30 Haziran 2010 Çarşamba

İnsanlara müzikle ulaşmak


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 30 Haziran 2010

İstanbul, bu hafta caz dinleyicilerinin yakından tanıdığı bir konuğu daha ağırlıyor. Ünlü İsveçli cazcı Lars Danielsson, bu akşam Beyoğlu’ndaki Akbank Sanat’ta bir konser verecek.

Yaklaşık 20 yıldır caz vizyonunu geliştirerek uluslararası alanda başarı kazanan müzisyen, yaptığı 15 solo albümün yanı sıra, Jack DeJohnette, John Abercrombie, John Scofield, Mike Stern, Charles Lloyd, Randy ve Michael Brecker’ın da aralarında bulunduğu efsane cazcılarla projeler gerçekleştirdi.

Kontrbas kadar viyolonselde de başarısını kanıtlayan ve besteci kimliğiyle de tanınan sanatçıya İstanbul’da piyano ve davulda Stavros Lantsias, gitarda John Parricelli eşlik edecek. Lars Danielsson, konserden önce sorularımızı yanıtladı.

Sizi kontrbasa çeken ne oldu? Üzerinizde etki bırakıp bu müzik aletine yönelmenizi sağlayan etkileyen ünlü isimler var mı?

Yıllar önce televizyonda Oscar Peterson ve Niels-Henning Ørsted Pedersen’in verdiği bir konseri izlediğimde kontrbas çalmaya karar vermiştim. İlk esin kaynaklarım ise, Hendrix, Santana ve Beatles’dı. Benim için “Abbey Road” hala başyapıttır. Ayrıca ilk dönemlerde Palle Danielsson ve Gary Peacock’u çok dinledim. İlk başta çello, piyano ve gitar çalıyordum. Bas gitar çalmaya 20 yaşımda başladım. Akustik basın sesini her zaman çok sevdim.

Bası seçmenize yol açan özel bir albüm ya da belli bir parça var mı?

Benim için o, Palle Danielsson’un “My Song” adlı albümüdür. Ama ben, sadece bas sesine odaklanmaktan ziyade daha çok orkestral bir bütün olarak düşünüyorum müziği. Bu bas çaldığım anlarda da böyle.

Size göre bas soundu müzikte hangi rolde? Her zaman ailedeki büyükbaba rolünü mü üstlenir?

Müziğe göre değişebilir. Ben kendi rolümün müziğe ritim ve tonla ilgili derin bir ses katmak olduğunu düşünüyorum. Bu bazen emprovizasyonda tek bir bas notası çalmamak anlamına da gelebilir.

Melodiyi zenginleştirerek basta yarattığınız romantik, hassas ve duygulu sound ile tanınıyorsunuz. Bunu açıklamak zor olabilir ama bu hissi yaratmak için bir şarkıya nasıl yaklaşıyorsunuz?

Sanırım bu, çok genç yaşta klasik müzik ve kilise müziği çalmayı öğrenmemle ilgili. Müziği daima melodi olarak düşünüyorum.

Kariyeriniz boyunca caz müziğinin çok önemli müzisyenleriyle birlikte ortak çalışmalar yaptınız. O dönemlerden size kalan en önemli katkı ne oldu?

Kendi kahramanlarımla genç yaşta çalabilmek benim için çok anlamlıydı. Doğaçlama yeteneğimi geliştirmemde ve müzik formlarını öğrenmemde büyük katkıları oldu. Özellikle caz perküsyoncusu Jon Christensen’in adını saymam gerekir. Müziğin akışı, zamanlaması ve gelişim süreci hakkında onlardan çok şey öğrendim.

Bugün İskandinav cazının önde gelen isimlerinden birisiniz. Müzikal kariyeriniz boyunca, ilerlemeniz için size cesaret veren desteği en çok ne zaman hissettiniz?

Bu destek, hayranlık duyduğunuz bir müzisyenden geldiğinde çok etkili oluyor. Meslekte saygı duyduğunuz birisi, yaptığınız şeyden hoşlandığını söylediğinde size cesaret veriyor. Sanırım bütün insanlar için aynıdır bu...

Caz da, klasik müzik gibi, belli bir kesimde daha çok seçkinlerin müziği diye algılanıyor. Bu konuda sizin görüşünüz ne?

Müzik insanlar arasındaki iletişimdir. Benim için önemli olan, insanlara, onların kalbinden yansıyan duygularla oluşturduğum sanatla ulaşmak. Ritim ve akort hakkında bilginiz varsa elbette daha farklı olabilir tabii; ama müzik güçlüyse, eğitimli olsun ya da olmasın, çok sayıda insana ulaşabilir.

-

28 Haziran 2010 Pazartesi

Vitrindeki Abümler 24:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 27 Haziran 2010

LAURIE ANDERSON-Homeland (Nonesuch Records)

Daha ilk dakikasından itibaren “Bu ancak Laurie Anderson olabilir” dedirten bir albüm “Homeland”. Öylesine deneysel, özgün ve etkileyici!

Günümüzün kült haline gelmiş en önemli multimedia sanatçılarından birisi Anderson. 10 yıl aradan sonra çıkardığı bu yeni albümde, vokalleri yine konuşur gibi söylüyor, perküsyon, klavye ve keman çalıyor.

Sanatçının aşk, hayatın zorlukları ve Amerika hakkındaki düşünceleri adeta bir filmden alınmış monologlar gibi. Ülkesine eleştirel bakışını politika, ekonomik çöküş, işkence, din, ilaç bağımlılığı ve bireysel özgürlük erozyonuna odaklanarak aktarıyor. Her zamanki gibi yine keskin zekası ve güçlü hiciv yeteneğiyle yapıyor bunu.

Albüme katkıda bulunanlar arasında önemli isimler var. Lou Reed yeteneğini yalnız prodüksiyonda değil, iki parçada çaldığı gitarıyla da sergiliyor. Antony Hegarty’nin eşsiz sesini iki şarkının vokalinde duyuyoruz.

Yetenekli müzisyen John Zorn saksofonda, Four Tet’ten Kieran Hebden klavyede yer alıyor. Tuvan gırtlak şarkıcılarının vokalde ve igil adlı geleneksel çalgılarıyla yaptıkları katkıyı da özellikle belirtmek gerek.

Anderson, alter egosu Fenway Bergamot’u yalnız albüm kapağına taşımakla kalmamış; 11 dakikalık “Another Day in America” adlı parçada, filtre kullanarak sesini erkek sesine dönüştürmüş.

Genel olarak Hüzünlü bir havada akıp giden albümde tek istisna “Only an Expert”. Gitar, klavye ve perküsyonla hareketlenen bu parçayı birkaç yıl önce Laurie Anderson’dan canlı dinlemiş ve tek kelimeyle büyülenmiştim. Albüm versiyonu da mükemmel olmuş.

Bu albümde son 2 yılda konserler sırasında yazıp geliştirdiği şarkıları toplamış Laurie Anderson. Bana göre kendisi, müzik dünyasının en farklı, en akıllı, en karizmatik kadınlarından birisi. Müzikal kalitenin çıtasını bu kadar yükselten bir albüm, ancak onun gibi bir yeteneğin imzasını taşıyabilirdi.

Duyduğuma göre, İngiliz müzik dergisi NME albüm hakkında berbat bir değerlendirme yapıp 0 vermiş. Zaten yorumlarının çoğuna katılmadığım ve ciddiye almadığım bir dergi...

Bu durumda da şunu diyebilirim: Halt etmişler. Yılın en iyi albümlerinden birisi "Homeland"; dinlemesini bilene tabii... Belki müziği paylaşma eyleminde diğer albümlere göre dinleyiciden daha fazla katılım bekleyen bir albüm, ama bence bu da ayrı bir zevk katıyor işe...

-

20 Haziran 2010 Pazar

Vitrindeki Abümler 23:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 20 Haziran 2010

RECOIL-Selected (Mute Records)

Depeche Mode’un eski üyesi Alan Wilder, kısa bir süre önce yeni bir derleme albüm yayımladı.

Adından da anlaşılacağı gibi, "Selected", Wilder’ın “Recoil” isimli projesi için yaptığı parçaların en iyilerinden bir seçmeyi, yeniden düzenlenmiş haliyle sunuyor.

DM’un dünya çapında başarı kazanmasında büyük katkıları olan çok yetenekli bir müzisyen Wilder. Ticari pop standartları içinde bile sınırları zorlayan prodüksiyon yeteneği meşhur. “Enjoy the Silence” ve “Never Let Me Down Again” gibi şarkıların büyük hit haline gelmelerinde onun rolü tartışılmaz.

Wilder, DM içinde yapamadığı ama hep özlemini duyduğu avant-garde çalışmaları gerçekleştirmek için, 90’ların ortalarında Recoil projesini başlattı.

Recoil’in elektro-blues, rock, ambient ve caz etkilerini yansıtan müziği, hiçbir zaman DM kadar popülerlik kazanamadı; ancak Wilder, bu isim altında yayımladığı albümlerle kendisi için koyduğu çıtayı her zaman yükseltti.

Bu albüm için en sevdiği parçaları seçerken dinleyici açısından bütünlüklü bir akış oluşturmayı hedeflemiş ünlü müzisyen. Bloodline (1992), Unsound Methods (1997), Liquid (2000) ve subHuman (2007) albümlerinden 14 parçanın yer aldığı “Selected”, Wilder’ı henüz tanımayanlar ya da yeni tanıyanlar için ideal bir seçki.

(Özellikle Lousianalı blues şarkıcısı ve gitarist Joe Richardson'ın vokalde yer aldığı "The Killing Ground"a iyi kulak verin derim.)

Recoil’i yıllardır takip edenler içinse, 2 CD’lik paketi öneririm. Sınırlı sayıda basılan bu albümde, çok başarılı yeni remiksler ve alternatif versiyonlar bulunuyor.

Tek CD'lik versiyonun şarkı listesi şöyle:

1-Strange Hours
2-Faith Healer
3-Jezebel
4-Allelujah
5-Want
6-Red River Cargo
7-Supreme
8-Prey
9-Drifting
10-Luscious Apparatus
11-The Killing Ground (Excerpt)
12-Shunt
13-Edge to Life
14-Last Breath

2 CD'lik versiyonda bulunan şarkılar listesi de aşağıda:

1-Supreme (True Romance)
2-Prey (Shotgun mix)
3-Drifting (Poison Dub)
4-Jezebel (Filthy Dog mix)
5-Allelujah (Noisy Church mix)
6-Stalker (Punished mix)
7-The Killing Ground (Solid State mix)
8-Black Box (Excerpt)
9-5000 Years (A Romanian Elegy for Strings)
10-Strange Hours (featuring The Black Ships)
11-Missing Piece (Night Dissolves)
12-Shunt (Pan Sonic mix)

-

17 Haziran 2010 Perşembe

Daha rock’n roll bir Groove Armada


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 17 Haziran 2010



Dans müziğinin başarılı gruplarından Groove Armada, 19 Haziran’da Efes Pilsen One Love Festival’ın ana grubu. İngiliz ikili, 2007’de Radar Live’da unutulmaz bir konser vermişti. Bu kez yeni albümleri “Black Light”ın turnesi kapsamında geliyorlar.

“Black Light”, benim en çok beğendiğim Groove Armada albümü oldu. Gruptan Andy Cato’yu telefonla Paris’te yakalayıp hoş bir sohbet yaptığımda, albümün ana esin kaynaklarından birisinin David Bowie’nin Berlin dönemi, hele de “Low” albümü olduğunu öğrenince bunun nedenini daha iyi anladım. Çünkü bir Bowie hayranı olarak “Low” benim için çok ayrı bir değere sahip.

“Black Light, bugüne kadar yaptığımız en iyi albüm” diyorsunuz. Bence de öyle ama nedenini sizden duymak isterim.

Eski albümlerimizden çok daha fazla rock’n roll, daha şarkı bazlı bir albüm. Sahnede bu şarkıların yarattığı atmosferden gerçekten çok memnunuz. Elektronika ile rock’n roll’un birleşimini çok güzel yansıtıyor. Canlı çaldığımızda albümün ruhunu sahneye tam olarak taşımayı isteriz. Yeni şarkıları bu konuda hiçbir endişe duymadan çalabiliyoruz.

Vokalist olarak dört müzisyenle çalıştığınız bu albüm, farklı tarzları da buluşturuyor. Bu tercihlerin nedeni neydi?

Aslında farklı tarzları buluşturmakla birlikte, bu albümde eskilere göre daha bütünlüklü bir sound var. Sahnede de albümü kaydettiğimiz insanlarla beraber çalıyoruz. Bu da daha belirgin bir grup soundu yarattı. Vokalistler konusunda ise, geçmişte kaybettiğimiz şeyi bu albümde yeniden yakalamak istedik. Yeni yetenek arayışına girdik ve sonunda Saint Saviour yeni vokalistimiz oldu. Konserlerde bize eşlik ediyor ve muhteşem bir performans çıkarıyor.

Albümü yaparken başlıca esin kaynaklarınızdan birisinin David Bowie olduğunu biliyorum. Peki hangi Bowie diye sorarsam?

Özel olarak Berlin dönemi. Olağanüstü güzellikteki “Low” ve “Heroes” albümleri.

House müzikten koptunuz mu?

Canlı performanslarımız bir süredir o akımdan farklı bir şekilde seyrediyor. DJ setlerimizde çaldığımız house müzik ile albüm turnesindeki performanslarımız iki ayrı şey. Ama istersek o tür müziğe yoğunlaşacağımız ayrı bir albüm de yapabiliriz. Ama şu anda ikisi ayrılmış durumda.

Müziğinizdeki farklı yönelişlerin hayranlarınızın bazılarını uzaklaştırmasından çekindiğiniz oldu mu?

Her şeyin hep aynı şekilde devam etmesini isteyenler her zaman vardır. Bunlar hayal kırıklığına uğramış olabilir. Ama albüm çıktığından bu yana gelen tepkilere göre, çoğunluk bunun yaptığımız en iyi müzik olduğu konusunda hemfikir.

Berlin döneminden etkilendiğinize göre, 1970’lerin sonu ve 80’lerin başına doğru bir yolculuk yapmışsınız. Eski dönem müziklerinin yeniden popülerleşmesini nasıl karşılıyorsunuz?

Bu çok normal. Eski fikirler yıllar sonra yeniden yorumlanabilir. Son dönemde 90’ların müziğinin yeniden canlanması, DJ’ler açısından da çok eğlenceli. Ben de 90’larda DJ’lik yapıyordum. Şimdi de o günlerden kalma plaklar arasından birisini çekip rahatlıkla çalabilirim. Bu geriye dönüşlerin bizi ilgilendiren bir diğer yönüyse, müziğimizde yarattığı bileşim. Bu albümde de, Gary Numan, Roxy Music gibi 70’lerin sonu, 80’lerin hemen başında müziği etkileyen isimlerin yansıması var.

Benim albümdeki favorim Bryan Ferry’nin söylediği “Shameless”. Nasıl gerçekleşti bu işbirliği?

Avustralya’da bir plajda çalıyorduk. O sırada konser fotoğraflarını çeken bir fotoğrafçıyla tanıştık. Bize Bryan Ferry’nin arkadaşı olduğunu söyledi. Daha sonra bir yemekte Bryan Ferry’le tanıştırdı. Ama ancak dört kez birlikte akşam yemeği yedikten sonra, işbirliği yapabileceğimize dair bir işaret geldi Ferry’den. İlk kez böyle bir çalışma yapacağını söyledi. Bu bizim için büyük bir onur. Böyle bir efsane ile çalışmak müthiş bir şey.

Gruptaki ortağınız Tom, bir keresinde, müzikte pop tavrını sürdürüp hem de kendinizi zorlamayı hedeflediğinizi söylemişti. Bu albümde ikisini de başardığınızı düşünüyor musunuz?

Geçmişte birçok defa Tom’la işimizi nasıl yapacağımız ve insanların yaptıklarımız hakkında ne düşüneceği üzerine çok kafa yorup tartıştık. Ama bu ikisi arasındaki ilişki ne kadar zor olursa olsun, sonunda bir çıkış yolu bulduk. Her zaman belli bir tarzı seçip onu farklı yaştan farklı insanların hoşlanabileceği bir hale getirmeye çalıştık. Kendimizi bu şekilde yeniledik. Ben bu yönümüzle hep gurur duydum. Bu albüm için de zor bir yıl geçirdik, ama geldiğimiz noktadan mutluyum.

Artık büyük bir plak şirketine bağlı değilsiniz. Bunun albüme yansıması nasıl oldu?

Bu kesinlikle her şeyi değiştiriyor. Bir kere single çıkarma fikrine takıntılı olmaktan kurtuluyorsunuz. Bu albümün tek bir parçaymış gibi bütünlüklü bir sounda sahip olma nedeni de bu. Çünkü baştan o şekilde yazdık, kendimizi baskı altında hissetmedik. Yaptığımız her şeyi daha hızlı yaptık, çalışma düzenimizi istediğimiz gibi değiştirdik. Yeniden bu tempoya dönmek çok güzel.

Müzik sektörünün son yıllarda geçirdiği radikal değişimlerden sonra, sizce artık neyin popüler olacağına dinleyiciler karar verebilecek güce sahip mi?

Şu anda internet üzerinde müziği yaymak için çok büyük olanaklar var. Dünyanın her yerinden binlerce şarkıya aynı anda ulaşılabiliyor. Ama şu da var ki, büyük radyo istasyonları daha fazla önem kazanıyor. Çünkü insanlar, bu kadar büyük bir müzik akışı karşısında eleme yapılmasına ihtiyaç duyuyor. Fakat ne yazık ki, birçok ticari kurum hiçbir müzik değeri olmayan şarkıları öne çıkarıyor. Bugün gelinen noktada, ticari radyoları dinleyen insanların sonuçta daha iyi olanı seçeceklerine dair biraz daha fazla inanç duymamız gerekiyor.

Son yıllarda İngiltere’den çok sayıda başarılı indie dance-rock grupları çıkıyor. Bu trend hakkında ne düşünüyorsunuz?

90’larda gitarı olan birinin asla bir DJ miksine elini sürmediği bir dönem vardı. Artık durum farklı. Bazı müzisyenler buna karşı isyan bayrağını çekip dans kulüplerinde ikisini bir araya getirebildi. Biz, çok uzun süre canlı performanslarda house müzik çalmış bir grup olarak, elbette bu tarzın yayılmasından çok memnunuz.

Groove Armada, kendisinden sonra gelenler için esin kaynağı olmuş bir grup. Benim merak ettiğim, siz esinlenmek için yeni gruplarla ilgileniyor musunuz?

Sürekli ilgileniyoruz. 2002’den bu yana Lovebox festivalini düzenlediğimiz için zaten yeni grupları takip ediyoruz. Bu albüme başlamadan önce de Friendly Fires’ı birkaç kez canlı dinledik ve çok beğendik. O dönemde canlı olarak çok fazla kimseyi görmedik ama MGMT’nin ilk albümü gerçekten muhteşemdi.

İstanbul’daki performansınız nasıl olacak? Bu turnede daha yalın bir tarzınız olduğunu duydum.

Evet, öyle denebilir. Yine lazer şovumuz var. Ama elektronik öğelerle canlı vokalin, SaintSaviour’un ön planda olduğu daha farklı bir performans. Eminim seveceksiniz.

Tom’la 90’ların ortalarından beri birlikte çalışıyorsunuz. Bunca yıldır bir tek aynı insanla bu kadar yakın çalışıp hala devam edebilmenin sırrı ne?

Bilmiyorum, herhalde oldukça şanslıyız. Özellikle 10 yılı aşkın bir süredir bu kadar yakın çalıştığımızı düşünecek olursak... 7 yıl önce bir tartışmamız oldu; herkes gibi ciddi şekilde kavga ettik. Ama sonuçta ikimiz de Groove Armada’ya kendimizi bütünüyle vermiş durumdayız. Aradaki ilişkiye sen ya da ben olarak değil, grup kimliğiyle yaklaşıyoruz.

Son olarak, bütün dünyada çok sayıda kişinin ve eleştirmenin beğenisini kazanan bu albüm sizin için neden özel?

Çok sayıda insanın beğenmesi önemli elbette. Bana göre özel bir albüm; çünkü, en çok yapmak istediğim müzikleri bir CD’de toplamak isteseydim, o ancak bu albüm olurdu.

-

15 Haziran 2010 Salı

İki Yıldızlı Katmerli Ziyafet


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 15 Haziran 2010

Turkcell Kuruçeşme Arena, bana göre, bu yıl sezonu pazar gecesi gerçekleşen çifte katmerli bir konserle açtı. Sahnede rock müziğin dev isimleri Eric Clapton ve Steve Winwood vardı.

İki müzisyen, 2.5 saate yakın çalıp, sadece bisten önce 5 dakika ara verdi. Geri kalan zamanda bir Clapton aldı mikrofonu eline bir Winwood. Clapton gitarı hiç bırakmazken; Winwood hem tuşlu çalgılar çaldı hem de gitar...

Bu konserin bir değil iki yıldızı vardı. Çalınan şarkıların yanı sıra, sahnedeki roller de ona göre ayarlanmıştı. Bunun önemine varamayan bir dinleyici çıkışta, “Eric Clapton dinlemeye geldim, Steve Windwood dinledim” diye yakınıyordu...

Oysa pazar gecesi o sahnede demokratik bir rol dağılımı vardı. Ne Winwood Clapton’ın önüne geçti, ne de Clapton Winwood’un...

Blind Faith'in yorumladığı bir Steve Winwood bestesi “Had to Cry Today”le saat tam 21:10’da başladı konser.

Bu dinamik açılıştan sonra, Clapton’ın hemen her şarkıdan sonra tekrarladığı “Thank you very much” sözlerini duyduk.

İki müzisyenin bir zamanlar birlikte yer aldıkları Blind Faith grubunun aynı adlı 1969 albümünden üç parça daha çalındı: Eric Clapton’ın en sevilen şarkılarından “Presence of the Lord”, Buddy Holly’nin 1958 tarihli şarkısı “Well All Right” ve bir Winwood bestesi “Can’t Find My Way Home”.

Konserde anılan bir diğer bir isim, ünlü Amerikalı müzisyen J.J. Cale’di. “Low Down”, tribün kısmında oturanları bile ayağa kaldırıp dans ettirirken, Clapton’ın ilk solo albümünde de cover’ladığı “After Midnight”, aynı hareketi sürdürdü.

J.J. Cale’in 1976 tarihli şarkısı “Cocaine” ise, bisten önceki son şarkıydı. Burada yetenekli klavyeci Chris Stainton’ın müthiş solosunu anmadan geçmeyeceğim.

KONSERİN DÖRT ÇIKIŞ ANI


Toplam 20 şarkının seslendirildiği konserin dinamizmi, Winwood ve Clapton’ın akustik gitar çaldıkları bölümde bir ara düştü.

Dinleyiciler arasında konuşmaların başladığı asıl an ise, yavaş tempolu “Midland Maniac” sırasında Boğaz’da atılan havai fişek gürültüsünün müziğe karıştığı an oldu. Neyse ki, geri vokaldeki iki kadın müzisyen, dinleyicileri hep birlikte alkış tutmaya teşvik ederek, gürültünün bastırılmasını sağladı.

Bütün çalınanları tek tek anlatmak olanaklı değil ama, bana sorarsanız, konserin dört büyük çıkış anı vardı: 1.Crossroads 2. Cocaine 3.Voodoo Chile 4.Tough Luck Blues.

15 dakikalık muhteşem “Voodoo Chile” ve Blues’un Büyükannesi Ma Rainey’in 1928 tarihli parçası, “Tough Luck Blues”, Kuruçeşme Arena’da çalınan şarkılar listesine altın harflerle yazıldı.

Winwood ve Clapton’ın hem rengi ses hem de yorum açısından büyük bir uyum ve ustalık sergiledikleri konser, tadına doyulmaz bir blues-rock ziyafeti sundu dinleyicilere.

Biste çalınan “Dear Mr. Fantasy” ile geceyi bitirirken, hem İngiliz rock grubu Traffic’i andık hem de “Sevgili Bay Fantezi, çal bize bir ezgi, bizi mutlu edecek bir şey!” diyerek eşlik ettik şarkıya.

Clapton ve Winwood fazlasıyla mutlu etti bizi...

-

14 Haziran 2010 Pazartesi

Vitrindeki Abümler 22:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 13 Haziran 2010

BROKEN BELLS-Broken Bells (Sony Music)

Bazen en beklenmedik müzikal işbirlikleri çok iyi sonuç veriyor. Bunlardan bir tanesi de Broken Bells oldu.

Yeni grubun iki kurucusu da tanıdık: Amerikalı alternatif rock grubu The Shins’in vokalist ve gitaristi James Mercer ile Danger Mouse adıyla bilinen prodüktör Brian Burton.

Aynı zamanda yetenekli bir multi-enstrümantalist olan Burton, özellikle Gnarls Barkley ve Gorillaz’la yaptığı çalışmalarla, hip-hop’ı retro-soul ile buluşturan soundu öne çıkaran isimlerden birisi.

“Broken Bells” adını taşıyan bu ilk albüm, minimalist elektronika ile indie pop’u; başka bir deyişle, synth’le akustiği birleştirerek, melodik bir space-pop yaratmış.

Grubun iki üyesi de, her ne kadar “Her şeyi yarı yarıya birlikte yaptık” dese de, kanımca, enstrümantasyon ve düzenlemeler nedeniyle Danger Mouse’u; şarkı sözleri ve vokallerdeki başarı nedeniyle Mercer’i alkışlamak gerek.

10 şarkının yer aldığı albüm, sadece 37 dakika sürüyor. Dinlerken tek bir parçaymış izlenimi yaratmasının nedeni bu olabilir mi diye düşünmedim değil. Ama şarkılar arasındaki geçiş bu kadar iyi olmasaydı, böyle bir devamlılık duygusunu yakalamak olanaklı olmazdı. Bu nedenle, beste düzenlemesindeki ustalığa ayrıca dikkat çekmek gerek.

Orta tempolu şarkılarıyla, kolayca akıp giden, romantik bir albüm “Broken Bells”. Hayatın zorluklarına değinerek hafif bir melankolizme kaysa da, müzik hiçbir gerginlik barındırmıyor.

Albüm boyunca belli bir standartın altına inmeyen başarılı bir indie pop çalışması.

Albümden yayınlanan ilk single "The High Road" için çekilen video klip:

The High Road

Broken Bells | MySpace Müzik Videoları


İkinci single "The Ghost Inside" için çekilen klibi Jacob Gentry yönetmiş.Videoda Mad Men dizisiyle ünlenen Christina Hendricks de rol alıyor.

Broken Bells - The Ghost Inside OFFICIAL VIDEO (Protein Exclusive) from Protein® on Vimeo.


-

6 Haziran 2010 Pazar

Vitrindeki Abümler 21:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 6 Haziran 2010

BRENDAN PERRY-Ark (Cooking Vinyl)

Bu yıl en heyecanla beklediğim albüm sonunda çıktı! Uzun zamandır bir albümü bu kadar sabırsızlıkla beklememiştim.

Eklektik tarzı ile müzik tarihinin kendine has gruplarından Dead Can Dance’in iki üyesinden biriydi Brendan Perry. Grup, 1988'de dağıldığından bu yana solo çalışmalarını sürdürüyor.

İngiliz şarkıcı/multi-enstrümantalist, bu ikinci solo albümünde baştan sona her şeyi kendisi yazıp çalarak, prodüktörlüğü de kendisi üstlenerek tam bir bağımsız çalışma yapmış.

Perry'nin belirttiğine göre, "Ark", bir konsept albümü değil; insanlığın bugün içinde bulunduğu koşullarla ilgili gözlemleri yansıtıyor. Bu çerçevede, kimlik, yabancılaşma, savaş, insanoğlunun doğa katliamı, politik sömürü gibi temaları işleyen albümde toplam sekiz şarkı var.

Ancak bu karamsar konulara karşın, içerdiği müzik umuttan yoksun değil. Çünkü Perry, “Ark”ı gerçek dünyanın yıkıcı gerçeklerinden arınmak için bir kanal olarak düşünmüş. İnsan albümü dinleyince, dışardaki onca kargaşaya karşı, huzuru yine müzikte bulacağına dair bir umutla doluyor.

Sound olarak, Brendan Perry’nin ilk solo albümü “Eye of the Hunter”dan farklı; daha çok Dead Can Dance dönemini andırıyor. 1999 tarihli o albümde, canlı kaydedilen gitar, bas ve davul öne çıkıyordu.

Perry, bu kez bilinçli bir tercihle, önemli ölçüde sample ve synth kullanımına yönelmiş. Çünkü müzik yapmanın giderek daha çok makinelere bağlı bir hale geldiği dünyayı albüme yansıtmak istemiş. Ama ilginç bir şekilde bu sentetik soundu, yaylılar, obua, darbuka ve bazı etnik enstrüman sesleriyle bütünleştirmiş.

Albümdeki birbirinden güzel şarkıların arasında benim favorim, Brendan Perry’nin mükemmel vokaliyle unutulmaz kıldığı 6 dakikalık “Wintersun”.

The Bogus Man”, “This Boy” ve “Babylon” ise, yeni sömürgecilik ve dini istismar aracılığıyla yükselen politik yozlaşma ile savaşları anlatan bir üçleme olarak dikkat çekiyor.

Perry, "Babylon" ve "Crescent" adlı şarkıları, 2005'te Dead Can Dance'in yeniden bir araya geldiği turne için yazmıştı. Şimdi her ikisini de bu albümde bulmak olanaklı.

"Ark", sanatçının adeta bir kuyumcu gibi işlediği muhteşem bir albüm! Ne yapın edin, bu albümü dinleyin. Bağımlılık yapacak kadar güzel. Kanımca, yılın en güzel ikinci albümü. "İkinci" yazarken elim titriyor ama mutlaka bir sıralama yapılacaksa ikinci. Çünkü birincisinin beni nasıl darmadağın ettiğini müzik yazılarımı takip edenler biliyor.

Belki de en iyisi, birinciliği ilk iki albüm arasında paylaştırmak... Çünkü gerçekten bu kadar güzel bir albüme ikinciliği vermek içime sinmiyor... Yüreğine, aklına, eline, diline sağlık Brendan Perry!

Albümü bu kadar beğendikten sonra konser organizatörlerine bir çağrım var: Brendan Perry uzun zamandır turnede. Kısa bir süre önce Romanya'ya kadar geldi. Turne şu anda Avrupa'da devam ediyor. Acaba kendisini konser için ülkemize getirmek olanaklı değil mi?

("Utopia"yı ücretsiz indirmek için buraya tıklayın. )

-

3 Haziran 2010 Perşembe

Klasik Müziğin Genç Fenomeni


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 3 Haziran 2010

Tom ve Jerry, kim bilir kaç çocuğun hayatını etkiledi? Ünlü çizgi filmin etkisi yalnız Amerika’yla sınırlı kalmayıp, gösterildiği bütün ülkelere yayılarak bir popüler kültür fenomenine dönüştü. İşte o fenomen, bir başka fenomeni de yarattı.

Kedi ile farenin bitmeyen kovalamacası, yıllar önce Çinli bir çocuğun hayatını da değiştirdi. Ama 2 yaşındaki Lang Lang’ı etkileyen, kovalamacanın kendisi değil, ona eşlik eden müzikti.

Kedi Tom’un piyanonun üstünde gezinirken patileriyle çaldığı müziği çok sevmiş, ona özenmişti. Franz Liszt’in “Macar Rapsodisi”ni kendisi de çalmak istiyordu. Piyano dersleri almasına bu eser neden oldu.

Bugün 27 yaşında dünyaca ünlü, çok başarılı bir piyanist Lang Lang. Yıllık programı, biletleri tamamen satılmış konserlerle dolu. 10 Haziran’da da Uluslararası İstanbul Müzik Festivali’nin konuğu; Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile Şakir Eczacıbaşı anısına verilecek konserin solisti. Schumann ve Chopin’den eserler çalacağı performansı, büyük bir merakla bekleniyor.

Lang Lang’ı hiç tanımayan birine internet sitesinin adresini verin. Bir süre sitede gezindikten sonra muhtemelen şu yorumu yapacaktır: “Kendi müzikal imparatorluğunu kurmuş bir rock yıldızını andırıyor.”

Çünkü bir rock yıldızının sitesinde yer alan her şey var o sitede: Kendi adına üretilmiş ipek eşap, Adidas’ın onun için yaptığı özel tasarım ayakkabı ve hayat hikayesini anlatan kitapların satıldığı online alışveriş mağazası; turne günlüğünden fotoğraflar ve videolar; her türlü sosyal medya aracılığıyla hayranlarla kurulan bağ...

Ancak sitede Lang Lang International Music Foundation adlı bir bölüm daha var. Oraya girdiğinizde görüyorsunuz ki, bu genç müzisyen, yaşından beklenmeyecek büyük işler başarmış.

Ülkesindeki çoçukların hayallerini müzik aracılığıyla gerçekleştirmelerini sağlamak için, The Recording Academy ve UNICEF’in desteğiyle bir vakıf kurmuş. Çin’deki 40 milyon çocuğa piyano çalmaları için esin kaynağı olmuş. Bu nedenle, artık herkesin bildiği “Lang Lang etkisi”nden söz ediliyor.

Büyük ses getiren uluslararası etkinliklerde çalması için davet edilen müzisyenlerin başında Lang Lang geliyor. Varşova’da verdiği konserle Chopin’in 200. Doğum Yılı kutlamalarını tüm dünyada resmen o başlattı. 2008’de Pekin Olimpiyatları’nın açılış gösterisinde çaldı. Münih’te Dünya Futbol Şampiyonası açılış ve kapanışında, Barack Obama’nın ödül aldığı 2009 Nobel Barış Ödülü töreninde dünya yine onu dinledi.

Bu kadar işi yapınca da, Time dergisinin “Dünyanın En Etkili 100 İnsanı” listesine girdi. Bununla da kalmadı; The New Yok Times, onu “klasik müzik gezegeninin en ateşli sanatçısı” ilan etti.

Tabii bu övgülerin yanı sıra, Audi, Versace, Sony Electronic gibi küresel markaların elçisi olmayı kabul ettiği için eleştirilere de hedef oldu.

Ancak eleştiriler bununla sınırlı değil; piyanistliğini beğenmeyenler de var. Bazıları, eserlerdeki duygu yoğunluğunu tam olarak yansıtmayan sıkıcı bir tarzı olduğu görüşünde...

Küresel bir marka haline gelen, punk saçları ve performans sırasındaki abartılı hareketleriyle ilgi odağı olan bir sanatçı Lang Lang.

Ama elbette ki, başarıları, sadece “Lang Lang Inc.” diye anılmasına yol açan ticari ve sosyal faaliyetleriyle açıklanamaz. Asıl tartışılması gereken müzikteki yeteneğidir.

Lang Lang’ın tarzı, özellikle romantik bestecilerin eserlerini çaldığında kulağa garip gelebilir. Kariyerini başlatan “Macar Rapsodisi”ni ondan dinlerseniz, nota geçişlerinin alışıldığı gibi seri değil, daha kesin vuruşlarla direkt olduğunu fark edersiniz.

Eleştirilerin önemli bir kısmı da, yorumladığı parçalardaki ritim farklılıklarından kaynaklanıyor. Ben Lang Lang'ın yorumuyla romantizmin doruklarına sürüklenmesem de, bu tarzı ilginç buluyorum.

İngiliz orkestra şefi Mark Wigglesworth, “sütlü çikolata” diye tanımlıyor onun tarzını. Dinlemesi kolay, yenilikçi ve keyif veren bir yorumu olduğunu söylüyor.

En iyisi konsere gidip bu çikolatanın tadına taze taze bir daha bakmak...

-

2 Haziran 2010 Çarşamba

Dinlenecek konserdi


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 2 Haziran 2010

Pazartesi akşamı Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda dinlenecek bir konser vardı. 21. yüzyılda artık dinlemekten çok görmek için gidilen konserlerden değildi bu. Ne ışık oyunları, ne de şatafatlı dans gösterileri sunuldu....

Siyahlar içinde altı müzisyen tam vaktinde çıktı sahneye. Adeta shoegaze grupları andırırcasına sadece enstrümanlarıyla ilgilenip 1 saat 50 dakika boyunca çaldılar. Bob Dylan ve grubu The Band, müziğin göze değil öncelikle kulağa hitap eden bir sanat olduğunu ve ayrıcalığının da burdan geldiğini bir kez daha kanıtladı.

Hınca hınç dolu mekanda 20. yüzyılın dev müzisyenlerinden birisi söylerken herkes kendince yorumladı şarkıları. “Just Like a Woman”da kimisi Joan Baez’i düşündü, kimisi Edie Sedgwick’i...

Rainy Day Women #12 and #35”de, bazısı şarkının 35 yaşında bir kadın ile 12 yaşındaki kızı hakkında olduğuna inandı; bazısı şarkıyı marihuana ile ilişkilendirdi...


Şarkılarına hayat veren metaforlarla dolu şiirleriyle dinleyenleri yine düşündürdü Dylan.

Sesi yıllar içinde iyice çatallaşsa da, 70’ine 1 kalsa da, yerinden hiç kıpırdamadan sadece müziğiyle insanların ruhunda nasıl hâlâ fırtınalar yaratabildiğini gösterdi. Aşktan, kadınlardan, ırk ayrımından, savaştan, işçi haklarından, yoksulluktan söz ederek dokundu yüreklere...

Daha çok 1963-1969 dönemini kapsayan albümlerinden şarkıları seslendirdi. 2000’lere yalnızca “Honest with Me”, “Thunder on the Mountain” ve “Spirit on the Water” adlı parçalarla uzandı.

Benim için konserin en vurucu anları, “Ballad of a Thin Man”i söylediği anlardı. İçerdiği göndermeler nedeniyle bazen erotik de bulunan bu şarkıyı, ben, yalnızlığından dem vururken hayatla dalga geçen bir adamın manifestosu gibi görüyorum.

Like a Rolling Stone”un ilk biste çalınacağını tahmin etmiştim; ama “Blowin’ in the Wind”i de dinleriz diye umuyordum. Ancak ısrarlı alkışlara karşın ikinci bis için sahneye çıkmadı Dylan.

Oysa çıkıp o şarkıyı da söyleseydi, “Kaç ölüm olmalı onun bilmesi için / Ne kadar çok insanın öldüğünü?” derdik hep birlikte...

Ama bir söz vardır, denir ki; “En iyi Dylan şarkılarını tek bir CD’ye sığdırmak, dünya tarihini tek bir ders kitabına sığdırmaya çalışmak gibidir. Bu işi ne kadar iyi yaparsanız yapın, tarihin önemli bir kısmı kitabın dışında kalır.

Bu, konserler için de geçerli. Bugüne kadar yazdığı 458 şarkıdan konser için 16 tanesini seçmiş ünlü ozan... Bize ancak alkışlamak düşerdi. Öyle yaptık; ayakta alkışlayarak uğurladık Dylan’ı...

-

Translate