldu. Bu yıl Avrupa'nın önemli festivallerinde hıeadliner olarak çalan ve çok iyi müzik yapan grupların Türkiye'de neden daha iyi bir saate alınmadığını merak etmiştim. Bunu da çeşitli platformlarda ifade ettim ama nedenini açıklayan olmadı. Bu durumda bize de tahminlerde bulunmak kalıyor. 17.30'dan sonraki performanslara baktığımızda 7 Eylül Cumartesi günü ana sahne olan Rock'n Coke Sahnesi'nde 19.00'da Duman, 20.45'te Hurts ve 22.30'da Arctic Monkeys var. Coca-Cola Zero Sahnesi'nde sıralama şöyleydi: 19.30 Palma Violets, 21.00 Maximo Park, 22.30 Can Bonomo ve 00.30 La Roux. 8 Eylül Pazar günü ise durum şuydu: Rock'n Coke Sahnesi 19.00 Within Temptation, 20.45 Teoman, 22.00 Jamiroquai, 00.45 The Prodigy; Coca- Cola Zero Sahnesi 19.30 Yasemin Mori, 21.00 Melis Danişmend, 22.30 Selah Sue, 00.15 Ellie Goulding. Yani pekala Editors ve Primal Scream, 19.00'a ya da 20.45'e alınabilirdi. Bu sıralamaların Duman ve Teoman'a iyi saat vermek için alınan bir karar olduğu belli. Türkiye'de çok tanınan, dinlenen isimlere iyi saatler verme isteği anlaşılabilir ama ülkemize ilk kez gelen Primal Scream gibi bir gruba warm-up muamelesi yapılması da bana göre yanlış bir karar. Bunun yanı sıra, bu grupların müziklerinin karakteri de geceye daha uygun. Benim açımdan festival takvimi ile ilgili en önemli sorun buydu. Within Temptation'ı Primal Scream'in arkasına geçirip ona daha fazla süre veren neden nedir hala anlayabilmiş değilim.

Bu yıl sahne sayısının artırılarak beşe çıkarılmış olması bir artı puan ancak o sahnelerde yer alan performansların çeşitliliği daha doyurucu olabilirdi diye düşünüyorum. Line-up konusunda Sziget ile işbirliği yapıldığı için böyle bir beklentim vardı.

Festival bu yıl ayrıca organizasyon bakımından da bazı sıkıntılara sahne oldu. Elbette her büyük festivalde aksamalar olabilir ama bunlar katılımcıların genel bir şikayeti olarak yoğun bir şekilde dile getiriliyorsa, o zaman üzerinde dikkatle durulması gerekir. İlk gün pos makinelerinin GPRS üzerinden kurulan bağlantısının çok yavaş çalışması nedeniyle festivalde alışveriş için kullanılacak kartı almak büyük bir sorun haline geldi. Ben bir konseri sırada bekleyerek feda etmek istemediğim için ilk gün kart alamadım. Alabilenler, en az 40-45 dakika sırada beklediklerini söylediler. İkinci günde kart sırası, doğal olarak çoğunluk ilk gün almış olduğundan rahatlamıştı. Peki biz Rock'n Coke'ta alışveriş yapmak için neden kart almak zorundayız? Ben yurtdışında birçok büyük festivale gittim, böyle bir uygulama ile karşılaşmadım. Herkes parasını nakit verip ya da kredi kartını kullanarak ne isterse alıyor. Rock'n Coke'ta ise, bize zorunlu olarak aldırılan Mastercard logolu kartlara istediğimiz kadar para yüklüyoruz ama içinde harcamadığımız para kalırsa onu da nakit olarak geri alamıyoruz, mutlaka kartın geçerli olduğu bir yerde harcamamız gerekiyor. Açık ki, Mastercard ile anlaşma yapılıyor ve onların katkısı karşılığında da bu uygulama festivalcilere dayatılıyor. Ayrıca böyle bir uygulamayı şart koşuyorsanız, o zaman teknik altyapıyı da sorunsuz işler hale getirmeniz lazım. Cumartesi gecesi bir ara bağlantı tümüyle çöktüğünden insanlar bedava bira almışlar ama bu defa da "madem bedava, öyleyse üçer beşer alayım" diyenler yüzünden kuyruğun arkasındakiler yine alamamış... Gelecek yıllar için bu konu üzerinde özellikle çalışılmasını, kart uygulamasından vazgeçilmesini ve pos makinesi bağlantılarındaki sorunun tekrarlanmaması için çözüm bulunmasını tavsiye ederim. Çünkü bir festivalde katılımcıyı yıpratan en kötü şey, müzik dinlenip eğlenmek için geldiği bir etkinlikte zamanını kuyrukta harcamaktır.

Festivalde genel şikayete konu olan bir diğer sorun, son grubun performansından sonra gece otopark çıkışında oluşan uzun kuyruktu. Ben o sıkıntıyı bizzat yaşamadım ama anlatanlar 1.5 saat beklemek zorunda kaldıklarını ve çileden çıktıklarını söylediler. Burası İstanbul ve trafiğin ne durumda olduğunu biliyorum ama yine de bu sorun için de çözüm bulunması gerektiği açık. 1.5 saat otopark çıkışında beklemek kabul edilebilecek bir durum değil.

Benim organizasyonla ilgili kişisel bir sıkıntım ise, medya ilişkilerini yürüten ajansla oldu. Sadece Editors ve Primal Scream ile röportaj yapmak istemiştim. Birkaç kez bu konuda ilgili kişiye hatırlatmada bulundum ama ne olumlu ne de olumsuz geri dönüldü. Son gün tekrar ben sorunca, bu kez Sarp Dakni'nin medya ilişkilerini koordine ettiğini öğrendim. Oysa bu bilgi bana daha önce verilmiş olsa, talebimi ona da iletirdim. Primal Scream hiç röportaj vermemiş ama Editors ile röportaj yapmak olanaklıydı. Festival günü ben alana doğru yola çıktığımda, "Şu anda röportaj veriyorlar" diye haber geldi ama yapacak bir şey yoktu, yetişmem olanaklı değildi. Medya ilişkileri konusunda ya bir zaaf söz konusuydu belli ki. Sonuçta yapılabilecek bir röportaj gerçekleşmedi. Belki artık o aşamada reklam ihtiyacı duyulmadığından ajans için önemli değildir; ama bir müzik yazarı için röportajın reklamla hiç ilgisi yoktur, ondan çok öte bir anlam taşır.

FESTİVALİN EN BÜYÜK EKSİĞİ: GEZİ RUHU

Rock'n Coke ile ilgili olarak hafta sonunda medyaya yansıyan haberlerde Gezi Ruhu'nun festivale damgasını vurduğu yazıldı. Oysa durum çok farklıydı. Festivale gelmeyenleri tamamen yanlış bilgilendiren bu izlenimi düzeltmek gerekir. Büyük Ev Ablukada, Duman, maNga gibi bazı grupların performansı sırasında "Her Yer Taksim Her Yer Direniş" sloganları atıldı ve müzisyenler Gezi'ye atıfta bulundular ama o bu festivale damga vurmaktan çok uzaktı. O kadar zayıf ve kısa süreliydi ki, üç günlük festival, bu açıdan futbol maçlarından ve diğer konserlerden daha etkisiz kaldı. Kamp kuranların çadırlarına Gezi olaylarında ölenlerin adlarının yazılı olduğu pankartlar astıklarını da duydum ama bu da "festivale damga vuran bir protesto" değildi.

Acaba nedeni Rock'n Coke'un çokuluslu büyük holdinglerin sponsorluğunda gerçekleştirilen bir festival olması mı? Festival alanında bir Gezi Sahnesi kurulup politik söylemi olan grupların orada konser vermesi sağlanamaz mıydı? Yoksa "politikadan uzak durulsun, başımız belaya girer" endişesi mi vardı? Oysa Türkiye'nin baskıya direnen gençleri bu yaz sokaklardaydı, hepsi otoriteye karşı gelip özgürlüğü ve kimliğini savundu. Rock'n Coke ülkenin en büyük açık hava müzik etkinliğiyse, büyük kısmı Gezi protestolarına katılan ya da destek veren gençlerin oluşturduğu festival kalabalığı neden Gezi'den bu kadar uzak kaldı? 90 dakikalık bir maçı bile fırsat bilip sesini duyurmaya çalışan gençlik, üç günde yaklaşık 60 bin kişinin katıldığı festivalde neden bu kadar suskundu? Beni düşündüren bir noktaydı bu. Her tarafı markaların logolarıyla donatılmış festival alanında Gezi'ye yer mi yoktu? Sakın "Bu bir müzik festivali, müzikle politikanın ne ilgisi var?" demeyin. Diyenler varsa, bu ay Babylon dergiye müzik ve politika ilişkisini anlatan bir yazı yazdım, onu okusunlar...

Bu boyutta bir festivali düzenlemek için çok para gerektiğini, bilet satışlarıyla mesela Arctic Monkeys gibi bir grubu ülkeye getirmenin olanaksız olduğunu biliyorum. Ya getirmeyeceksiniz ya da sponsor bulacaksınız; bunun da farkındayım. Ancak tüm dünyada müzik endüstrisi ve festivaller, çokuluslu şirketlerin reklam pazarı haline geldi. Bu yıl SXSW ile ilgili yazımda da aynı konuya değinmiştim. (http://zulalmuzik.blogspot.com/2013/04/sxsw-2013-izlenimleri.html) Austin'de adım attığınız her yerde firmaların reklamları gözünüze sokuluyordu; sadece festivalin değil. özel konserlerin de sponsoru olmuşlar, büyük isimleri reklam aracı olarak kullanıyorlardı. O yazımda şöyle demiştim: "SXSW, eksikleri ve hataları olsa da önemli bir sanat etkinliği. Düzenleme komitesindekiler, müzisyenlerin şikayetlerini dinleyip, konserleri onlar açısından daha kabul edilebilir bir hale sokarsa, South by Southwest'in şirketlerin ürünlerini tanıttığı bir reklam platformu değil, bir sanat festivali olma niteliğini öne çıkarır ve çekiciliği artar. Unutulmamalı ki, bir kültür etkinliğinde sanatın önüne ticari amaç geçtiği anda, prestij de yok olur."

FESTİVALİN EN İYİLERİ: PRIMAL SCREAM VE EDITORS

Şu ana kadar olumsuz eleştirilerde bulundum. Olumlu yanlar neydi diye sorarsanız, festival alanındaki aktiviteler daha çeşitliydi, yemek alanları iyi düzenlenmiş, vejetaryen ve veganlar için de yiyecek alternatiflerine yer verilmişti. 10 bin kişinin kamp yaptığı alandaki durumu bilmiyorum. Oradaki durumu çadır kuranlardan dinlemek lazım.

Üç günlük süreçte 60 bin kişinin katıldığı bir festivalde sorunlar elbette olur; festival düzenleme komitesi eleştirileri etkinliğin daha iyi olması için bir katkı gibi görüp değerlendirirse, olumlu bir sonuç alınmış olur. Çünkü 5000 kişinin çalıştığı bir organizasyonu iyi koordine edebilmek için önce sorunları bilmek lazım.

Gelelim festivaldeki en olumlu yöne yani müziğe...



Benim için ilk gün Editors grubu ile başladı. Trafik yoğunluğundan yaklaşık iki saatte varabildik alana ve ben doğrudan sahne önüne gittim. Editors, 2005 tarihli ilk albümlerinden bu yana severek dinlediğim bir grup. Bu yıl yayımladıkları "The Weight of Your Love" için çıktıkları turnede verdikleri bazı konserleri internette izledim. Sahne performansları hep iyiydi; Efes One Love'a geldiklerinde benim için festivalin en başarılı konserini onlar vermişti. Rock'n Coke'a da Editors sahnedeyken ne göreceğimi ve duyacağımı bilerek gittim. Grup, her zamanki gibi beklentimi boşa çıkarmadı, çok dinamik ve sağlam bir performans sergiledi. Tek üzüntüm, yeni albüm "The Weight of Your Love"dan "The Phone Book"un setlistte yer almaması oldu. Grup, ilk albümden bir, 2. albümden dört, 3. albümden iki ve yeni albümden dört şarkıyı çalarak karma bir setlist hazırlamış. 17.30 gibi garip bir saatte çalmalarına karşın, dinleyicinin de ilgisi sayesinde iyi bir konser oldu. Tom Smith'in sesi bana epey dokunuyor. Bence günümüzde en içten şarkı söyleyen erkek vokalistlerden birisi. Rock'n Coke sahnesinde de güneşe karşı söylerken, kan ter içinde kalsa da enerjisinden hiçbir şey yitirmedi. (Konser sırasında çektiğim iki şarkının videosunu paylaşıyorum.)



Editors'dan sonra Coca Cola Zero Sahnesi'ne gidip Palma Violets'a baktım. Rock'n Coke Sahnesi'ne göre daha ufak boyutlu bir sahneydi orası ama dinleyicileri kategorilere ayırmayan yapısı nedeniyle benim daha hoşuma gitti orası. Hem ana sahneyi bırakıp oraya gelenler hep daha azdı; bu nedenle de konseri rahatça izlemek olanaklıydı. Palma Violets'ı SXSW'da iki kere izlemiş ve performanslarından etkilenmemiştim. Rock'n Coke'da bir kez daha şans vermek istedim ama psychedelic etkilerle bezenmiş garage-rock beni yine sarmadı. Neden bazıları onları "fenomen" olarak tanımlıyor bilmiyorum. İşin içinde yine bir NME gazı var sanıyorum. Performansları kötü olduğundan değil, yaptıkları müzik bana heyecan vermediğinden artık bu grubu en azından tarz değiştirmedikleri sürece es geçebilirim. Bence abartılan İngiliz gruplara eklenen son halkalardan birisi Palma Violets.


Daha sonra Hurts'ü dinlemek üzere yeniden ana sahneye döndüm. Ülkemizde ne çok seveni varmış grubun... Benim Hurts ile ilk tanışmam, 2010'da "Wonderful Life" adlı single ile olmuştu. O zaman Depeche Mode hayranı bir arkadaşıma, "Bak sen bunu sevebilirsin," diye siyah beyaz çekilmiş bir videolarını göndermiştim. Vokalist Theo Hutchcraft'ın sesi, yorumu ve synth pop tarzındaki müzik, DM'u çok andırıyordu. Açıkçası o zaman grubun geleceği için umutlanmıştım. Ancak aradan geçen üç yılda Depeche Mode'un büyüleyici karanlık çizgisini yakalayamadı grup, müzikleri biraz daha yumuşayıp, daha çok pop'a kaydı ve o anda ben ilgimi kaybettim. Ama ben ilgimi kaybetsem de çok sayıda dinleyicinin, özellikle kadınların kalbini kazandı grup. Rock'n Coke konserleri ışığıyla, tasarımıyla görkemliydi. Vokalist Hutchcraft, sahnede duruşuyla, bakışıyla sanki her an kameralara poz veriyor gibi hazır. Ama öyle olunca müzik içtenliğini yitiriyor ve bana hiç dokunmadan akıp gidiyor. Tribünlere oynayan bir grup Hurts; aniden hiphop tarzına geçişi, insanların sanki sahnede bir hiphop grubu varmış gibi hiç yadırgamadan eşlik edişi, sonra birden ajite edilmiş bir melankoli, benim için fazla yapaydı. Hurts'e de bu haliyle kaldığı sürece elveda dedim içimden...


Hurts sona ermeden yolumu yine Zero Sahnesi'ne çevirip, bir diğer İngiliz gruba, Maximo Park'a baktım. Aslında tam bir İngiliz istilası vardı Rock'n Coke sahnelerinde. Tamam, İngilizler iyi müzik yapıyor ama keşke arada bir biraz ada dışına çıksak diyorum, mesela Bad Religion'ı getirsek? Hem festivalde eksik olan punk rock ruhunu da taşırlardı festivale. Bu yaz turnedeydi Bad Religion ve Sziget'te yer aldı. Rock'n Coke'un yurtdışı bookingleri Sziget ile işbirliği ile yapıldığına göre, Bad Religion da getirilemez miydi? Merak ediyorum, herhangi bir organizatör onları İstanbul'a getirme girişiminde bulundu mu acaba?..

Maximo Park, o kadar enerjik bir performans sergiledi ki, Zero Sahnesi açık hava dans pistine dönmüştü. Paul Smith, kafasında her zamanki gibi şapkasıyla sahnede dört döndü, havaya yumruklar salladı, bağırdı, güldü, dans etti. Sahnede herkesten daha çok kendi eğlenen müzisyenlerden birisi o da. Müziğini seversiniz ya da sevmezsiniz o ayrı, ama Maximo Park'ın performansına tam puan vermek gerekir. Ben de verdim.

Gecenin son performansını izlemek üzere ana sahneye döndüğümde artık ayakta durup fotoğraf çekmeye çalışmaktan epey yorulmuştum. Arctic Monkeys için oluşan izdiham da üzerine binince, durum daha da zorlaştı. Bu arada Rock'n Coke'da Hurts, Arctic Monkeys, Teoman, Jamiroquai ve The Prodigy konserleri için sahne önü bileti satıldı. Festivallerde sahne önü uygulaması konusunda çeşitli şikayetler oldu. Düzenleme komitesinin bunları dikkate alıp uygulamadan vazgeçmesi isabetli olur kanımca. Glastonbury'deki gibi sevdiğiniz grubu önden izlemek için sahne önünde yer kapmayı ve bunun için beklemeyi göze almanız gerekir. Yemek ya da tuvalet kuyruğunda beklemek insanı sinirlendirebilir ama sevdiğiniz grup için beklerken geçen zamana yazık olmaz, bağlılığın bir göstergesidir o.

Arctic Monkeys'i daha önce The Black Keys'in ön grubu olarak Amerika'da izlemiştim. Oldukça sıkıcı bir performanstı; özellikle The Black Keys'in müthiş performansıyla kıyaslayınca grup gözümde sıradanlaşmıştı. Arctic Monkeys'in başarılı bir gitar grubu olduğu açık, Alex Turner da karizmatik, iyi bir vokalist ama gelin görün ki müzikleri beni tam olarak yakalamıyor. Sevdiğim şarkıları var ama o kadar. Yine de grubu bir kez daha görmek ve Amerika'daki konserle bir karşılaştırma yapmak istiyordum. Grup, ışıklarla bir renk deryasını andıran sahneye adım attığı anda kalabalıktan müthiş çığlıklar yükseldi. "Do I Wanna Know?" ile başlayan konserde, şarkılara hep birlikte eşlik eden insan sayısı epey fazlaydı.

Alex Turner'a gösterilen ilgi, Theo Hutchcraft'ı anında geride bıraktı. Bir ara kızın teki tişörtü çıkarıp sutyeniyle omuzlara çıktı. Alex Turner ile o kadını aynı karede fotoğraflamayı başardım. Sarp Dakni'nin dediğine göre, yılın en rock'n roll fotoğrafını çektim böylece. Konser sırasında düşündüğüm şeyi daha sonra EMI Pazarlama Müdürü Arzu Güldiken'den duydum: "Sanki Grease filminden fırlamış gibiler" diyordu. Alex Turner'ın parlak ceketi, saç kesimi tam olarak o yıllardan kalma ama 2013'te yine moda olmayı başarıyor. Arctic Monkeys'in kendini The Beatles sanan bir ukala havası var, sahnedeki duruşlarına da yansıyor bu. Sahne performansları, New York'taki konserden daha iyiydi; orada dinleyicilerden fazla tepki alamamışlardı; oysa İstanbul'daki coşkulu bir konserdi. Sevenlerini mest etti Arctic Monkeys, benim gibi onlar hakkında fazla heyecan duymayanlar üzerinde de daha olumlu bir etki bıraktı. Sonuçta iyi konserdi.


Pazar günü benim için Primal Scream günüydü. 17.30'da güneşin altında grubu beklerken grubun hayranlarıyla şikayetimiz ortaktı: O konser gece ve daha uzun olmalıydı. Bobby Gillespie, renkli aynalı gözlükleriyle sahnede görününce, tüm olumsuz düşünceleri bir yana bıraktık. Bu yıl çıkan "More Light" adlı albümden "2013" ile açtılar konseri. Herkes dans edip zıplamaya başlamışken hızı artırıp, "Swastika Eyes"la devam ettiler. Rock'n Coke boyunca en çok dans ettiğim konserdi. En önde yerimi de kapmıştım, Primal Scream "Movin' On Up", "Loaded", "Goodbye Johnny", "It's Alright, It's OK", "Come Together" ile arka arkaya sıralıyordu şarkıları. Bobby Gillespie, ilk kez geldiği bir ülkede gördüğü ilgiye herhalde bunca yıllık kariyerden sonra şaşırmamıştır ama daha önce neden gelmedim diye düşünmüş olabilir. Zira kendisi de grup üyeleri de oldukça keyifliydi. Ne yazık ki onlara festivalde toplam bir saat ayrılmıştı... Konser bir anda bitince ilk baştaki gibi söylenmeye başladık yine ama nafileydi.

Festivalin en iyi performansları birinci gün Editors, ikinci gün Primal Scream olarak benim için tamamlanmıştı ama biraz keşif yapayım diye festival alanını dolaştım. Party Arena'da Juveniles'ı dinlemeye gittim. Festival kitapçığı grubu, "New Order ve The Smiths tam ortasında bir sınır düşünün. Juveniles, işte tam da böyle bir çizginin üzerinde durmak istiyor" diye anlatmış. Bunu okuyunca ister istemez yolum o sahneye düştü.

Juveniles, bana broşürde anlatıldığı gibi gelmedi; bence Yazoo ile Hot Chip arasında bir yerde duruyorlar. Sahne performansları da Hot Chip'i hatırlatıyor; çok hareketli ve tutkulu, enerjik bir soundları var. Dinleyenleri müziğin içine çekip dans ettirmeyi başardılar. Festivalde öne çıkan gruplardan biriydi bana göre.

Juveniles sonrası kendimi On Your Horizon'ı dinlemek üzere Şehir Sahnesi'ne attım. Üzeri kapalı, fazla büyük olmayan bir çadır gibiydi o sahne; müziğe odaklanmayı kolaylaştırdığı için benim en sevdiğim mekan da bu oldu. On Your Horizon'ı bir süredir izliyorum ve yaptıkları post-rock temelli deneysel müzik beni cezbediyor. İkinci günün akşamına girerken biraz ruhumu dinlendirecek müzik iyi gelir diyerek gittim onları dinlemeye. Yanılmamışım; grubu dinlerken düşüncelere dalınca dinlenmiş hissettim kendimi. Çelloda Yasemin Özler, Gitarda Rammy Roo, bas gitarda Tuğrul Gültepe ve davulda Ender Akgün'den kurulu dörtlü, iyi müzik yapıyor. Türkiye'den yetişen alternatif gruplar arasında takip etmenizi önerebileceğim başarılı bir grup On Your Horizon. Konserlerine gidin, albümlerini alın ki destek olsun.



On Your Horizon'ın performansından sonra basın için ayrılan alanda oturup biraz Teoman'a kulak verdim. Ancak bir süre sonra gırtlağını yırtarcasına zorladığı sesi dinlemek bana zor geldi. Teoman, kendisini neden bu kadar zorluyor bilmiyorum; çünkü artık bu kadarı kulak tırmalıyor... En azından bana göre öyle.

Jamiroquai, festivalin son konseri oldu benim için. O, büyük bir enerjiyle sahnede bir an durmadan oradan oraya koşuşurken, ben ertesi sabah erken kalkmam gerektiğini hatırlıyordum. Jamiroquai funk, disco, fusion, dans müziğini karıştırarak yarattığı müziğini aynı ölçüde karışık bir sahne şovuyla sunuyor. Geri vokalde yer alan siyahi kadın müzisyenlerin yanı sıra, onlar kadar iyi olan müzisyenler eşlik ediyor ünlü müzisyene. Bir konserden daha çok, arkadaki ekranda görünen görsellerin renk cümbüşüyle süslenen dolu dolu bir şov sahneleniyor. Hem göze hem kulağa hitap eden, çok renkli, çok sesli bir şov bu. Jamiroquai'ın enerjisine şapka çıkardıktan sonra bendeki pilin yavaş yavaş tükendiğini hissedip dönüş yoluna yöneldim.

Bir Rock'n Coke daha böyle bitti. Sahnedeki performans sıralamasında anlamadığım bir husus da, Keşif Sahnesi'nde Mabel Matiz ve Shantel gibi artık çok iyi tanınan iki ismin yer alması oldu. Keşif denilince insan, pek bilinmeyen isimler olur diye düşünüyor. Bu konuda bir yanlış değerlendirme yapılmış sanırım. Bir de La Roux'nun gece 00.30'da çıkması iyi olmadı. Daha erken bir saatte olsa görmek isterdim.

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

_

24 Mayıs 2012 Perşembe

Vitrindeki Albümler 117: Richard Hawley - Standing at the Sky’s Edge (Parlophone)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 27 Mayıs 2012

Yazılarımı okuyanlar fark etmiş olabilir; bariton seslere ayrı bir düşkünlüğüm var. Richard Hawley, aynı zamanda çok iyi bir gitarist ama ben onu en çok melankolik baladlardaki sesi nedeniyle sevdim. 90’larda Longpips ve 2000’lerde Pulp ile Britpop döneminde tanındı ama bana göre asıl başarısı, bugüne kadar yayınladığı yedi solo albümde yatıyor.

Benim gibi onun ana karakteri vokale veren müziklerini seviyorsanız, “Standing at the Sky’s Edge” ilk duyduğunuz anda hayal kırıklığı yaratabilir. Çünkü bu albümü sürükleyen temel unsurlar insan sesi ve şarkı sözleri değil, cayır cayır çalan gitarlar ve ses efektleri. Hawley, bu defa ciddi bir değişiklik yapmış müziğinde. Ama bu değişiklik, yeni bir keşif değil; 60’ların sonu ve 70’lerin başındaki rock müziğini etkisi altına alan progresif rock / saykedelik rock kulvarına girmiş. “Ama daha önce yapıldı bu” diyerek yakınmaya başlamadan önce şunu düşünün; bu Richard Hawley için önemli bir viraj. O viraj, sadık dinleyicisini yabancılaştırma riskini taşıyor elbette. Fakat bence riski iyi göğüslemiş ve yılın en güzel albümlerinden birisini yapmış Hawley.

Aslında Hawley’in yeni albümüne ait ipucunu, Arctic Monkeys’in bu yıl başında çıkardığı “Black Treacle” adlı single’ın B yüzünde görmek mümkün. Grubun Richard Hawley ile kaydettiği “You and I” adlı şarkı, “Standing at the Sky’s Edge” ile örtüşen gitar odaklı, sert bir sounda sahip. Pikniğe gittiğinizde dinleyeceğiniz bir albüm değil bu. Gerek soundu gerekse sözleri daha karanlık, daha agresif.

Hawley, her zaman olduğu gibi yine esinini içinden çıktığı Sheffield kentinde bulmuş. Bu defa albüm adında da atıf yaptığı, serserilerin, evsizlerin sosyal sorunlarının yoğun olduğu Skye Edge bölgesine odaklanmış. Doğal olarak da kalp kırıklıklarını usulca anlattığı şarkılardan, ailesini katleden, bir kavgada birisini bıçaklayan gencin hikayelerine geçiş yapmış. Ülkesinin koalisyon döneminde içinde bulunduğu politik durum hakkında çok belirgin olmayan referanslar da kullanmış. Satır aralarında umudunu kaybedenlerden, kenara itilenlerden söz ediyor sık sık.

Dokuz şarkılık albümde Hawley’in 60’ların folk pop’una yanaştığı anlar da olmuyor değil. Örneğin “Seek It” ve kapanışı yapan “Before”, Hawley’in alıştığımız şarkılarına duyduğumuz özlemi giderecek türden. 6 dakikalık “Before”da şarkının ortasında yine elektrogitarların tozu dumana kattığı bir bölüm var ama o kasırga bitince yine dingin bir şekilde sonlanıyor.

2009’daki “Truelove’s Gutter”dan sonra gelen bu albüm, farklılıkları nedeniyle mutlaka Richard Hawley hayranlarının bir kısmından olumsuz eleştiriler alacak. Ancak bana göre müzisyenlerin her dönemde farklı sound deneme hakkı vardır ve bunu hakkıyla yerine getirdiklerinde bize takdir etmek düşer.



10 Temmuz 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 75:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 10 Temmuz 2011

ARCTIC MONKEYS - Suck It and See (Domino Recording)

Alternatif rock grubu Arctic Monkeys’in dördüncü albümü bu yılın en merak edilen albümlerinden birisiydi. Albüm çıkar çıkmaz isminin etrafında Amerika'da yaşanan tartışma ve büyük marketlerde albüm adının bantlanarak yayımlanması epey konuşuldu. Sonuçta sansürün bir türü bu da...

Albüm çıkmadan önce grubun sitesinde yayınlanan “Brick By Brick”i dinlediğimde bunun albümün tümünü temsil etmeyen bir parça olmasını dilemiştim. Çünkü “Ruhunu çalmak istiyorum / Aşkını hissetmek istiyorum” şeklinde Alex Turner’dan hiç de beklemeyeceğim sıradan sözler vardı vokalde...

Albüm kartonetinde bütün sözler Alex Turner’a ait gözükse de hâlâ acaba o şarkıda davulcu Matt Helder’ın mı etkisi oldu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Çünkü ağır gitar riffleri ve sert sounduyla dikkat çeken parçada Helder ilk kez vokalde ağırlıkla yer alıyor.

Benim için Arctic Monkeys’i ilginç kılan en önemli nedenlerden birisi, Turner’ın topluma ve günlük olaylara dair yaptığı ilginç gözlemleri yansıtan esprili şarkı sözleri. Arctic Monkeys’in müziğinden bu özellik çıkarsa içi önemli derecede boşalır.

Neyse ki albümün tümünü dinlediğimde “Brick By Brick”teki sıradanlığın genele yayılmadığını gördüm. Turner, diğer şarkılarda dişlerin çarpıştığı öpüşmelerden, berbat garsonlar ve yemeklerden, öğleden sonraları izlediği kovboy filmlerinden söz ederken yine akıllıca yazılmış sözlere imza atmış.

Sound olaraksa şunu söylemek gerekir. Açık ki 2006’daki “Whatever People Say I Am, That’s What I’m Not” soundunun üzerine yeni yapılar kurdu Arctic Monkeys. Bir önceki albüm “Humbug”ın getirdiği farklılıklarla belirginleşen bu yapı, yeni albümde iyice yerine oturdu. Daha önceki üç albümden de özellikler taşıyan, kendi içinde tutarlı bir çalışma “Suck It and See”.

İkinci albüm “Favourite Worst Nightmare”de de prodüktörlüğü üstlenen James Ford’un etkisini gösterdiği daha melodik, daha radyo dostu parçalar da var, “Humbug”ın prodüktörü Queens of the Stone Age’in vokalisti Josh Home’un etkisini hissettiren daha ağır gitarlarıyla öne çıkan parçalar da.

“Humbug”daki agresif sound, çoğu hayranı memnun etmemişti. Bu albüm, bu gruptakileri yine memnun etmeyebilir; ama eğer ona hak ettiği şansı verirseniz, içinde The Smiths de duyabilirsiniz.

25 Ekim 2009 Pazar

Okuyucu İstekleri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 24 Ekim 2009

Bu yazının içeriğini, okuyuculardan aldığım e-postalar oluşturdu. Zaman zaman yeni çıkan albümleri sorup, “Neden onu da yazmıyorsunuz?”, “Neden bu albümden hiç söz etmiyorsunuz?” diyorlar.

Öncelikle şunu söylemeliyim; o kadar çok albüm yayınlanıyor ki, hepsini yazmak olanaklı değil. Ancak aralarından ihmal edemeyeceklerimi seçiyorum. Ama bu hafta, okuyucuların sorduğu albümleri yazdım.

PETE YORN & SCARLETT JOHANSSON- BREAK UP

Pete Yorn, bu albüm projesine Scarlett Johansson'ı katmakla hata etmiş. Çünkü Scarlett'in iyi bir sesi yok ve şarkı söyleyemiyor. Tom Waits şarkılarını seslendirdiği albüm bir felaketti zaten, ama nedendir bilmem ısrarla müzik çalışmalarına devam edeceğini söylüyor. Güzel olan her oyuncunun müzisyen de olabileceği fikrine nasıl varıldı bilmiyorum...

Pete Yorn, şarkılarını yazarken, aklında, Serge Gainsbourg ile Bridget Bardot'ya benzer bir ikili yaratmak varmış. Düşünmüş kim Bridget Bardot olabilir diye... Ve sinemada onun yerine aday gösterilen Scarlett'i uygun bulmuş. İyi de film çekmiyorsunuz ki, albüm yapıyorsunuz...

Üstelik, Serge ile Bridget arasındaki özel ilişki, Scarlett ile Pete'in arkadaşlık ilişkisinden çok farklı olduğu için, bu albümdeki şarkılarda ruh da yok. Ama albümün iTunes satış listelerinde ilk 10 arasında olmasına bakılırsa, Yorn'un pek de fena bir pazarlama taktiği izlemediğini söylemek mümkün. Scarlet çok ünlü ya, medyada çok haberi çıkıyor.

Keşke, şarkı söylemeyi bilen iyi bir ses bulup, onunla ikili oluştursaydı Pete Yorn... O zaman en azından ortalama bir pop albümü olurdu...

IMOGEN HEAP-ELLIPSE

İngiliz şarkıcı/prodüktör Imogen Heap’in yeni albümü “Ellipse”, elektro pop türünü sevenler için iyi bir seçim olabilir. Aşk, ilişkiler, ayrılık ve doğa temalı şarkılarda, özenli bir prodüksiyon çalışması yapılmış.

Imogen Heap’in çok güçlü ve büyüleyici bir sesi yok; ama kullandığı teknikle bunu aşmanın yolunu bulmuş. Elektronik müziği folk tarzıyla birleştirip, kendine özgü farklı bir yöntem yaratmış. Çoğu zaman fısıldarcasına, usulca söylüyor şarkıları ve melodinin içine kattığı farklı seslerle güçlendiriyor soundu.

Bazı şarkılarda, usta müzisyenler eşlik etmiş Imogen Heap’e. Örneğin, “Canvas” adlı şarkıda akustik gitarı, ünlü Hint kökenli müzisyen Nitin Sawhney çalıyor.

Sakin bir zaman dilimine, sabahın ve akşamın dinginliğine eşlik edebilecek bir albüm “Ellipse”. Bazıları için bu kadar sakinlik sıkıcı olabilir, ama sanatçının önceki çalışmalarını sevenler şüphesiz beğenecektir. Yine de, bana sorarsanız, “Ellipse”in Imogen Heap’in kariyerinde bir dönüm noktası olduğunu söyleyemem...

ARCTIC MONKEYS-HUMBUG

Alternatif rock müziğinin gözde grubu Arctic Monkeys’in 3. stüdyo albümü “Humbug”, oldukça iyi eleştiriler aldı. Çoğu kişi, grubun bu albümle daha olgun bir sound elde ettiğini düşünüyor.

Kanımca, daha önceki albümleriyle kıyaslanırsa, “Humbug” daha sağlam bir altyapıya oturmuş. Bunun önemli bir nedeni, Queens of the Stone Age’den Josh Homme’un da prodüktör olarak bu albüme katkıda bulunması. Fakat bazen, “Crying Lightning”de olduğu gibi, gereksiz gitar sololara girildiğini düşünüyorum...

Bu albüm, The Smiths etkisini daha fazla hissettiriyor. Belki de bu nedenle Humbug’ı öncekilere göre daha dinlenebilir bulduğumu söylemeliyim.

Solist Alex Turner’ın belirgin bir ironi ve espri anlayışıyla aktardığı sosyal hayat gözlemleri ilginç. Morrissey ve Jarvis Cocker’ın şarkı sözlerini sevenleri burdan yakalıyor Arctic Monkeys... Morrissey hayranlarına özellikle “My Propeller”, “Secret Door”, “Cornerstone” ve “Dance Little Liar”ı öneririm.

Bir de, Alex Turner’ın yan projesi “The Last Puppet Shadows”un, grubun müzikal yelpazesinin genişlemesinde epeyce payı olduğu anlaşılıyor. O oluşumdan çok da güzel bir albüm çıkmıştı. Umarım devamı gelir.

Bakalım post-Britpop’da yükselen Arctic Monkeys trendi nereye varacak? NME dergisi, grubu yere göğe koyamayınca, İngiltere Başbakanı Gordon Brown bile her gün Arctic Monkeys dinlediğini söylemişti. Ama sonra da bir soru üzerine hiçbir şarkılarının adını hatırlayamamıştı. Bir grup moda olmaya görsün; o modayı izler görünmek için nasıl da sıraya giriyor insanlar...

27 Ocak 2008 Pazar

Müzik Endüstrisi Sarsılırken…


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 26 Ocak 2008

2000’li yıllar, ilerde tarihçiler tarafından müzik endüstrisinde büyük değişimlerin yaşandığı yıllar olarak anılacak. İnternetin artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmesi ve müziğin dijital ortamda dinleyicilere ulaşması, sektörü derinden etkiledi. Müzisyenler, her fırsatta dertlerini anlatmaya çalışıyorlar, ama olup bitenleri tekrar tekrar gündeme getirmekte yarar var.

MÜZİĞİN DİJİTAL MACERASI

Son yıllarda yaşanan en önemli değişikliklerden birisi, müziğin internetteki dosya paylaşım siteleri aracılığıyla ücretsiz dolaşımının sağlanması. Bu, dinleyicinin müziğe erişimini kolaylaştırıyor, fakat bir yandan da müziği yaratanları büyük bir sorunla karşı karşıya getiriyor. Özellikle Türkiye gibi gelir düzeyinin düşük olduğu ülkelerde artık kimse müziğe ulaşmak için para ödemeye yanaşmıyor. Çünkü internet, yasal olmayan bir şekilde bedava şarkı indirilebilen sitelerle dolu. Öyle ki, artık birkaç yıl önce sokak kaldırımlarında neredeyse adım başı gördüğümüz kopya CD’lere de pek rastlamıyoruz. Çünkü CD’lerin de dönemi geçiyor, müzik dijital olarak tüm sınırları aşıyor, dünyanın bir ucundan diğerine ücretsiz iletebiliyor.

Müzik şirketleri ise, bu durum karşısında korsanla mücadele için çeşitli yöntemler geliştiriyor. Örneğin, Amerika’nın dev müzik firması Universal’ın 2006 yılında kendi kataloğundaki sanatçıların şarkılarını ve videolarını Amerika ve Kanada’da internetten bedava yayınlamak üzere, reklam gelirlerine dayanan SpiralFrog adlı internet sitesiyle sözleşme imzalaması büyük olay olmuştu. Bu siteden indirilen dosyalar CD’ye aktarılamıyor, iPod’la değil ama Microsoft’la uyumlu. Bunun gibi yöntemler denenmesine karşın, yine de korsanın önüne bir türlü geçilemiyor.

Bütün bu gelişmeler sonucunda, şu anda müzik endüstrisinde tam bir kaos yaşanıyor. Albümler satmıyor, plak şirketleri tanınmayan sanatçılara albüm yapma riskini göze alamıyor, ancak popüler müzisyenlerin ilgi görebileceği düşünülen çalışmaları albüm olarak yayınlanıyor. Sonuçta, yeni yetenekler için ve hatta tanınmış sanatçılar da olsa, risk almayı gerektiren, deneysel çalışmalar için kapılar kapanıyor. Tamamen piyasa koşullarına odaklanan bu üretim de, müzikteki kaliteyi düşürdükçe düşürüyor.

Bunlar olurken, aynı anda bir başka gelişme daha yaşanıyor. İlginçtir; yaratıcı çalışmalar yapmak ve adını duyurmak isteyen müzisyenlerin can simidi olan bu gelişme, yine internetle olanaklı hale geldi. MySpace adlı sitede hiçbir ücret ödemeden kendinize ait bir sayfa düzenliyor ve şarkılarınızı, videolarınızı yayınlıyorsunuz. Şimdiye kadar bu yolla büyük üne kavuşanlar oldu. İngiltere’de listelerden düşmeyen Arctic Monkeys, Lily Allen gerçek birer MySpace yıldızı. Plak şirketlerinin de gezinerek patlama yapabilecek isimler aradıkları bunun gibi siteler, aynı zamanda ünlü sanatçıların yeni yetenekleri keşfetmelerinin de yolunu açarak ilginç işbirliklerine zemin hazırlıyor. Örneğin, modern müziğin önde gelen ismi Moby, yakında çıkacak son albümü “Last Night”ın ilk single’ı “Alice” adlı şarkıda rap yapan Jamaikalı Aynzli’yi MySpace’deki şarkılarını dinleyerek keşfetmiş.

Bu siteden bu kadar çok söz edince, şu ilginç bilgiyi de eklemek gerek: MySpace’in sahibi ünlü medya devi Rupert Murdoch… Murdoch’un 2005 yılında neden 580 milyon dolar ödeyip MySpace’i aldığı epeyce tartışılmış, her yeri reklamla dolu olan sitenin cazipliği ortada olsa da, bu alımın arkasındaki temel etkenin MTV’ye rakip bir platform oluşturmak olduğu iddia edilmişti. İnternetteki bilgilere göre, 18 Aralık 2007 itibarıyla bu siteye 300 milyonu aşkın üyelik olduğunu göz önünde bulundurursak, özellikle gençlere ulaşmayı hedefleyen Murdoch’un hesaplarını sağlam yaptığı ortada.

PLAK ŞİRKETLERİ NE OLACAK? MÜZİSYENLER NASIL AYAKTA KALACAK?

Yazının bu aşamasında aklınıza şu sorular gelebilir: “Peki, albüm satamayan plak şirketleri ne yapacak? Şarkıları internette bedava dağıtılan müzisyenler nasıl para kazanacak?” Plak şirketleri, tüm dünyada çok ciddi bir darboğazın içinde. Kriz öylesine derin ki, işten çıkarma ve masrafları kısma gibi yöntemlerle atlatılacak gibi değil. Geçtiğimiz yıl, Radiohead ve Prince gibi büyük isimlerin isyan bayrağını çekip albümlerini kendi yöntemleriyle dağıtmaya başlaması da, plak şirketlerinin varlığının sorgulanmasına neden oldu. Radiohead, son albümü “In Rainbows”un MP3 versiyonunu kendi internet sitesinde “istediğin kadar öde” esasına dayalı olarak satınca kızılca kıyamet koptu. Pek çok kişinin bu yöntemin başarılı olmayacağını öngörmesine karşın, grubun, plak şirketini ve prodüksiyon masraflarını aradan çıkaran bu yöntemle, önceki albümlerinin satışına yakın bir gelir elde ettiği belirtiliyor. Bu tür yöntemlerin, diğer gruplara da esin kaynağı olacağını söylemek yanlış olmaz. Öyle görünüyor ki, plak şirketleri, dijital platformdaki gelirlerini artırmaya çalışacak ve daha çok menajerlik ile konser organizasyonu gibi hizmetlere yönelecek.

Müzisyenlerin durumu ise çok daha zor. MySpace, YouTube gibi çeşitli platformları kullanarak ilgi çekebilenler şanslı. Albüm çıkaramayanlar ya da albümlerden para kazanma olanağı olmayanlar, konserlere ağırlık vermeye çalışacak. Tabii içinde yaşadığımız dönemin bir başka gerçeği de, dev konserler döneminin sona erişi. Belki hiçbir zaman yeni bir Led Zeppelin de çıkmayacak. Indie rock’ın beğenilen temsilcileri Interpol ya da TV On the Radio gibi gruplar, belki hiçbir zaman milyonlarca albüm satamayacaklar ve stadyumlarda konserler vermeyecekler, ama daha küçük salonlarda daha çok konser vererek varlıklarını sürdürecekler. Ne yazık ki, ülkemizdeki müzisyenlerin durumu, Telif Hakları Yasası’ndaki eksiklikler nedeniyle daha da vahim. Eğer müziği gerçekten seviyorsak ve kaliteli müzik dinlemek istiyorsak, müzisyenleri destekleyelim, gerekli yasal düzenlemeleri yaparak korsanlığı önleyelim!

27 Mayıs 2007 Pazar

Ayın Albümleri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/26 Mayıs 2007

Patti Smith- Twelve

Rock tarihinin en saygın isimlerinden, punk rock’ın şairi Patti Smith, geçtiğimiz günlerde yeni bir derleme albüm yayımladı. Klasikleşmiş rock şarkılarının yeniden yorumlandığı “Twelve”, Smith’in aynı zamanda tamamı başka sanatçılara ait şarkılardan oluşan ilk çalışması. Patti Smith ve grubu, bu albümde aralarında Jimi Hendrix, Bob Dylan, The Beatles, The Rolling Stones, The Allman Brothers ve Paul Simon’ın da bulunduğu ünlü grup ve müzisyenlerin şarkılarına yer vermiş. Bu şarkıların arasında, Stewie Wonder’dan “Pastime Paradise”, Tears for Fears’den “Everybody Wants To Rule The World”, Neill Young’dan “Helpless” ve The Doors’dan “Soul Kitchen” gibi parçalar öne çıkıyor.

Patti Smith, her zamanki gibi bilinen şarkılara kendi yorumunu getirip orijinallerine sadık kalmamış. Bana göre, bir şarkıyı yeniden yorumlayacaksanız yapılması gereken de bu olmalı. Çünkü orijinal haliyle kulaklara yerleşip ünlenen şarkıları hiçbir değişiklik yapmadan seslendirmek pek de heyecan verici ve yaratıcı olmuyor. Tabii, yeni yorumları beğenip beğenmemek de dinleyicilerin zevkine göre değişiyor.

Twelve albümünde özellikle, Nirvana’nın “Smells Like Teen Spirit” adlı şarkısı dikkatimi çekti. Bu şarkı, Kurt Cobain’in mükemmel yorumuyla ve ayrıca imajıyla öylesine özdeşleşti ki, doğrusu başka bir sanatçının sesinden dinlemek garip geliyor. Patti Smith’in bu şarkıdaki daha düşük tempolu yorumu, akustik gitar ve kemanı öne çıkaran müzikle birleşince, şarkının taşıdığı agresif havayı ve isyan duygusunu alıp götürmüş.

Albümle ilgili belirtilmesi gereken bir önemli nokta da, kayıt sırasında Patti Smith ve grubuna eşlik eden sanatçılar. Banjo’da oyun yazarı Sam Shepard; yine banjo’da 60’lı yılların folk sanatçılarından John Cohen; Red Hot Chili Peppers’ın basçısı Flea; Television grubunun solisti ve gitaristi Tom Verlaine ve The Black Crowes’dan Rich Robinson gibi rock tarihininin önemli müzisyenleri albüme konuk olmuşlar.

Kimileri, Patti Smith’in neden böyle bir derleme albüm yayımlama gereği duyduğunu sorgulayabilir. Ama ben diyorum ki, 60. yaşında dinleyicilerine yine keyifli bir albümle seslenen ve kendisini her zaman “işçi” olarak tanımlayan Patti Smith’e selam olsun!

Arctic Monkeys-Favourite Worst Nightmare

2006'da yayımladıkları ilk albümlerinden bu yana indie rock sahnesinde tam bir fırtına gibi esen Arctic Monkeys’in ikinci albümü “Favourite Worst Nightmare” ülkemizde de piyasaya çıktı. Grubun, hayranları tarafından kurulan Myspace sitesinde yayımlanan şarkılarının dikkat çekmesiyle başlayan sıra dışı serüveni, İngiliz dörtlünün tam bir fenomen haline gelmesiyle dolu dizgin devam ediyor.

Geçtiğimiz yıl müzik dünyasının en prestijli ödüllerinden Mercury Ödülü’nü alan grup, bugün büyük bir popülariteye ulaşmış durumda. O kadar ki, Tony Blair’den sonra İngiltere’nin Başbakanlık koltuğuna oturması beklenen Gordon Brown bile, her gün Arctic Monkeys’i dinlediğini, grubun sabahları insanı dirilten bir müzik yaptığını söyledi. 2007 Brit Ödülleri’nde, “En İyi İngiliz Grup” ve “En İyi İngiliz Albümü” ödüllerine değer görülen grup, Amerika’dan Japonya’ya kadar topladığı birçok ödülle son yılların gözdesi.

Bir öncekine göre daha hızlı ve gürültülü bir albümle yoluna devam eden Arctic Monkeys’in müziği bu defa çok daha enerjik. Bunun en parlak örneği ise, albümden yayımlanan ilk single “Brianstorm”. Albümün genelinde bu şarkıyla doruğa ulaşan agresif ve hızlı gitar soundu egemen. “Only Ones Who Know” ve “Do Me A Favour” ve “505” gibi yavaş şarkılar ise, albüme romantizm tadı katıyor.

İngiltere’de “ilk albümü en hızlı satan grup” olma ünvanına hak kazanan Arctic Monkeys’in bir diğer özelliği, solist Alex Turner’ın yazdığı sosyal konuları, dar gelirli sınıfın yaşam koşullarını yansıtan ve popüler kültüre atıf yapan nükteli şarkı sözleri. Bu albümde şarkı sözlerinin daha da olgunlaşmış bir şekilde ortaya çıktığı söylenebilir. Müzik çevrelerinde, özellikle ünlü İngiliz müzik dergisi NME tarafından büyütüldükleri gerekçesiyle eleştirilen grup, ikinci albümüyle bu görüşte olanlara da güçlü bir yanıt verdi. Toplam 37 dakika süren 12 şarkılık albüm, grubun kariyerinde sağlam adımlarla ilerlediğinin son kanıtı.

Translate