25 Mayıs 2008 Pazar

Kylie İle Boğaz'da Bir Gece




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/24 Mayıs 2008

Salı akşamı Turkcell Kuruçeşme Arena’daydık. Roger Waters ya da Depeche Mode konserleri kadar olmasa da, yine kalabalıktı mekan. İşten çıkıp gelenler, yiyecek satan yerlerin önünde uzun kuyruklar oluşturmuş, bazıları da yere atılan kocaman yastıkların üzerine yatmış dinleniyordu.

Gecenin merakla beklenen yıldızı, Avustralyalı şarkıcı Kylie Minogue’du. 40. yaşına İstanbul’da giren Minogue, pop müziğin en sevilen sanatçılarından birisi. Kısa bir süre önce göğüs kanserini yenip sahnelere geri döndü ve Advantage Card’ın 10. yıl kutlamaları kapsamında ilk kez Türkiye’ye geldi. Hem de kendisine eşlik eden 50 kişilik bir grup ve 12 tırla birlikte...

Kylie Minogue’un İstanbul konseri, kanımca, “Başarılı bir pop müzik konseri nasıl düzenlenir?” sorusuna iyi bir yanıt oluşturuyor. Yazıyı, daha çok bu bakış açısıyla yazdım.

Konser saati 21 olarak açıklanmıştı ve tam o saatte de başladı. Bu dakiklik nedeniyle Kylie’ye hemen bir artı verdik. Bu tür konserlerde, dünyaca ünlü müzisyenlerin sahneye geç çıkması, nedense bir tür gelenek olmuştur. Oysa teknik bir arıza olmadığı sürece, konser saatine uymak, sanatçının hem çalışma disiplinini, hem de kendisine olan saygısını gösterir. Üstelik de, ayakta bekleyenlerin sabrının tükenerek, konserden aldığı zevkin azalmasını önler.

Daha önce basına yapılan açıklamalarda, konser için üç asansörün yer aldığı üç katlı bir sahne kurulacağı ve hareketli dev ekranlar kullanılacağı söylenmişti. İzleyiciye sahneden yansıyan görsellik oldukça etkileyiciydi ama dev ekranlar yoktu. Bol ışıklı, bol danslı ve yine bol dumanlı bir konserdi. (Sigara dumanı ile yiyecek büfelerinden gelen dumanın oluşturduğu karışım, bir İstanbul konser klasiği ne yazık ki...)

Minogue’un konseri baştan sona farklı konseptlere göre düzenlenmiş. Bir baktık, “cheergirl” kıyafetleri içinde çıktı sahneye. Bu bölümde söylediği şarkıların hepsi, müsamerelerdeki çocuk şarkılarını anımsattı bana. Açıkçası, konserin en başarısız kısmını oluşturan bu amigo kız halini, unutmak ve hiç olmamış gibi düşünmek istiyorum.

Bir süre sonra, elektroniğin dozunun arttığı şarkılarda, sado mazoşist kıyafetler içinde vamp bir kadına dönüştü Kylie. Bu imaj, pop müzikte her zaman çok sattı. Madonna’nın da bundan bir türlü vazgeçememesinin nedeni budur. 50 yaşına da gelse, hala elinde kamçıyla deri kıyafetler içinde pozlar veriyor. Fakat Kylie’nin bunu, o üzerine yapışan “Şeker Kız Candy” imajı yüzünden, Madonna kadar çarpıcı hale getiremediğini belirtmek gerek.

Her bir konsept için farklı kıyafet giyen Minogue, eğer doğru saydıysam, konser süresince yedi kez kıyafet değiştirdi. İlginç olansa, konser boyunca fazla hareket etmemesiydi. Arkasındaki dans grubundan bağımsız bir halde, sahnenin bir soluna yürüdü, bir sağına. Fakat akıllıca bir çözüm bulunmuş ve müziğin zorunlu kıldığı hareket, daha çok sahnedeki perdelerin üzerinde yer alan görüntülere ve dansçılara kaydırılmıştı. Bir ara sahnede neredeyse 25 kişi vardı.

Kylie’nin dansçılara eşlik ettiği Barry Manilow’un “Copacabana” adlı şarkısı, en büyük alkışı alanlardan birisiydi. En beğenilen ve hemen herkesin birlikte söylediği bir diğer şarkı, Robbie Williams’ın “Kids”i oldu. İkisi de başkalarının meşhur ettiği şarkılardı, ama onları hakkını vererek söyleyince, alkışlar Kylie’ye gitti. Tam arkamda, “That’s Robbie” diye sürekli bağıran turist kızı saymazsak...

Ama Kylie en doğru seçimi, sahneye bis için tekrar geldiginde yaptı. Sürpriz bir şekilde konseri “I Should Be So Lucky” ile bitirdi. Sanatçının 1988 tarihli ilk albümünde yer alan ve onu tüm dünyaya tanıtan şarkıydı bu. O zamanlar 20 yaşındaydı. Şimdi hala çok güzel, ama herkes gibi o da gençlik izlerini kaybediyor.

Fakat gecenin ortaya koyduğu bir gerçek vardı. Bazı şarkıların hiç eskimediği bir kez daha kanıtlandı o akşam. Melodinin hatırlattığı anılarıyla heyecanlanan orta yaşlılar ve şarkıyla yaşıt olan gençler, hep beraber dans ederek noktaladı geceyi. Gördüğü ilgiden memnundu Kylie. “En kısa zamanda yine gelmeliyim,” diyerek veda etti İstanbul’a...

18 Mayıs 2008 Pazar

Chill Out Festival İstanbul 3 Yaşında




© Zülal Kalkandelen 2008
Cumhuriyet Hafta Sonu/17 Mayıs 2008

Özellikle İstanbul gibi stresi bol kentlerde yaşayanlar, hafta sonları rahatlamak için kaçacak yer arıyor. Kışın hepimiz yeterince kapalı mekanlarda tıkılıp kaldık. Ama artık bahar geldiğine göre, seçeneklerimiz daha fazla. “Gelecek hafta sonu nereye gitmeli?” diye düşünüyorsanız, size iyi bir önerim var: 25 Mayıs Pazar günü Kemerburgaz’daki Kemer Golf & Country Club’a doğru yola çıkabilirsiniz. Hayır, golf oymamak için değil; çimenlere uzanıp müzik dinlemek için! Çünkü Chill-Out Festival İstanbul, üçüncü yılını bu 10 kilometrelik orman alanının içindeki mekanda kutlayacak.

FARKLI ZEVKLERE HİTAP EDEN MÜZİK

Ülkemizin beğenilen downtempo müzik radyosu Lounge 102 tarafından düzenlenen festival, öğle saatlerinde başlayacak ve kesintisiz 12 saat sürecek. Etkinliğin en dikkat çekici özelliklerinden birisi, katılan sanatçıların cazdan trip-hop’a, latin’den etnik tarzlara kadar geniş bir müzikal yelpazeden seçilmiş olması.

Canlı performansları izlenebilecek grup ve sanatçılar arasında en merak edileni Morcheeba. İngiliz grup, trip-hop, rock, R & B ve pop etkilerini yumuşak vokallerle birleştiren müziğiyle ünlü. 1990’ların ortasında müzisyen kardeşler Paul ve Ross Godfrey’in kurduğu grup, toplama downtempo albümlerinin de vazgeçilmez ismi.

Bana göre Morcheeba’yı en ilginç kılan özellik, yaptıkları müziği kategorize etmenin zor oluşu. Zaman zaman değişik yöntemler kullanıp hiç beklemediğiniz yollara sapabiliyorlar, Bu bazen ilk anda garip gelse de, ortaya çıkan eklektik soundu bu maceracı anlayışa borçluyuz. Solistleri Skye Edwards’ın olağanüstü güzellikteki duygusal vokalinin, grubun uluslararası başarısındaki katkısı büyük. Morcheeba, İstanbul’da, sevilen eski şarkılarının yanı sıra, bu yıl çıkardıkları “Dive Deep” adlı albümden de yeni şarkılar çalacak.

EUROVISION’DA FRANSA’YI TEMSİL EDEN TELLIER DE GELİYOR

Festivalin bir diğer ilginç konuğu Sebastien Tellier. Ülkemizde ilk kez konser verecek olan Tellier, bu yıl Eurovision Şarkı Yarışması’nda Fransa’yı temsil ediyor. Üstelik Fransa için bir ilki gerçekleştirip şarkıyı İngilizce söyleyecek. Yarışmanın ertesi günü festivale katılacağı için, belki de bir Eurovision galibini ağırlıyor olacağız.

Tellier adını, özellikle 2001 yılında Fransız elektronik müziğinin en başarılı temsilcilerinden Air ile çıktığı turda duyurdu. 2005 yılında yaptığı hümanizm, sevgi ve barış konularına değinen “Politics” adlı albümüyle oldukça iyi tepkiler aldı. Bu albümde yer alan “La Ritournelle” adlı şarkı, bir dönem hemen her yerde çalıyordu ve birçok reklam filminde kullanıldı. Tellier, bu yıl ünlü grup Daft Punk’ın katkılarıyla “Sexuality” adlı bir albüm yayımladı. Adından da anlaşılabileceği gibi, albümdeki şarkıların esin kaynağı, aşk ve sevişme... Dinlemeye değer mutlaka.

Kaliforniyalı ikili Bitter:Sweet ise, melodileriyle Kemerburgaz’a Hollywood esintilerini taşıyacak. Çünkü onları özellikle film ve dizi müzikleriyle tanıyoruz. Şarkıları, “The Devil Wears Prada” başta olmak üzere birçok Hollywood yapımında ve “Grey’s Anatomy”, “Nip Tuck”, “Desperate Housewives” gibi ülkemizde de yayınlanan dizilerin soundtrack albümünde yer aldı. Kendileri, trip-hop ile caz’ı birleştiren müziklerini, Portishead, Zero 7, Serge Gainsbourg ve Everything But the Girl karışımı olarak tanımlıyorlar. Gerçekten heyecan verici bir tanımlama...

Bu yazıya ayrılan yerde 12 saatlik bir festivale katılan tüm gruplardan söz etmek olanaklı değil tabii ki. Bu nedenle fikir vermesi açısından bazı örnekler seçtim. Bunların dışında, İngiltere’den Ralfe Band, The Cuban Brothers, ABD’den Pacha Massive ve Avusturya’dan Parov Stelar’ın da aralarında olduğu başka katılımcılar da var. Ama bundan daha da fazlası, açık hava, bol oksijen ve yeşillik Chill Out Festival İstanbul’da!

11 Mayıs 2008 Pazar

Kaki King, Rolling Stone Türkiye İçin İstanbul’da




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/10 Mayıs 2008

Rolling Stone Türkiye dergisi, 2. yaşgününü 14 Mayıs Çarşamba akşamı İstanbul Indigo’da düzenlenecek bir konserle kutluyor. Uluslararası alanda başarı kazanmış saygın bir yayını Türkçe olarak yayınladıkları için tüm ekibi şimdiden kutluyor ve müziğe gönül veren herkes gibi, uzun yıllar dergiyi okuyuculara ulaştırmalarını diliyorum.

Gelelim kutlama konserine... Gecenin özel konuğu, alternatif müzik dünyasının son yıllarda büyük çıkış yapan isimlerinden 28 yaşındaki Kaki King (Katherine Elizabeth King). Bir zamanlar metro istasyonlarında gitar çalarak hayatını kazanan sanatçı, bugün Amerika’nın en ünlü müzik dergilerinden Rolling Stone’un “20 Yeni Gitar İlahı” arasında gösterdiği yeteneklerden birisi.

Foo Fighters grubunun solisti Dave Grohl’un “Şu anda dünyanın en büyük gitaristi” diye söz ettiği Kaki King, akustik gitarı aynı zamanda bir perküsyon aleti gibi kullanıyor. Ayrıca sahnede birçok enstrümanı bir arada çaldığı kendine has performansıyla adından çok söz ettiriyor, Şarkı yazarlığı ve vokaliyle de dikkat çeken sanatçının dördüncü albümü “Dreaming of Revenge” mart ayında yayımlandı. Kaki King’i Foo Fighters’a eşlik ettiği Avustralya turnesi sırasında bulduk ve İstanbul konseri öncesinde sorularımızı yönelttik.

Kendinize özgü çok ilginç bir gitar çalış tekniğiniz var. Bunu kendi kendinize mi öğrendiğiniz?

Temelde evet. Fakat yıllar içinde diğer gitaristlerle çalarken de çok şey öğrendim.

Yeni albümünüzün ismi “Dreaming of Revenge” (İntikam Hayali) ressam Paul Gauguin’in bir sözüne atıf yapıyor. Bu ismi seçmenizin özel bir nedeni var mı?

Bu ismin, albümdeki bazı şarkıların yansıttığı hisse uygun olduğunu düşündüm. Aslında gerçek yaşamda intikam almayı hayal etmiyorum; burada sadece şiirsel bir ifade kullandım.

Dave Grohl gibi önemli bir rock müzisyeninden çok teşvik edici bir övgü aldınız. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

O muhteşem biri! Benim için harika şeyler yaptı. Bu övgüsüyle de büyük bir destek vermiş oldu.

Son albümlerinde Foo Fighters ile çalıştınız. Nasıl bir deneyimdi?

Müthişti! O albümde yer alan “Ballad of the Beaconsfield Miners” adlı şarkının kaydını bir saat içinde yapıp tamamladık.

Sean Penn’in yönettiği “Into the Wild” adlı film için Eddie Vedder ile birlikte müzik yaptınız ve film “En İyi Orijinal Film Müziği” dalında Altın Küre Ödülü’ne değer görüldü. Bu projeye nasıl dahil oldunuz?

Müzik danışmanı Martin Hernandez, filmin ilk kurgusunda benim yaptığım bazı besteleri geçici olarak kullanmıştı. Bu Sean Penn ve editör Jay Cassidy’nin ilgisini çekince, benimle temas edip filmin müzikleri için katkıda bulunmamı istediler.

Bir dönem New York’ta ünlü performans grubu The Blue Man Group ile çalıştığınızı biliyorum. Böyle eğlenceli bir Broadway-dışı şovda görev almanız nasıl oldu?

Canlı müzik yapan orkestrada “chapman stick” denilen müzik aletini çalmak için denemelere girdim. O sırada 22 yaşındaydım ve herhangi bir iş deneyimim yoktu. İşe kabul edildiğimde çok heyecanlanmıştım. En çok gurur duyduğum başarılarımdan birisidir.

Diğer bazı müzisyenler gibi cinsel kimliğinizi saklamayıp eşcinsellik hakkında açık bir şekilde konuşuyorsunuz. Bundan dolayı kariyeriniz etkilendi mi?

Bu gerçekten kariyerimi herhangi bir yönde etkilemedi. “Eşcinsel” bir müzisyen olmak tek başına çok da ilginç değil. Şükürler olsun ki, hayranlarım hayatımı nasıl yaşadığıma değil, daima yaptığım müziğe odaklandılar.

Daha önce İstanbul’a gelmiş miydiniz?

Hayır, ama heyecanla geleceğim günü bekliyorum!

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Dans Müziğinin En Akıllı Rap Vokalisti: Maxi Jazz




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/3 Mayıs 2008

Geçen hafta Beyoğlu’ndaki İndigo’nun çok özel bir konuğu vardı: Faithless grubunun beyni ve karizmatik vokalisti Maxi Jazz!

Öncelikle müzik dünyasının bu büyük ismini ağırladıkları için İndigo ekibini kutluyorum. Mütevazi ve çok da geniş olmayan bir mekanda büyük işler yapıyorlar. Maxi Jazz’ın Smirnoff Experience gecesine DJ setiyle katılması da bunun son örneği. Uçağı kaçırsa da, onu gece saat 1’de röportaj için kulise getirmeyi başardılar. Disko, pop, hip-hop ve R & B ağırlıklı eğlenceli performansının öncesinde ünlü müzisyenle çok keyifli bir sohbet yaptık. Beklemeye gerçekten değerdi.

Dans müziğine sosyal temalara değinen politik şarkı sözlerini taşımakla ünlüsünüz. Dinleyicilere aktarmak istediğiniz en önemli mesaj ne?

Yazdığım sözlerin, insanlara kendi güçlerinin farkına varmasında yardımcı olmasını umarım. Çünkü her insanın, insan olmaktan dolayı özel bir değere sahip olduğuna inanıyorum. İlk bakışta hepimiz farklıyız, başka anne ve babaların çocuklarıyız. Sevdiğimiz yemekler, müzikler, kıyafetler farklı, ama sonuçta hepimiz aynı nedenlerle seviyor ve ağlıyoruz. Hepimiz mutlu olmak istiyoruz. Önemli olan şu ki, eğer insan olarak kendi içinizdeki güzelliğe inanmazsanız, etrafınızdaki güzelliklerin farkına varamazsınız.

O etkileyici şarkı sözlerinizin ardındaki temel etken Budizm mi?

Kesinlikle. Eğer Budizm’e inanmasaydım, yazdığım sözler mutlaka farklı olurdu. İnanç sistemim, hayata ve dünyaya bakışımı tümüyle değiştirdi.

Fakat örneğin, ben dindar ya da ruhani biri olmamama karşın, sizin söylediklerinizi hissediyorum, her dediğinizi onaylıyorum. Sizce neden?

Bu gerçekten çok iyi bir soru... Belki de içtenlikle ilgili. Olduğumdan başka biri gibi görünmeye çalışmıyorum. Şarkı yazarken bana doğru gelen düşünceleri olduğu gibi aktarıyorum. İlk gençlik yıllarımda sürekli radyo dinlerdim ve birçok farklı şeyden hoşlanırdım, ama belli şarkılar anlattıklarıyla bana özellikle dokunurdu. Şimdi ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Bunun tek yolu da, benim için anlamı olan düşünce ve duyguları içtenlikle anlatmak.

Birçok dans grubunun çoğunlukla hedonizme odaklanma nedeni ne sizce?

Sanırım bu house müziğin ortaya çıkışıyla ilgili. Esasen gerçekten bir tür kaçış yöntemiydi bu müzik. Gençler, hafta sonu dışarı çıkıp bütün paralarını alkole ve uyuşturucuya harcıyor, dans edip gerçeklerden uzaklaşmak istiyorlardı. Oysa benim yetiştiğim dönemde, 60’lar ve 70’lerde dinlediğim pop, reggae ve hip-hop, gerçeklerden kaçmıyordu. Reggae, bir protesto şekliydi; hükümete, yüksek vergilere, savaşa, polis baskısına, vahşete karşı bir protesto aracıydı. Public Enemy’den Chuck D, hip-hop’ın “CNN’in getto versiyonu” olduğunu söylemişti bir keresinde. Reggae de ilk önceleri aynen öyleydi; bu müziği dinleyerek toplumda olanları öğrenebilirdiniz. Çünkü müzisyenler müzik aracılığıyla kendi yaşam deneyimlerini aktarırlardı. House müzikse, Detroit’li siyah gay’lerin iyi vakit geçirip olanları unutmak amacıyla başlattıkları bir akımdı. Amerika’da herhalde hem siyah hem de gay olmaktan daha kötü bir durum yoktur. Bu yüzden onlar da, her gün yaşadıkları sorunları konuşmak yerine, “Dans edelim, uzaklaşalım bu sorunlardan!” diyorlardı. Ama sonuçta yine “Sorunları konuşalım” noktasına geldik!

“Mass Destruction” adlı şarkınızda, gerçek kitle imha silahlarını sıralamıştınız. Bunlardan birisi de korkuydu. Günümüzdeki gibi, korkunun ve evrensel düzeyde bir aldatmacanın hakim olduğu dönemlerde, bir sanatçı insanların hayatında ne yönde etkili olabilir?

Bir sanatçı, ancak gerçekleri aktararak insanların hayatında etkili olabilir. Bu konuda farklı düşünenler vardır mutlaka, ama bence bir sanatçının ilk yapması gereken budur. Kendinize olan güveniniz tamsa, düşünce ve duygularınızı korkmadan söylersiniz. İnsanlar bundan hoşlanmayabilir, müziğinizi sevmeyebilirler, bu yüzden size saldırabilirler. Ama bu yaptığınızın doğru ya da iyi olmadığı anlamına gelmez. Korkunun kol gezdiği bir dünyada yapılacak en iyi şeyse, insanlara hiçbir şeyin yoluna girmeyeceği mesajını vermemek; zor olsa da, doğru olduğunu hissettikleri şeylerin peşinden gitmelerini söylemek. O zaman sizi dinlerler. Düşünsenize; Peter Tosh, Bob Marley gibi müzisyenler, Jamaika’dan çıkıp dünya çapında kahraman oldular.

Hip-hop’ın geçirdiği dönüşümü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Müzik endüstrisinde 80’lerin sonunda aniden bir keşif yapıldı. Seks ve şiddet diğer herşeyi pazarladığına göre neden hip-hop’ta da kullanılmasın diye düşündüler ve N.W.A. adlı grubun başarısından sonra plak şirketleri gangsta rap denilen türü desteklemeye başladı. Çünkü para ordan geliyordu. O dönemde 15 yaşında bir genç radyoyu açtığında tek duyduğu, seks ve silahlardan söz eden gangsta rap’ti. Ama bu medyanın öne çıkardığı bir şeydi. Plak şirketleri hayatın gerçeklerini anlatan rapçilerle ilgilenmiyordu. Oysa araba yıkamak ya da annesine duyduğu sevgi hakkında yazanlar vardı. Hayatın bazen ne kadar zor, bazen de ne kadar güzel olduğundan söz ediyorlardı. De La Soul’un “Baby Phat” adlı bir şarkısı var. Şişmanlığın da güzel olabileceğini, her kadının videolardaki gibi incecik görünmek zorunda olmadığını anlatıyor. Ben hayatın sıradan yanlarını anlatan bu tür şarkıları çok seviyorum.

Geriye dönüp müzikte yaptıklarınıza baktığınızda, sizi harekete geçiren ortak dürtü nedir?

Benim tutkum değişim. Yaşlandıkça bunu daha çok istiyorsunuz.

Ne tür bir değişim?

İnsan ve müzisyen olarak. Telefon şirketindeki işimi bıraktığımda tek istediğim, dünyaya hip-hop’ın ne kadar güzel olduğunu gösterebilmekti. O dönemde en önemli şey işim yani hip-hop’tı. Ama yıllar geçtikçe ondan daha güzel bir şey olduğunu anlıyorsunuz: O da hayatın kendisi. Artık yapmak istediğim, yalnızca hip-hop’ın değil, bütünüyle hayatın güzelliklerini göstermek ve onları paylaşmak.

Translate