Gary Numan adı geçince aklıma hemen tek bir imaj gelir. Kabuki oyuncularının makyajını andıran bembeyaz bir yüz, lacivert saçlar, koyu lacivert ruj ve dikkat çekici bir siyah göz makyajıyla dik dik bakan bir adam. 1984 yılında yayımladığı "Berserker" albümünün kapak fotoğrafıydı bu. Bir arkadaşımın ağabeyinin Londra seyahatinde aldığı kasetin kapağını ilk gördüğümde çarpılmış, öylece uzun süre bakakalmıştım. Benim Gary Numan ile tanışmamın nedeni o fotoğraftı. Sıradışı, ilginç ve ayrıksıydı; dünyanın geri kalanına rest çeken androjen bir hali vardı. Müziğini merak edip dinlediğimde, "A Child with the Ghost" ikinci sarsıntıyı yaratmıştı üzerimde. Ondan sonra geriye dönüp Gary Numan diskografisini araştırmaya koyuldum; "Cars" ve "Are 'Friends' Electric?"i daha sonra keşfettim. İngiltere'de değil, Türkiye'de yaşamanın cilveleriydi bunlar. O zamanlar internet de yoktu; plak peşinde koştuğumuz, yurtdışına gidenlere kaset getirmesi için yalvardığımız günlerdi.
Görünüşü gibi müziği de etkileyiciydi Gary Numan'ın; ilk kurduğu punk rock/new wave grubu Tubeway Army'de gitar/bas/davul sounduna kazara da olsa synthesizer'ı ekleyip, yeni seslere yöneliyordu. Elektronik müziği, melodi ile olduğu kadar sound ile de ilgili olduğu için seçtiğini söylüyordu ve yeni sesler peşinde olan, bilimkurguya meraklı her müzisyen gibi benim için büyük bir keşif alanıydı yarattıkları. Sahne performanslarında ise, robotik hareketlerle uzaylı görünümünü destekliyor, açık bir şekilde kendi gerçek kimliğinin dışında bir kimliği benimsiyordu. Yıllar sonra bunun nedenini açıkladı: Aşırı derecede utangaçtı ve sahnede farklı bir kimlik benimsemezse, tek kelime edemez hale geliyordu. Sonuçta benim görüp etkilendiğim, sahne adıyla Gary Numan'dı, gerçek adıyla Gary Anthony James Webb değil. Ancak ilk yıllarda yaşadığı sahne korkusunu yendikten sonra, ikinci kişiliğinin de kendisinin bir parçası olduğunu ve artık bunu eğlenceli bulduğunu söyledi. Sonradan öğrendiğime göre, Asperger Sendromu diye bilinen hastalık Numan'da da vardı; sosyal etkileşimde zorluk, dil kullanımında farklılık, depresyon, paranoya ve izolasyon gibi etkileri olan hastalığı aşmak için çok çabaladı.
Hastalığı belki sahnede onu zorluyordu ama bana kalırsa tek bir şeye odaklandığında, yani tek başına müzik yazarken ona katkısı oluyordu. Yaptığı müzikler de bunun kanıtı. Son 35 yıldır electro-synth odaklı müziğin ikonlarından birisi haline geldi Numan. Ona elektronik müziğin büyükbabası denmiyor boşu boşuna. Bugüne kadar toplam 20 albüm yayınladığı inişli çıkışlı bir kariyeri oldu. Çok zorlandığı, borca battığı, şarkı yazamadığı ve depresyonun pençesinde kıvrandığı dönemler geçirdi. Albüm yapmayı "tırmanılacak bir dağa" benzetiyor kendisi. 55 yıllık hayatı, o dağları aşma mücadelesiyle dolu. Bu kez 2011'de çıkardığı "Dead Son Rising"den sonra yeni bir albümle karşımızda. "Dead Son Rising", Numan'ın "Pure" (2000) ve "Jagged" (2006) albümleri sırasında yaptığı demo kayıtlardan doğmuştu ve tüm diskografisi düşünülecek olursa, ortalama bir albümdü.
"Jagged"den sonra geçen yedi yılda, 51 yaş civarında orta yaş bunalımına girdiğini itiraf ediyor Gary Numan. Evliliğinde yaşadığı ciddi sorunlarla ve üçüncü kez baba olmanın getirdiği sorumluluklarla baş etmek için antidepresanla geçirdiği yıllarda üretiminin düştüğü belli. Ancak yine de "Splinter: Songs from a Broken Mind"ın yarısını o zorlu yıllarda yazmış; kalan yarısını ise ailece yeni bir hayata başlamak üzere Londra'dan taşındıkları Los Angeles'ta birkaç ay içinde yazmış. Elbette Los Angeles'a yerleşip evindeki sorunları çözdü diye kimse ondan neşe dolu bir albüm bekleyemezdi; zaten kendisi de hiçbir zaman "Shiny Happy People"ı yazmayacağını söylüyor. Bu açıdan şaşırtıcı bir durum yok; yine karanlık bir sound ve depresyon günlerinden gelen duygularını yansıtan bir albüm Splinter. Adından da anlaşılacağı gibi, Numan'ın duygusal olarak çöktüğü dönemleri anlatan şarkılar var bu albümde. Prodüktör yine Dead Son Rising'te de birlikte çalıştığı Ade Fenton; ancak bu kez, neredeyse her biri single olabilecek kadar güçlü, daha ilk dinleyişte insanı yakalayan, melodik ve farklı soundlara sahip şarkılar dikkat çekici. Bildiğimiz Gary Numan'ın synth liderliğindeki elektronik soundu, bu albümle Nine Inch Nails'in gürültülü gitarların öncülük ettiği endüstriyel sounduna çok daha yakın duruyor.
Açılış şarkısı "I Am Dust"ın gitarın öne çıktığı endüstriyel sounduna, acımasız tutkuların dünyasında bir hiç olduğumuzu haykırarak eşlik ediyor. 55 yaşında vokal kabiliyetinden hiçbir şey yitirmemiş olduğunun en iyi örneği bu şarkı. "Splinter"da Numan'ın vokali efektlerin, reverblerin arkasına gizlenmemiş ve bence çok doğru bir tercih olmuş bu. Arkasından "Here In The Black"te fısıldayarak söylediği sözler, yaklaşmakta olan karanlığın, tehlikenin sesle olağanüstü bir anlatımı. "Everything Comes Down to This", suçlayacak birisini arayıp yalnızlıktan kıvranan bir insanın yazabileceği en güzel şarkılardan birisi olmalı; gitarların vahşi tonu alçak tavanlı karanlık bir odaya sıkışıp kaldığınız hissini yaratıyor ve bence Numan'ın sesleri nasıl en usta öykü yazarı gibi kullanabildiğini gösteren müthiş bir şarkı. "The Calling", ilginç yaylı düzenlemeleri ve piyano katkısıyla albümde sound açısından diğerlerinden ayrılıyor. Endüstriyel sesler albümde ağırlıklı olsa da, klavye ve piyano ağırlıklı "Lost" ile "My Last Day" gibi ambient etkilerini de barındıran çok daha yavaş ritimli şarkılar da var albümde. "Love Hurt Bleed" ile rave sahnelerine selam çakarken, "A Shadow Falls on Me"de tekno vuruşlarını şarkıya enjekte etmiş Numan. Eşiyle bir kavgalarından sonra yazdığı "Where I Can Never Be", gotik seslerin ördüğü karanlık melodisiyle benim favorilerimden.
Electro-synth'in farklı kulvarlarına girip çıkan "Splinter"'ın prodüksiyonu tahminimin ötesinde başarılı, şarkı yazımı açısından ise Numan'ın en iyilerinden birisi. Bu kez dağı aşma süreci belki daha zor oldu ama şimdi çıktığı tepede çok sağlam duruyor Gary Numan. "Splinter", müzik söz konusu olduğunda daima yeniliklerin peşinde olan; dün yaptıklarıyla değil, yarın ne yapacağı ile ilgilenen bir müzisyenden beklenebilecek kadar yaratıcı ve çarpıcı bir albüm.
Endüstriyel rock grubu Nine Inch Nails’in vokalisti, multienstrümantalist Trent Reznor, 2010’da How to Destroy Angels adlı bir yan proje başlattığını duyurduğunda epey heyecan yaratmıştı. Reznor’ın geçmişte bütün yaptıkları zaten yeterince iyi bir referanstı ama deneysel, avangart müzik grubu Coil’in 1984 tarihli single’ını isim olarak seçmesi de müziğin rotasına işaret eden ince bir ayrıntıydı. Reznor bu kez yanına eşi Mariqueen Maanding’in yanı sıra, NIN için daha önce birlikte çalıştığı İngiliz müzisyen, besteci ve prodüktör Atticus Ross ve grafik tasarımcı, sanat yönetmeni Rob Sheridan’ı da almıştı. 2010’da çok geçmeden grupla aynı adı taşıyan altı şarkılık bir kısaçalar yayınlandı. Mariquuen Maanding’in vokalleri üstlenmesi glitch ağırlıklı soundu bir ölçüde yumuşatmış, NIN’deki agresif hava dağılmıştı. Maanding’in uçucu vokalini atmosferik sound ve piyano tınılarıyla buluşturan “A Drowning”, bu değişime iyi bir örnek olmuştu. İki yıl sonra yayımlanan “An Omen EP” adlı kısaçalar, ilkine göre daha yalınlaştırılarak Maanding’in ses tonuna uydurulmuş soundu ile dikkat çekti. Grubun gideceği yönün evrilerek geliştiğini gözlemek mümkündü.
Bu ay başında çıkan “Welcome Oblivion”ı o gelişimin nasıl sonuçlanacağını merak ederek bekledim. Yayımlanan ilk single “How long?” gösterdi ki, How to Destroy Angels, NIN’in endüstriyel rock sounduna değil, Massive Attack’ı andıran trip hop ile synthesizer odaklı elektronikaya yakın. Bu tercih, NIN hayranlarını kızdırmış olacak ki, bunun sorumlusu olarak vokali üstlenen Maanding’i gösterdiler. Sonunda “Welcome Oblivion” çıkınca da, “Trent Reznor bu tür şarkıları yapmıştı, yeni bir şey yok bu albümde,” diyenler oldu. Öncelikle ben bu eleştiriyi pek anlamıyorum. Bir müzisyen her albümde daha öncekilerden farklı bir sound yaratmak zorunda mıdır? İsterse yaratır ama bu şart değil; daha öncekilere benzer şarkılar yapabilir de yapmayabilir de. 30 yıl boyunca hiçbir değişiklik yapmıyorsa, bu o zaman anlaşılabilir bir eleştiri olur. Trent Reznor, bu yeni grupla hem sıkı NIN hayranları tarafından “sound değişikliği yaptığı için” hem de eleştirmenler tarafından “fazla bir değişiklik yok” diye eleştiriliyorsa demek ki doğru yolda.
“Welcome Oblivion”la ilgili bir hayal kırıklığı, 2012’de çıkan “An Omen EP”de yer alan 6 şarkının 4 tanesine yer vermesinden kaynaklandı. Çünkü albümün neredeyse üçte biri önceden duyulmuştu. 13 şarkılık albüm, karanlık synth’leri vurucu bas sounduyla çok daha çarpıcı bir hale getirirken, vokalleri de işleyerek eğip bükmüş. Albümün en güzel şarkısı “And the Sky Began to Scream” bir Massive Attack şarkısı olsa hiç şaşırmazdım. Bence albümün ilk single'ı o olmalı ve ona video çekilmeliydi.
“Ice Age”, herhalde Trent Reznor’ın bugüne kadar imza attığı en farklı şarkı. Akustik enstrümanlarla icra edilen, Feist’ı anımsatan bir folk-pop şarkısı bu. Maanding, “Bazen içimdeki nefret beni ayakta tutuyor,” derken sesindeki sakinlik fark edilir bir tezat yaratıyor. “Reznor, kendini tekrar etmiş” diyenler, bence en azından bu şarkıyı bir daha dinlemeli.
Albümün vasat şarkıları da yok değil; mesela dubstep esintili “Strings and Attractors” ve “The Loop Closes”, bilinmeyen bir ismin albümünde kolaylıkla ihmal edilebilirdi. Daha önce müzik tarihinde yapılmayan yeni bir şey yaratmamış olsa da, sonuçta Trent Reznor’ın elektronik müzik içinde farklı türlerle her zamankinden daha fazla haşır neşir olduğu ve bu açıdan da daha deneysel bir albüm “Welcome Oblivion”. Yazıda vurguyu hep Trent Reznor’a yapmam da tesadüf değil; grupta başka müzisyenler de yer alıyor elbette ama herkes biliyor ki, bu albümün arkasındaki beyin o.