Dün akşam uzun bir aradan sonra Babylon'a Cold Cave'i dinlemeye gittim. En son 11 Aralık'ta Nils Petter Molvaer ile Moritz von Oswald'ı dinlemiştim aynı mekanda ama bir ayı aşkın bir süre geçmişse, o benim için uzun bir aralık demektir.
Cold Cave adıyla tanıdığımız Wesley Eisold, darkwave, noise, synthpop, gotik rock, art rock ile ilişkilendirilen bir müzik yapıyor. Geçmişinde hardcore punk ve noise rock kökenli gruplar var; bir süre de Prurient projesinde Dominick Fernow ile çalışmıştı. Benim dikkatimi, Matador Records'tan 2009'da çıkan ilk albümü "Love Comes Close" ile çekti. Eisold'un bariton sesini yurtdışında bir mağazada alışveriş yaparken duymuştum; görevliye gidip çalanın ne olduğunu sorunca, CD'yi göstermişti. Sonra hakkında araştırma yaparken The Guardian'daki şu satırlara rastladım: "Wesley Eisold, Nihilizm ve umutsuzluğun yeni ve genç tanrısı; Cold Cave'in estetiğini muhteşem bir şekilde sunuyor: "How Soon Is Now?'ın Morrissey'i Nitzer Ebb vuruşları ve New Order melodileri üzerine inliyor." Ben her ne kadar onda New Order'dan daha çokilk dönem Depeche Mode izleri bulsam da, aynı cümlede Morrissey, Nitzer Ebb ve New Order'ı buluşturabilen bir müzisyen, radarımdan kaçmamıştı.
"Love Comes Close" ile iyi bir çıkış yakalayan Eisold, gelecek için umut vermişti; aynı zamanda şair de olduğundan şarkı sözlerinde özgünlüğü yakalaması, bence önemli bir avantajdı onun için. Ancak avantajları olduğu gibi dezavantajları da vardı; doğuştan tek ele sahip olduğundan müzik yaparken kullanabileceği aletler, synth, elektronik davul ve bilgisayar ile sınırlıydı. Bir zamanlar sevdiği grupların yanında roadie olarak dolaşan, kitaplarla dostluk kurup mutlu olabilmek için kitap dükkanı işleten Eisold, hayatta seçeneksiz olmadığını haykırmak kurmuş Cold Cave'i. O nedenle "Önceliğim müzik değil, Cold Cave estetiği ve yaşam tarzı" diyor ısrarla; müziğindeki yıkımın ve haykırışın izleri geçmişinde yatıyor. Konsere giderken aklımda bunlar vardı.
Neredeyse her zaman olduğu gibi, dün akşam da mekanın kapısı açıldığında içeri giren ilk ben oldum yine. Bazıları bunu "cool" bulmuyormuş. Kimin umurunda ki? Hem düşünsenize, "cool görünmek", birileri tarafından onaylanmak anlamına gelir. Hayatım boyunca hiç onaylanma hedefim olmadı. Ben, konser için sırada ya da kapıda bekleme heyecanını seviyorum. Üstelik dün erken gitmenin faydası da oldu. Bomboş mekanda Seda Ondin'in yani The Great Moon Hoax'ın setine kulak verdim. Cold Cave'e yakışan dikkat çekici bir dark sound hakimdi seçtiği şarkılarda; çok keyifle dinledim.
Konser başlarken salonda sadece 42 kişi vardı. Cold Cave'e pek ilgi göstermemişti İstanbul dinleyicisi. Hatta Babylon'a ilk girdiğimde, her zamanki gibi üst kata çıkmak istedim ama merdivenlere konan zincirle karşılaştım. İlk açıldığından beri giderim Babylon'a, fakat ilk kez üst katın kapandığını gördüm. Görevlilere sorduğumda, zaman zaman yapılan bir uygulama olduğunu söylediler; daha önce bana hiç denk gelmemesine şaşırdım. Neyse ki, konser 42 kişiyle başlasa da, daha sonra gelenlerle giriş katı bir süre sonra doldu.
Cold Cave, son birkaç yılda canlı performanslarına bir ekip halinde, 2 klavye ve bir bateri eşliğinde sahneye çıkarken, sonuçta Eisold'un tek başına kalmasıyla dönüşüm geçirdi. Dün akşam da Wesley Eisold'un yanında sadece synth, efekt pedallarını kullanan ve bazı şarkılarda geri vokal yapan tek bir kişi vardı. Daha önce okuduğum yazılardan o kişinin kız arkadaşı Amy Lee olduğunu biliyorum. Sahneye yerleştirilen bir video ekrandan görüntüler müziğe eşlik ederken, Eisold'un yüzü dahi görülemeyecek kadar loş bir ortam vardı. Ekranda yıkılan binalar, öpüşen bir çift, ayçiçeği tarlaları, grafik desenler akıp dururken, dinleyenlerin bir kısmı görüntüleri izliyor, bir kısmı da dans ediyordu ama eksik olan bir şey vardı; o da konser ruhuydu. Sanki bir kulüpte DJ set dinliyor gibiydik dün akşam. Oysa bence, Cold Cave'in müziği farklı sunulsa, dinleyiciyi daha çok içine çekebilecek bir karaktere sahip. Yine de bu açığı kapamak için sözlerin gördüğü işlevi de unutmamak lazım. "The Great Pan Is Dead", "Confetti", "People Are Poison" gibi şarkılarda dile getirilen sevgisizlik ve insanın içindeki kötülük, glitch ve noise ile buluştuğunda, darkwave'in derin atmosferinde yalpalarken buluyorsunuz kendinizi. Tam o sırada ekranda "Hunting Heart / Crushing Fear" yazıyor. Yazmasa da o hissi sözlerle hissettirmeyi başarıyor Cold Cave. Böyle ezip geçen, yakıp yıkan sözleri haykırarak dans etmek, müziğe özgü çok ilginç bir manik depresif hal ve ben bunu çok seviyorum.
Wesley Eisold, sahnedeyken "İstanbul'da olmak çok güzel. Geldiğiniz için teşekkürler," diyerek dinleyicilere kısaca hitap etse de aslında sahnede kimse umurunda değil belli ki. Kendi halinde çoğunlukla mikrofonun önünde, arada bir dans ederek tamamladı yaklaşık 50-55 dakikalık performansını. Bis için geri geldiklerinde ekranda Amerikan bayrağı eşliğinde Amerika'ya ince ince dokunduran "Underworld USA" adlı şarkı çalarken, 1980'lerden bir synthpop grubunun konserindeymiş gibi hissettim bir an. Işınlanma olanağı olsaydı, gözlerimi kapayıp pekala The Sisters of Mercy ya da The Cure konserine gidebilirdim mesela... Işınlanma mucizesi bir gün olacak mı bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var ki, o da, yıllar geçse de hiç eskimeyen bu karanlık sound, dünyanın her yerinde insanları dans ettirmeye devam edecek.
Geçen yıl Mono Festival'da The Horrors'a yapılan bu yıl Toy'a yapıldı. Hadi o zaman The Horrors 'ın gece sahneye çıkması, eve erken dönmeyi isteyen festivalcileri kaçırdı diyelim. Ama o da pek akla uygun gelmemişti o zaman bana; çünkü festivale gelen müziksever, ertesi gün de pazarsa, en iyi performanslardan birisini kaçırmaz diye düşünüyor insan. Ancak öyle olmamıştı; sahne önünde biriken ufak bir kitle The Horrors ile coşmuştuk.
Dün akşam da Salon'da İstanbul'a ilk kez gelen, son birkaç yılın en gözde gruplarından biri vardı. Yazıya başlarken The Horros ile aralarında paralellik kurdum; çünkü İngiliz indie rock grubu Toy'un soundu onları çok andırıyor. Toy'un ülkemize bu kadar gündemdeyken gelmesi, heyecan verici bir durum ama ne yazık ki şehir ortasında bir cuma gecesi normal saatlerde bile dinlemeye gelen sayısı pek fazla değildi. Demek ki bazıları ağzından sürekli NME'yi düşürmese de, önemsedikleri o dergiyi de fazla dinlemiyor. NME'nin 2012'de mutlaka izlenmesi gereken gruplar listesindeydi Toy; grupla aynı adı taşıyan albümleri de, geçen yıl birçok en iyi albümler listelesinde yer aldı. İstanbul'un müzik sahnesinde dünyayı yakalamasına olanak veren bu tür konserlere gösterilen ilginin yeterli olmaması, hem üzücü hem de düşündürücü...
Ben NME söylediği ya da listelerde yer aldığı için değil (NME'ye yakın olmadığımı hep söylerim); öncelikle grubun müziğini beğendiğim için konserdeydim. Ayrıca daha önce canlı dinlemediğim her grup için her zaman ayrı bir merak duyuyorum. Beş müzisyenden oluşan Toy'un shoegaze, krautrock, saykedelik rock, post-punk etkisinde, bas ve synth'leri öne çıkaran bir soundu var. Vokalist Tom Dougall'ın sesi, sahnede duruşu ve hatta saçları The Horrors'tan Faris Badwan'ı andırıyor. Kalabalığa doğrudan bakışlarını yöneltip sakince gitarını çalıyor Tom Dougall; eyeliner kullandığı yazılıp söyleniyor ama ortamda bunu görmeye yetecek kadar ışık yoktu. Arada bir şarkı isimlerini söyleyip teşekkür etmekten başka bir diyalog da kurmuyor dinleyici kitlesiyle. Grubun geri kalanı da konser boyunca shoegaze gruplara uygun tavırlar içindeydi; her biri kendini enstrümanına adamış ve adeta sahneden kopmuş gibilerdi. Ancak müziğin karakterine uygun olarak bence bu yerinde bir tavır. Mekanda tercih edilen karanlık atmosfer, süzülen ışıklar ve sanki motora takılmış gibi akıp giden gitarlar, hepsi elbirliği etmişcesine dinleyiciyi müziğin içine çekiyordu.
Ben bir ara fotoğraf çekmek için alt kata indiysem de, konserin büyük kısmında asma katta bana My Bloody Valentine ve The Cure'dan da izleri bulduran o gitar sounduna takılıp sürüklendim, epey de dans ettim.
Toy, davul, bas ve synth üçlüsü arasında çok iyi bir denge kurmuş. Dinlerken biri diğerini ötelemiyor; her birinin ayrı ayrı karakteri kendini gösteriyor. Belirtilmesi gereken bir nokta da, iyi bir konser grubu olmaları. Albümdeki sounda çok yakındı performansları.
12 şarkı çaldıkları konser, yaklaşık 70 dakika sürdü. Tek bir albümü olan yeni bir grup için normal bir durum elbette. Albümdeki 12 şarkıdan 9 tanesini canlı dinledik; diğerleri yayınladıkları single'larda yer alan şarkılardı. Konser bittiğinde bis için tekrar gelmediler ama umarım İstanbul'a yeniden gelirler.
Setlist: Colours Running Out - Left Myself Behind - Lose My Way - She's Over My Head- Bright White Shimmering Sun - The Reasons Why - Dead & Gone - Make It Mine - Drifting Deeper - Motoring - My Heart Skips a Beat - Kopter
(Fotoğraflar bana aittir. Konserde çektiğim bir videoyu paylaşıyorum.)
1980 ve 90’lı yıllarda Britanya’daki alternatif müziğin önde gelen gruplarından Cocteau Twins, dünya çapında çok sayıda insanın hayatında yeri doldurulamayacak bir iz bıraktı. Ne Elizabeth Fraser’ın muhteşem vokali unutuldu, ne de grubun kurucusu Robin Guthrie’nin insanın içine işleyip iz bırakan gitar tınıları...
Grup, 1997’de dağıldı ama Guhtrie, solo kariyerini sürdürdü, albümler yayınlayarak ambient ve dream pop’un enstrümantal ses evreninde bize yepyeni hayal dünyaları kurdu.
2011'de Dead Can Dance'den Brendan Perry ile turneye çıktığında İstanbul'a uğrarlar belki diye çok heveslenmiştim ama olmadı. Sonunda İstanbul'a geleceğini geçen sonbaharda öğrendim. O günden beri de içimde ayrı bir kıpırtı var. Kasetlerden, plaklardan, CD'lerden, MP3'lerden, radyodan dinlediğim müzikleri ilk kez canlı çalınırken dinleyeceğim. Anılarım canlanacak; hem üzüleceğim hem sevineceğim. O müzikleri yaşayacağım! Birkaç ay önce yeni solo albümü "Fortune"u yayınlayan Guthrie'nin kendi adını taşıyan üçlüsüyle birlikte İstanbul'daki ilk konseri 19 Ocak'ta Borusan Müzik Evi'nde gerçekleşecek.
Yılın en heyecan verici konserlerinden birinden önce Guthrie’yi Fransa'daki evinden telefonla arayıp sohbet etme olanağı buldum. Bunca yıldır röportaj yaparım; ikinci kez röportajdan sonra teşekkür maili aldım. 40 dakika süren konuşmamız boyunca son derece alçakgönüllü ve samimiydi Robin Guthrie. Bazen bazı müzisyenlerle konuşunca, yaptıkları müzik ile yansıttıkları kişilik arasında paralellik kuramazsınız, bu kez öyle değildi; Guthrie'nin müziği de kendisi gibi çok samimi ve naif. Onunla konuşmak büyük bir zevkti.
İstanbul'da ilk konseriniz ama daha önce hiç geldiniz mi kente?
İlk kez geleceğim İstanbul’a. Daha önce ne turnede geldim ne de turistik olarak ziyaret ettim. O nedenle heyecanlıyım.
Bir süredir Robin Guthrie Trio olarak konserler veriyorsunuz. Nasıl gidiyor?
Şu ana kadar toplam 20 kadar konser verdik. Biliyorsunuz zaman zaman farklı müzisyenlerle işbirliklerimiz oluyor. Klasik anlamda bir grup olarak anılmak istemiyoruz aslında. Arkadaşlarımın diğer projelerine saygı duyuyorum, ben de farklı çalışmalar yapıyorum. Davulcumuz Finlandiya’dan, bas gitaristimiz Avustralya’dan. O nedenle pek sık bir araya gelemiyoruz.
Uzunca bir süredir Fransa’nın kuzeyinde yaşıyorsunuz. Orada hayat nasıl?
Çok yavaş, sessiz. Ailemle 10 yıldır burada yaşıyoruz. Daha önce Londra’daydım.
Londra’yı özlüyor musunuz?
Hayır, hiç özlemiyorum. Çok fazla İngiliz (British) var orada. New York, Paris ve Tokyo’yu özlüyorum ama Londra’ya bir düşkünlüğüm yok. Dünyada merak ettiğim bir sürü yer var. Bazen İngiltere’yi aradığım zamanlar oluyor; mesela iyi bir İngilizce kitap almak istediğimde... Fransa’da sürekli Fransızca konuşmak zorundasınız. Bazı yiyecekleri özlediğim de oluyor ama sonuçta ben Avrupalı’yım; kendimi İngiliz diye nitelendirmiyorum.
Yeni albümünüz “Fortune” çok güzel. Siz kutluyorum ve bir dinleyici olarak teşekkür ediyorum. Albüm adı için bu kavramı tercih etmenizin nedeni neydi?
Son 30 yıldır hayatımı müzik yaparak kazanıyorum. İstediğim işi yaparak bunu sağlayabilmem büyük bir talih. Yaşarken kontrolümüzde olmayan birçok şeyi şans eseri bize sağlıyor hayat. Albümü yaparken gitarı çalabilme şansına sahip olduğumu düşünüyordum. Bu, hayatı hem çok kırılgan hem de ilginç kılıyor.
Çok dokunaklı, sıcak ve melodik bir müzik yapıyorsunuz. Gitar çalışınız bana Vini Reilly’i hatırlatıyor; siz gitar çaldığınızda ortamda farklı bir atmosfer oluşuyor, dinleyenin ruh aleminde özel duygular yaratıyorsunuz.
Benim akademik bir müzik eğitimim yok. Vini Reilly ile benim aramdaki fark şu: Onun çok daha ilginç, çok daha etkileyici bir tekniği var. Gitari bir gitarist gibi çalabilir; ben öyle çalamıyorum, sadece kendi yöntemimi biliyorum. Bazı insanlar bir başkasını gitar çalarken dinler, şarkı hoşuna gider ve akorları çıkarıp kendisi de çalmaya başlar. İlk zamanlarda gençken çevremdeki bazı arkadaşlarım da öyle yapardı. Ben bunu hiç yapamadım. Bir grupta olup müzik yapmak istedim. Elektronik aletler ve sound konusunda çok fazla bir bilgim de yoktu. Tek istediğim gitarımdan çıkan soundun farklı olmasıydı. Sonuçta basit bir enstrümanı çok daha ilginç bir hale getirmek için bana bunu öğretebilecek insanlardan, aletlerden yararlandım.
Bence başardınız. Sizin gitar çalışınızı hemen tanırım; çünkü farklı. İlk gençlik yıllarınızda beğenip etkilendiğiniz bir gitarist var mıydı?
O dönemlerde gitaristlere karşı çok büyük merakım olduğunu sanmıyorum. Bir grupta davul çalmayı hep istemiştim ama davul setim yoktu. Bas gitar çalmak istedim ama o da yoktu. Ağabeyimin çalmadığı bir gitarı vardı; onu ödünç alıp gitar çalmaya başladım. Ben müzik dinleyip yapmaya 70’lerde başladım. 10-13 yaş dönemiydi. O yıllardaki rock müzikten, Pink Floyd, Genesis gibi gruplardan pek hoşlanmıyordum. Çocuktum, 10-13 yaş dönemiydi. ABBA, T-Rex, David Bowie, Roxy Music’i seviyordum. Pink Floyd’un 70’lerde yaptığı müziği daha sonra 1990’larda keşfettim. Punk rock’ın doğuşu gitar çalmamda etkili oldu. O da müzikle ilgili değildi, kendine güvenini kazanmaya çalışan bir gencin çabasıydı. O aşamadan sonra 1960’larda rock müzik yapan gruplara eğilmeye başladım.
Gitarın müziğinizde rolünü bir metaforla açıklamak isteseydiniz ne derdiniz?
Benim duygularımla hoparlörler arasındaki bağ derdim. Metaforlar konusunda çok iyi değilim, bilmiyorum. Benim yaptığım bütün müzikler duygusal, fazla düşünsel bir niteliği yok; müziğim hakkında kafa yorup ona entelektüel bir özellik katmaya çalışmıyorum. Şarkılarımın insanlarda mutlu ya da hüzünlü hisler uyandırmasını seviyorum. Gitarımı bu hisleri yansıtmak için kullanıyorum. Kitap, şiir ya da şarkı sözü yazma gibi bir yeteneğim olsa bunları yapardım. Yaptığım müzik, içimdeki hisleri aktarmak için kullanabildiğim tek yol.
Enstrümantal müziğin içine bir kez dalmayı başarırsanız önünüzde kocaman yeni bir dünya açılıyor.
Benim yaptığım bütün müziklerin kaynağı yaşanan deneyimler. Oldukça soyut olgular bunlar. Benim müziğimi ya da başka enstrümantal müzikleri dinleyenlerin, gerçekten yorumlayabilmek için müziğin bir parçası olması gerektiğine inanıyorum. Onlara işin içine kendi duygularını katmaları için gereken özgürlüğü veriyorum. Morrissey gibi sözler yazabilseydim, dinleyiciler şarkıları benim istediğim gibi yorumlardı. Enstrümantal müzikte kendi hayalgücünüzü kullanmak için daha fazla olanağınız var. Bu nedenle filmler için yapılan müzikleri de seviyorum. Son 2 yıldır yaptığım albümler sırasında kendimi yoğun bir hayal dünyasının içinde buldum. Müziklere o kadar bağlanıyorum ki duygusal açıdan yorgun hissediyorum. “Bu benim sadece işim” diyemiyorum. Bazı şarkılarım çok hüzünlü. Onları yazarken kendimi müziğe tamamen açıyorum. O şarkılar beni, hayatımda olanları yansıtıyor.
Şarkı sözleri bazı insanlar için bir tür konfor sağlıyor.
Bazı insanların hayal gücü geniş, bazılarınınki çok sınırlı. Bazıları yaşar, bazıları olanı takip eder. Herkese hitap edecek müzik yapmak olanaklı değil; kendim için yapıyorum ilk olarak, geri kalan herkes sonradan gelir. Ben bu konuda korkunç derecede bencilim. Müzik yaparken onu başkaları dinler mi, sever mi diye hiç düşünmem. Ben kendimi müzisyen olarak da tanımlamıyorum; daha çok sanatçı olarak görüyorum. Bir fotoğrafa ya da resme bakmak gibi..
Blixa Bargeld ile röportaj yaptığımda o da aynı bakış açısına sahip olduğunu anlatmıştı.
Müzisyenler, piyanodaki siyah tuşların işlevini bilir ama sanatçıların bir fikri olmayabilir. (Burada güldü.) Gerçekten resimdeki dışavurumcular gibi hissediyorum. Bir resimden, fotoğraftan ya da seyahatten çok daha fazla esinlenebilirim.
Bir röportajda, “Müzik olarak esin kaynağım yok. Okumayı çok seviyorum ve her şeyi deneyimlemekten hoşlanıyorum. Müziğimi bu yolla yapıyorum” dediğinizi okumuştum.
Evet, garip ortamlarda sık sık kayıt yapıyorum. Çok fazla müzik dinlemiyorum. Çalışırken kayıt sırasında dinliyorum ama çalışmadığım zamanlarda kitap okuyorum. Televizyon izlemiyorum ama film seyrediyorum. İçinde yetiştiğim topluma kendimi yabancılaştırmış durumdayım. Şimdi Fransa’da birçok şeye hakim değilim. İngiltere’yi düşündüğümde de bugün orada olanları tam anlamıyla anlamaktan uzağım.
Öyleyse “Fortune”u bir kitap, seyahatte gördüğünüz bir manzara ve bir renk olarak hayal ederseniz, neler çıkar ortaya? (Not: Bu, benim müzisyenlere zaman zaman sorduğum ortak bir soru. Yanıtları, hayal dünyalarını ya da akıllarındaki çağrışımları ortaya çıkarması bakımından ilginç oluyor.)
Tek bir kitap olmaz; bir yazarın kısa öykülerden oluşan bir kitap olur. Çünkü hepsinin farklı bir yanı öne çıkmalı. Albümde de tek bir öykü yok, kısa kısa öykülerden oluşan bir bütün o. Rengi kırmızı olurdu. Benim rengim. Rulet oynasam hep kırmızıyı seçerdim. Nedenini bilmiyorum ama kırmızı beni çok etkiliyor. Manzara ise ne olurdu? Eşim okyanus manzarasını, kıyıdan okyanusa bakmayı çok seviyor. Beni çıldırtan bir his o. Ben çöl manzarasını severim. 2007’de “Continental” adlı albümü trenle Fransa’da doğudan batıya seyahat ederken yaptım. Bulunduğum ortamın benim müziğime etkisi büyüktür. “Fortune” ise kesinlikle ıssızlık hissi yansıtan bir çöl albümü değil. Bordeaux’da kaydettim albümü ama düşününce tek bir yerle özdeşleşmiyor kafamda. O yüzden bu albüm için manzara zor bir konu...
Yeni albümde “Forever Never” adlı bir şarkınız var. Benim favorim o. Öyküsünü, nasıl ortaya çıktığını öğrenebilir miyim?
Benim en sevdiğim şeylerden birisi örümcekler. O şarkı, seyahatte olduğum bir sırada ortaya çıktı. Turnede olmadığım zamanlarda etrafta çok seyahat ederim. Yine o seyahatlerden birinde yanımda bilgisayarım vardı. Daha önce eğitim almış bir müzisyen olmadığımı size anlatmıştım ama gitarımdan çıkan sesleri bilgisayarımda kullanabiliyorum. Bir yerde birkaç günlüğüne kamp kurmuş müzik yapıyordum. “Forever Never” o sırada oluştu. Çocuklarımdan birisi, “Baba, bu bir örümceği dinlemek gibi” dedi. Epey tuhaf bir konsept diye düşünmüştüm ama insanlar müziğimden benim algıladığımı algılamak zorunda değil.
Konserde çalacak mısınız onu?
Hayır, sanmıyorum. Konserde o albümden bir şarkı çalarım herhalde. Canlı performanslarda çalınanla stüdyodaki kaydedilen arasında büyük değişimler olabilir. Konserde sadece üç kişiyiz, albümlerimdeki sound çok daha yoğun, karışık bir iş. Bazen şarkılar daha basit çalınabilir ama bu her zaman olmuyor. Son 10 yılda yaptığım müziklerden bir seçme olacak konserde.
Cocteau Twins hakkında bir iki soru sormak istiyorum ama eğer sizin için hassas bir konuysa, yanıt vermek istemezseniz anlarım.
Hayır, öyle hassas bir konu değil.
Grubun birleşmesi söz konusu mu? Bazen bu tür haberler çıkıyor medyada...
Eminim birleşme olmasını isteyen çok sayıda insan vardır. Ama benim buna yönelik bir planım yok.
Grup, 1997’de dağıldı ama etkisi hala sürüyor. İngiliz alternatif müziğinin üç sacayağının, The Smiths, New Order ve Cocteau Twins’in bunca zaman sonra hala unutulmamasını neye bağlıyorsunuz?
Bana göre rock müzik ölüyor. Burada rock terimini genel anlamıyla kullanıyorum. The Rolling Stones gibi gruplardaki müzisyenler bu dünyadan ayrıldığında, o da gerçekten son olacak. Ben müzik anlamında artık yeni hiçbir şey duyamıyorum. Yeni gruplar kuruluyor ama çoğu birbirinin aynısı ya da çok benzeri; yaptıkları müziğin daha iyisi geçmişte yapıldı. Sorunuzun bununla ilgisi var.
Robert Smith, Cocteau Twins’in “Treasure” adlı albümünü kendisini evlilik törenine hazırlamak için dinlediğini ve onun duyduğu en romantik sound olduğunu söylemişti. Siz “Treasure”ı dinleyince ne hissediyorsunuz?
Dinlemeyeli uzun zaman oldu. Bütün katalog yaklaşık 5 yıl önce yeniden elen geçirildiğinde duymuştum en son. O müzikler, benim bir parçam, gençlik yıllarımın önemli bir kısmı, 22 yaşındaydım o zaman, şimdi 51’im. Çok uzun zaman geçti. O zamanlar seveni çok olan bir gruptaydım, dergiler hep bizden söz ederdi, büyük destek vardı, çok göz önündeydik. O ortamda hayatım daha kapalıydı. Bugün yıllar sonra birisi çıkıp müziğimi dinlediğini söyleyince çok gururum okşanmış hissediyorum. İnsanlara müzikle o yoğunlukta dokunabilmek muhteşem bir duygu. 30 yıldır birilerinin müziğinizi dinlediğini düşünün; olağanüstü bir şey bu. Geçmişte yaşananlar, o yıllara ait duygular çok değerli.
Cocteau Twins sonrası müzik yapma sürecinizdeki değişimler nelerdi?
Benim için en olumlu değişiklik, “music business” denilen sektörden uzaklaşmaktı. Plak şirketlerine bağlı olarak çalışmak, ruhumu öldürüyordu. Ondan kurtuldum. Plak şirketlerinin hiçbir şekilde yaratıcılıkla ilgisinin olmadığını anlamıştım. Tek düşündükleri çok sayıda satış yapıp para kazanmaktı. Korkunç bir deneyimdi. Müzik yapma isteğimi öldürdü. O dönemdeki plak şirketi ile ilşkimi bitirmek hayatımı kurtardı ve müziğe geri döndüm.
İki soundtrack albümü yayınladınız. Sizi film müziği yapmaya çeken neden ne? Az önce enstrümantal müziğin sadece sizin algılarınızı, deneyimlerinizi yansıttığını anlattınız. Film müziği yaparken, hem yönetmenin isteklerine bağlı kalıp hem de yeni fikirler geliştirmeyi nasıl başarıyorsunuz?
Çok sevdim sorularınızı. Filmler için birkaç çalışma yaptım. Temel olarak yöntem şöyle gelişiyor: Yönetmen bana filmin çekimi hakkında bilgi veriyor, ben öykünün ne olduğunu ve yönetmenin yansıtmak istediğini anlıyorum ve her şey ona göre gelişiyor. Benim için çok ilginç bir durum bu. Çünkü yaptığım diğer müziklerde aslında kendime dönüyorum. Hep ben, ben, ben ifadesi var onlarda. Filmde ise yönetmenlere ve oyunculara yardımcı rolündeyim. Tamamen farklı bir disiplin söz konusu. Zor olan, yönetmen bir sahnede özel bir şey yaratmaya çalışıp müzik kullanmak istediğinde, ne olduğunu tam olarak anlayıp kontrol etmem gerekiyor. Bu tür deneyimleri edinmek, benim açımdan çok yararlı.
Çalışmayı arzuladığınız bir yönetmen var mı?
Hayır, özel biri yok. Komedi ya da aksiyon filmleri için iyi bir tercih olacağımı sanmam. Benim müziğim, duygusal yanı ağır basan filmlere uygun olur ancak. Birden bire değişemem, şu anda olduğumdan farklı bir sanatçı olamam. Bu değişimi bir anda yapabilen kişiler tanıyorum. Rock müzik yaparken, film için gerekirse çok ticari işler yapabiliyorlar. Ben bunu yapamam.
Bugüne kadar aralarında Siobhan de Mare, Eraldo Bernocchi, John Foxx, Harold Budd gibi isimlerin olduğu müzisyenlerle işbirlikleri yaptınız. Birlikte çalışacağınız isimleri belirlerken belli bir kriteriniz var mı?
Daha önceden tanımadığım kimseyle işbirliği yapmadım. Bundan sonra da yapacağımı düşünmüyorum. Müzik, o kadar duygusal bir alan ki, onu bir yabancı ile paylaşmak istemem.
30 yıldan fazla bir süredir müzik yapıyorsunuz. Yaşadığınız onca sıkıntıya karşın, her defasında size devam etme gücü veren şey ne?
Size komik bir yanıt vereyim mi? Hınç! (Gülerek verdi bu yanıtı.) Son zamanlarda bu konuda epeyce düşündüğüm için söylüyorum bunu. Müzik yapmaya devam etmek bir mücadele. Son 10-15 yıldır yaptığım albümler medyanın ilgisini çekmiyor. Televizyona çıkmıyorum, albümlerim hakkında yazmıyorlar ama ben müzik yapmayı sürdürüyorum. Gençliğimde kendime güvenim çok azdı ve başka insanların beğenisini kazanma ihtiyacı içindeydim. Yaşım ilerledikçe buna gereksinim duymamaya başladım. Ama yine de bazen albümlerim hakkında eleştiri yazılmamasından dolayı üzülüyorum.
Müziğiniz insanlara dokunuyor. Ben de onlardan biriyim. Ben hep albümleriniz hakkında yazıyorum. Az da olsa başka yazanlar da var.
Müziği kendim için yapıyorum ama sonuçta onu insanlarla paylaşmak istiyorsunuz. Ben de turneye çıkıyorum. Konserlerden sonra albümlerimi almak istiyor dinleyiciler. O kadar çok albüm yayınladığımı bilmediklerini söylüyorlar...
2010’da San Francisco’dan bir ses duyduk. Luis Vasquez'in The Soft Moon adı altında yayınladığı “Breath the Fire” ve “Parallels” isimli iki single, post-punk sevenlerin dikkatinden kaçacak gibi değildi. İlk gençlik yıllarını Bauhaus, The Cure, Joy Division dinleyerek geçiren ve o karanlık sounda bir daha bırakmamak üzere tutulan herkesi dinlediği ilk anda olduğu yere çivileyecek kadar ihtiraslı ve karanlık bir müzikti dinlediğimiz.
The Soft Moon adıyla yayınlanan 2010 tarihli ilk albümde, hiç durmadan çalışan motor sesinin seriliğinde duyulan synthler, baskın bas sesi ve tam olarak ne söylendiği anlaşılmayan vokaller eşliğinde adeta bir felaket sonrası yaşanan klostrofobik ruh halini özetleyen şarkılar vardı. Felaket sözcüğü bazılarını korkutabilir, daha dinlemeden duyacaklarından kaçabilirler. The Soft Moon’un gürültülü endüstriyel soundunun insanı yakaladığı anda tutup sanki bir kuyunun dibine doğru derine sürüklediği de kesin. Bunu dile getirdiğim için bana “Haksız mıymışım?” diye sormayın; karanlık kuyularda gezinip gün yüzüne geri çıkma mücadelesini sevdiğimi hep yazıyorum. Ama elbette, soğuk synthlerin ve elektronik davulların başrolü üstlendiği deneysel dark noise/coldwave/gotik herkese hitap edecek bir müzik türü değil.
2009’da Luiz Vasquez’in tek kişilik özel projesi olarak başlattığı The Soft Moon, 2010’da çıkan albüm ve ardından yayınlanan “Total Decay” adlı EP’den sonra artık dört üyeli bir gruba dönüştü. Üyelerden birisi canlı performanslarda sadece projektörle ses ve ışık düzenini kontrol etmekle yükümlü olsa da artık yapılan müzik tek kişilik bir çabanın ürünü değil; ortada daha profesyonel stüdyo ortamından çıkan bir albüm var.
İkinci albüm “Zeros”, birincisinden farklı olarak daha az gitar ve elektronik davulun kullanıldığı, birbirinden garip seslerin yarattığı bir kakofoni gibi adeta. Bu yönüyle bana Kanadalı grup Fuck Buttons’ı hatırlatıyor. Başından sonuna kadar enerjisi hiç düşmüyor albümün. Vokal, The Soft Moon’un müziğinde temel bir rolü olamayacak kadar geri planda, ancak figüran rolünde. Bir ara sadece “Want” adlı şarkıda Vasquez’in “I want it, can’t have it” sözlerini algılayabildim. Bu sözlerin, tekrar edilen ritimler üzerine kurulan altyapıda sadece tutkulu soundu psikolojik olarak destekleyecek bir unsur olarak kullanıldığını düşünüyorum. Bana kalırsa işe de yarıyor.
10 parçanın yer aldığı yaklaşık 35 dakikalık albüm boyunca hiç durmadan öten sirenlerin ya da çarpışan metal parçalarını andıran soyut seslerin hakimiyeti iyice ele geçirmesiyle dinleyici tamamen uç noktalara çekiliyor. Deneysel anlayışı böyle korkusuzca, radikal biçimde müziğine enjekte ettiği için The Soft Moon, bence bir alkışı hak ediyor.
Özellikle albümün açılış parçası “It Ends”in adını hem yazılış hem de ses kurgusu olarak tersine çeviren “sbnsbnE tI”le yapılan kapanış, gerekli mesajı veriyor. "Gerekirse işte böyle her şeyi alt üst ederiz" diyor The Soft Moon. Bu yazıyı tesadüfen okuyacak organizatörlere diyorum ki, şöyle karanlık bir salonda The Soft Moon’u dinleyelim ve iyice sindirelim İstanbul’da.
Geçen haftayı Avea Müzik Bloggerları Fikir Takımı’ndan bir grup olarak Avrupa’nın en büyük festivallerinden birisi olan Roskilde'de geçirdik. Danimarka’nın Roskilde kentinde bu yıl 42’ncisi düzenlenen festival, 1971 yılında iki lise öğrencisi ve bir organizatör tarafından sadece 10 bin kişinin katılımıyla gerçekleştirildi. Aradan geçen zamanda etkinlik çok gelişti; bu yıl katılımcı sayısının 150 bini aştığı belirtiliyor.
Festivalin arkasında 1972’den bu yana müzik, kültür ve insani yardım alanında çalışmalar yapan ve kar amacı gütmeyen Roskilde Foundation adlı vakıf var. Festivalin en önemli özelliği, toplanan gelirin her yıl insani amaçlı sosyal yardım için kullanılması. Bu yıl bu doğrultudaki “Statement” adını taşıyan kampanyanın teması “Yoksulluk” olarak belirlenmişti. Her yerde “Görüşünü açıkla, değişime yol aç”; “Başkalarının değil kendi görüşünü söyle” yazan afişler vardı.
Geçen yıl evsizlere barınak sağlamak amacı güdülürken, bu yıl sığınma hakkı isteyenlere, Afgan ve Iraklı göçmenlere el uzattı festival. Bu konuda bir duyarlılık geliştirmek için festival alanında “Poor City” (Yoksul Kent) denilen bölgede çeşitli etkinlikler yapıldı. Amaç, barınağı, yemeği paylaşmak, aynı alanda ortak bir hayatı sürdürmek için farkındalığı geliştirmekti. Duyduğuma göre festival sırasında bu alanda, tanımadığınız bir insanla ortak dil geliştirmek için aynı yastığa baş koyup sohbet etmeyi denemek şeklinde bir uygulama da vardı. Gidip denemedim ama fikri sevdim.
Poor City’nin önünden geçerken devasa bir çöp alanına döndüğünü, gürültüden ve kötü kokudan içinde uyunmaz hale geldiğini gözlemlesem de arkasındaki düşünceyi takdir ediyorum. Oradan ne zaman geçsem, etrafa bakmadan bulduğu yere tuvaletini yapan insanlar gördüm. Paylaşım güzel fakat keşke bunu da paylaşmasalar diye düşünmeden edemedim.
Festival alanı, kapalı mekanlar, kamp ve park sahalarıyla toplam 1.576.000 metrekarelik bir yeri, yani 215 futbol sahasına eşit büyüklükte bir alanı kapsıyor. Festivali düzenlemek için sadece 30 tam zamanlı eleman çalışıyor ama yıl boyunca 800 gönüllüden yardım alıyorlar. Bu sayı festival sırasında 30.000 gönüllüye ulaşıyor.
Roskilde, her şeyden önce insanoğlunun isterse el ele verip neler yapabileceğini ortaya koyması bakımından son derece çarpıcı. Benim festivalde gördüğüm tek logo, ana sponsor Tuborg’a aitti. O da her yere adını kazıyıp katılımcıların gözünün içine sokmamıştı.
Basın mensubu olarak akredite olduğumuz festivalde çalışma koşulları açısından profesyonel bir ortamla karşılaştık. Ana sahnenin arkasında 3000 medya görevlisinin anında haber geçebilmesi için gerekli şartlar hazırlanmıştı. Türkiye’deki festivaller o kadar büyük olmasa da, aynı özeni beklediğimizi belirtmek isterim.
Roskilde Festivali, hazırlık olarak geçen dört ısınma günüyle birlikte toplam sekiz güne yayılıyor. 7 sahnede farklı müzik türlerini kapsayan 180 civarında konser arasında seçim yapmak zor olsa da, diğer festivallere göre performans çakışmaları en aza indirgenmeye çalışılmış; sahneler de birbirine çok uzak olmadığından birinden diğerine geçmek fazla sorun olmuyor.
FESTİVALİN EN COŞKULU KONSERİ SPRINGSTEEN'DEN, EN BÜYÜLEYİCİSİ NILS FRAHM'DAN
Bu yıl festivalin en büyük isimleri Bruce Springsteen, The Cure, Jack White, Björk, The Roots, Bon Iver ve Mew’di.
Springteen, sürpriz yaparak The Roots ile birlikte şarkı söyledi ve enerjisiyle festivali yakasından tutup tam anlamıyla silkeledi. Konserlerinde bedenini, ruhunu, yüreğini, her şeyini ortaka koyan mükemmel bir müzisyen Bruce Springsteen. Bu yıl Patron’la yolum 3. yolum kesişti; Teksas’ta SXSW’da müzik üzerine yaptığı muhteşem konuşmayı dinledikten sonra kendi memleketi New Jersey’de konserine gittim. Orada 30 yıl önce açılışını kendisinin yaptığı Izod Center’da hemşerilerine seslenirken çok duygulandı; şarkı aralarında anılarını anlatıp yorumlarda bulundu, sonra neşelenip crowdsurfing bile yaptı. Danimarka’da o kadar duygusal anlar yaşanmadı ama yine çok formundaydı. Bir an yerinde durmadı, üzerindeki gömlek, pantolon terden sırılsıklam olup renk değiştirdi. Bu dünyada canlı performansıyla istisnasız herkesi ayağa kaldırabilecek birkaç müzisyen varsa, onlardan birisi Springsteen.
Björk’ü bu turne kapsamında Reykjavik’te kapalı bir salonda dinlediğimde çok etkilenmiştim. Ancak son albümü ne konsept ne de ruh olarak açık hava mekana uygundu. Konserden önce bu endişemi arkadaşlarımla paylaşmıştım ve endişem yerinde çıktı; coşku yoktu konserde. “Biophilia” bir iPad albümü olduğundan her şarkının özel bir iPad versiyonu var. Roskilde Orange Sahnesi'nde kenarda iki büyük, sahnede bir büyük ve 2 küçük video ekran vardı. Ama sahne kenarındakiler Björk’e odaklandığından iPad videolarını sadece en önde olanlar izleyebildi. Müzik-video ilişkilendirilmesinin sınırlı tutulmasından yanayım ama Björk’ün albümünün çıkışı iPad; o yüzden sunumda hata vardı. O konser, bir festival için uygun değildi.
Jack White, festivalin en çok ilgi gören isimlerinden biriydi. Belli ki son albümü “Blunderbuss” ile çok sayıda insanın kalbini kazandı. Ben bir Jack White hayranı değilim ama sadece kadın müzisyenlerden oluşan ekibiyle sahnenin tozunu attığına tanık oldum.
The Cure, yıllar geçse de eskimeyen şarkıları ve Robert Smith’in üç saatlik hayranlık uyandıran performansıyla unutulmayacak bir konsere imza attı. Benim gibi o grubun müziklerine ayrı bir duygusal bağla bağlı olanlar için tarifsiz bir mutluluktu. Sevdiğimiz bütün şarkılarını çaldı; konser bittiğinde çok mutluydum.
Bon Iver, aldığı ödüllerden sonra tüm dünyada büyük bir çıkış yaptı. Beğenilip sevilmesi mutlu edici elbette ama şu da var ki, Roskilde’de izdihamdan müziğini dinlemek olanaksız hale gelmişti; keşke bu kadar büyümeseydi dedirtti bana. Bir süre önce Bon Iver’in arena turuna çıkacağı haberi geldiğinde tepki göstermiş, yanlış bulduğumu söylemiştim. Haklı olduğumu gördüm. Bon Iver, son derece kırılgan ve nahif bir ses tonuyla şarkı söylerken duyulan çığlıklar müziğin karakterine tersti. Çok sevdiğim bir grubu dinlerken hiç zevk alamadım...
Gossip de bu yıl birden fazla izleme şansını bulduğum gruplar arasında. Beth Ditto, canlı performansına gözü kapalı kefil olabileceğim ender isimlerden birisi. Sadece güçlü sesiyle değil, sahnedeki karizması, esprileri ve rahatlığıyla kalabalığı anında avucunun içine alıyor ve ilgiyi bir an dağıtmıyor. Son albümün dinamizmini de sahneye çok başarıyla yansıtıyor ekip. Akşamüstü sahne almasına karşın, çok yoğun bir talep vardı Gossip’e. Bundan sonra her yerde aynı ilgiyi göreceğinden hiç kuşkum yok.
Dört gün içinde 30’dan fazla performans izledim ama bana en çok dokunanı, ambient / modern klasik müziğin genç dehası Nils Frahm oldu. Bir müzisyenin enstrümanına hakim olması çok saygı uyandırıyor ama Nils Frahm’ınki ondan öte bir durum. Sanki piyanonun, klavyenin içinde yaşıyor gibi. O genç yaşta öylesine tutkulu ve dokunaklı bir müzik yapıyor olması da ayrı bir merak konusu. Dinledikçe mutluluktan gözlerimden yaşlar akmasına neden oldu o genç adam. Bulduğunuz yerde konserini kaçırmayın. Konserin bir yerinde aynı plak şirketi Erased Tapes’den müzik yayınlayan Peter Broderick ve Danimarkalı grup Efterklang üyeleri de Frahm’a katılınca tarihi bir ana tanık olduk. Videosunu çektiğim için anlatmıyorum; olanları oradan izleyebilirsiniz. (Diğer videolar için link: http://zulalmuzik.blogspot.com/2012/07/nils-frahm-roskilde-festival-2012.html )
Benzer şekilde etkilenerek dinlediğim diğer müzisyen Peter Broderick’ti. Sahnede tek başına bir büyücü gibi adeta; keman, klavye, gitar arasında koşup duruyor. Yumuşacık sesiyle melankolik tınılar çıkarıyor ama şarkı aralarında komik anekdoklar anlatıyor. Yarattığı sesleri sample’layıp loop’a alıyor ve bir oyun gibi oynuyor seslerle. Onun konseri de festivalin en güzel sürprizlerinden birine sahne oldu. Bir baktık ki kızkardeşi Heather Broderick ve Nils Frahm bir anda sahneye fırladı. (Onun da videosunu şu linkten izleyebilirsiniz: http://zulalmuzik.blogspot.com/2012/07/peter-broderick-roskilde-festival-2012.html)
Hem Peter Broderick, hem de Nils Frahm, festivaldeki favori sahnem Gloria’da çaldılar. 900 metrekarelik kapalı bir çadırın içindeydi bu sahne. Dev festival alanında en çok hoşuma giden yer, Poetry Hall’du. Yerleri bildiğiniz deniz kumuyla kaplamışlar. Bir yanda kahve, çay ya da içki alabileceğiniz bir bar var, aralara kütüphaneyi andıran raflı yerleştirmeler konmuş. Kimisi oda görünümünde olan bu yerleştirmelerin içine girip kitap okuyabiliyorsunuz. Kitaplar Danimarka Kraliyet Kütüphanesi tarafından festivale bağışlanan müzik kitapları ve dilerseniz istediğinizi alıp gidebiliyorsunuz. Orada kitap okuyup yerde kumdan şato yapanları izlemek bambaşka bir deneyimdi. Bu yaratıcı konsept çok cezbetti beni.
30’dan fazla konseri tek tek bu yazıda anlatırsam çok fazla uzun bir yazı olur. Bazılarının videolarını paylaşacağım; önemli bir bölümünün hakkında da hafta boyunca Twitter ve Instagram üzerinden görüşlerimi video, tweet ve fotoğraf aracılığıyla aktardım. (Twitter ve Instagram'daki kullanıcı adım "zulalk", YouTube kullanıcı adım zulal2011. İlgilenenler o platformlardan da bakabilir.)
Bütün sahnelerde ses sistemleri mükemmeldi, bütün performanslar (yarım saat geciken Mew dışında) zamanında başladı. 2000’deki Pearl Jam konserinde dokuz kişinin izdihamdan ölmesi nedeniyle festivalde izleyici güvenliğinin çok titizlikle ele alındığını gördüm. Her konserden önce gösterilen videolarda crowdsurfing ve omuza çıkıp izlemenin yasak olduğu hatırlatıldı, “kendinize ve diğer arkadaşlarınıza dikkat edin” denildi. Susuzluktan bayılan olmaması için her konserde sahne önünden kalabalığa bedava su dağıtıldı. Kocaman kovaların içine muslukla doldurulan su, festival için özel tasarlanan çevreye daha az zararlı bardaklarla iletildi insanlara. Uyuşturucuya karşı mesajlar, pankartlar asılmıştı ama festival sırasında 20 yaşında bir gencin uyuşturucudan öldüğü haberi geldi.
Roskilde, katılımcılara olabildiğince geniş özgürlük tanıyan, kimsenin kimseyi kınayıp sınırlamadığı, bir süreliğine gerçek dünyadaki sorunları unutup kendinize müzik ve sanatla çevrili bir dünya kurabildiğiniz çok güzel bir festival. Sonuçta her müzik sevdalısına, tabii olanağı varsa, Roskilde deneyimini yaşamasını öneririm. Glastonbury kadar yoğun ve yorucu değil; üstelik büyük bir festivale yakışan tatmini hem müzik hem ortam açısından sağlıyor.
Festivalin en büyük sahnesi Orange’ın olduğu alanda dev puntolarla yazılmış bir söz var: “The Best of Times for the Rest of Time” demiş Amerikalı sanatçı Steve Powers. O söz, festivalin ruhunu tek cümlede anlatıyor. Müzik, eğlence ve sanatla dolu geçen günlerden sonra sosyal yardım için hiç azımsanmayacak bir para toplanıyor. Bu yıl sadece bilet satışından 47.000 Euro toplandı; festival sırasında yapılan bağışlar da eklenince bu miktar çok daha fazla olacak. Eğlenirken de toplumsal açıdan bir işe yaramak ve bunu gerçekten hedef haline getirmek mümkün. Roskilde Festivali’ni düzenleyenler bunu kanıtladığı için alkışı hak ediyor.
Konaklama: Festivalde farklı kamp alanları var. Eğer kamp yapacaksanız, önerim biraz fazla para ödeyip Get-A-Tent denilen alanda kalmanız. Çünkü orada hem sizi hazır kurulu çadırlar karşılıyor, hem de sahnelere nispeten daha uzak (10 dakika yürüme mesafesi), dolayısıyla gürültüsü az bir alan. Ayrıca o bölgede kullanabileceğiniz sifonlu, daha uygar ve modern tuvaletler var. Bu nedenle de kötü koku sorunu yok. En önemlisi de sıcak duş bedava. Gerçi diğer musluklardan akan çivi gibi soğuk suyla kıyaslayıp “hot shower” demişler; aslında epeyce ılık bir su ama sonuçta duş! Eğer yanınızda götürmediyseniz, girişte şampuan, havlu gibi malzemeleri de satıyorlar. Glastonbury’deki gibi kadınlar ve erkekler için ayrı bir alanda ortak bir yerde topluca duş alıyor insanlar. Biraz hamam görüntüsü var ama yine de çölde vaha gibiydi benim için. (Get-A-Tent bileti alırsanız, festivalden ayrılırken kaldığınız çadırı da alıp götürebiliyorsunuz.)
Yiyecek: Hemen her zevke göre yiyecek satan standlar var. Fiyatlar Roskilde ve Kopenhag ile kıyaslanırsa pahalı değil. Festivale giderken yanınızda bir miktar Danimarka Kronu bulundurmanızda fayda var. Kredi kartı da geçiyor ama bazı yerler nakit kron kabul ediyor. Festival alanında banka işlemleri için bir şube bulunuyor. Denemedim ama oradan da faydalanılabilir. Yine de giderken yanınıza kron alın. Roskilde’nin ilginç bir özelliği, kamp alanına istediğiniz kadar içki ve yiyeceğin sokulabilmesi. Önce tekerlekli el arabalarıyla koli koli bira taşıyanları görünce şaşırdık ama sonra durumu anladık. 4 gün ısınma 4 gün festival olarak planlanan etkinlik, 8 güne yayılınca yeme içme kurallarını gevşek tutmuş organizatörler. Bir pet su şişesinin bile alana sokulmadığı bizim festivallere göre Roskilde’de yaşam çok daha kolay. Glastonbury’de veganlar için ayrı yemek vardı ama Roskilde’de bu ayrıca düşünülmemiş. Ben, vejetaryen yemekleri kendime uygun hale getirmeye çalıştım ve çok da zorlanmadım.
İhtiyaçlar: Festival alanında kamp malzemeleri satan dükkan var. Bir ihtiyacınız olursa oradan almanız da olanaklı. Yani paranız varsa evden olduğunuz gibi çıkıp gider ve orada bütün gereksinimlerinizi karşılarsınız. O bakımdan endişeye gerek yok. Roskilde kent merkezi de yürüyerek 15-20 dakika mesafede. Oradan da alışveriş yapmak mümkün.
Roskilde’de hava saatlik değişimler gösteriyor. Sabah yağmurlu ve soğukken, gün içinde birden ısınabiliyor veya tersi de olabiliyor. O nedenle yanınızda mutlaka şort-tişört- yazlık spor ayakkabı götürürken, ayrıca yağmurluk-mont-yağmur çizmesi ve kalın kazak bulundurun. Hem yazlık hem kışlık bir festival Roskilde.
THE JAPANESE POPSTARS - Controlling Your Allegiance (Virgin Records)
Son yıllarda dans müziğinde “canlı performansı görülmesi gereken” isimlerden biri olarak öne çıktı The Japanese Popstars. İrlandalı üçlünün The Chemical Brothers ve Underworld gibi bu alanda artık dünya lideri olmuş grupların yerini alacağı söyleniyor. Kendilerinin de idol olarak kabul ettikleri bu gruplarla aynı lige çıkmaları için bu yıl yayımlanan “Controlling Your Allegiance”ın yayımlanması gerekti.
Aslında dikkati 2008 yılında ünlü DJ Mag dergisinin elektronik müziğin en iyilerini seçtiği “Best Of British” Ödüllerinde “En İyi Çıkış Yapan Prodüktör” ödülünü aldıklarında çektiler. O yıl yayımladıkları ilk albümleri “We Just Are” böylece hak ettiği ilgiyi de görmüş oldu. Ardından bu yıl İrlanda Dans Müzik Ödülleri’nde “En İyi House DJ’i” ve “En İyi Canlı Performans” dahil dört dalda aday gösterildiler.
“Controlling Your Allegiance”, dans pistleri dışında da dinlenebilecek, kulaklığınızı takıp dinleyebileceğiniz, elektronik müziğin farklı türlerini barındıran bir albüm. Beni albümle ilgili en çok etkileyen şey, grubun tek bir türe odaklanmadan, geçişler yapması ve house, progresif house, disko, tekno, trans arasında sürekli dolaşması oldu. Sound, zengin synth kullanımı güçlü perküsyon ve sağlam baslarla desteklenmiş; aynı parçanın içinde bile değişen ritimler albüme belirgin bir canlılık katmış.
Albümle ilgili bir diğer önemli özellik de, konuk vokal kullanımı. The Cure’un vokalisti Robert Smith, Editors’dan Tom Smith, Blues Explosion’dan Jon Spencer, Chicago House efsanesi Green Velvet, folk müziğin İrlandalı ozan şarkıcısı James Vincent McMorrow, M83’le yaptığı çalışmalardan tanıdığımız Morgan Kibby, indie folk şarkıcısı Lisa Hannigan ve prodüktör/şarkıcı Dot JR, The Japanese Stars’ın bu albümde birlikte çalıştığı isimler.
12 parçadan oluşan 63 dakikalık albümde vokallerin öne çıktığı parçalar olduğu gibi, buna ihtiyaç göstermeyenler de var. Ben özellikle iki şarkıdan söz etmek istiyorum.
Tom Smith’in vokalde yer aldığı “Joshua”nın en çarpıcı yanı, hiç kuşkusuz vokaller. Tom Smith’in bariton sesi Editors şarkılarından da bildiğimiz gibi zaten çok güçlü; ancak aynı zamanda elektronik müziğe nostalji ve romantizm katarak onunla da büyük uyum gösterebiliyor. The Japanese Stars’ın Editors’ın “Papillon” adlı şarkısına yaptığı remiks de bunu daha önce ortaya koymuştu. Bana göre albümün en güzel parçası "Joshua".
Robert Smith’in eşsiz vokalini duyma zevkini bir kez daha yaşatan “Take Forever” da “Joshua” kadar iddialı. Smith’in yorumlayıp da damgasını vurmadığı herhangi bir şarkı yoktur. “Take Forever”a da sesindeki tüm melankoliyi enjekte etmiş Smith. Elektronik müziğin klasikleri arasında girecek kadar başarılı bir parçaya imza atmış The Japanese Popstars.
Bloc Party mi daha iyi Glasvegas mı? İkisi de dünyanın en başarılı alternatif rock grupları listesinin en üst sıralarında...
Böyle bir soruya verilecek yanıt, kişiye göre değişebilir. Benimki de birkaç hafta öncesine kadar çok kesin olmayabilirdi; ama artık yanıtım net bir şekilde “Bloc Party”... Çünkü geçtiğimiz günlerde, iki grubu da New York konserlerinde dinledim.
Bugünlerde İskoçyalı grup Glasvegas için "İngiltere’nin en iyi grubu" tanımlaması yapanlar bir hayli fazla... Dile kolay; müzik dergisi NME bile kapaktan ilan etti bu durumu...
Grubun adı, müzik dünyasında 2007’de parladı. “Dady’s Gone” adlı ikinci single’ın yayımlanışıyla bütün dikkatleri çektiler. Grupla aynı adı taşıyan ilk albümleri “Glasvegas”, bütün dünyada müzik eleştirmenleri tarafından, 2008’in en iyileri arasında sayıldı.
Kullandıkları gitar riffleri nedeniyle, İskoçya’nın ünlü alternatif rock grubu The Jesus and Mary Chain’e benzetiliyorlar. Ama bana göre, vokalistleri James Allan’ın şiirsel şarkı sözleri ve duygusal söyleyiş tarzı, işin içine önemli ölçüde romantizm katıyor.
Post punk ile 1950’lerin ve 60’ların pop soundunu çok güzel bir şekilde birleştiriyorlar. Bu nedenle de, dinleyicileri arasında farklı kuşaklardan insanlar var. Brooklyn’deki konsere, anne ve babaları ile gelen gençler de oldukça fazlaydı.
Grubun dört üyesi de, sahneye her zamanki gibi baştan aşağı siyah kıyafetler içinde çıktı. Ama onların bu siyah tutkusunun ardında, Johnny Cash’inki gibi bir felsefi/politik duruş yatmıyor. Sürekli turnede olduklarından, yılın sadece 15 gününü evde geçirebildiklerini ve bu durumda siyah giymenin fonksiyonel olduğunu söylüyorlar.
Perküsyonist Caroline McKay, sıra dışı bir şekilde ayakta durarak çalıyor önündeki aletleri. James Allan, baskın İskoç aksanı ile şarkı söylerken öylesine ciddi ki, şarkı aralarında hiç konuşmuyor.
Böyle bir tavırdan sonra, konserden sonra hemen çekip gideceklerini sanarken, beklenmedik bir şey yapıyor; ön sıradan kendisine uzanan ellere karşılık veriyor. Erkeklerin ellerini tek tek sıkıyor, kadınlarınkini büyük bir nezaketle öpüyor...
İkinci kez sahneye çağrılıyorlar. Büyük bir uyum içinde çaldıklarına ve çok profesyonel olduklarına hiç kuşku yok. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki; konser bittiğinde insanın aklında kalan tek şarkı “Dady’s Gone” oluyor. Diğerlerinin hepsi, sanki aynı şarkıymış gibi geliyor...
BLOC PARTY’NİN ENERJİSİ MÜTHİŞ
İngiliz grup Bloc Party, 2005’te yayımladığı ilk albümü “Silent Years”dan bu yana, müzik dergilerinin kapaklarını süslüyor. Yakaladıkları başarıyı, iki yıl aradan sonra çıkardıkları “A Weekend In The City” ile daha da üst noktalara taşıdılar. 2007’de bütün büyük müzik festivallerinin konuğu oldular.
Artık dünya çapında ünlenmiş, özellikle The Cure ve Manic Street Preachers’ı andıran tarzlarıyla büyük bir hayran kitlesi kazanmışlardı. 2008 yazında çıkan üçüncü albümleri “Intimacy” için daha deneysel bir yol izlediler. Alternatif rock ile elektronik müziğin bütünleştirildiği, vokal manipülasyonlarıyla öne çıkan yeni bir sound yarattılar.
Grubun daha geleneksel şarkı yazma tekniklerini kullandığı ilk ilki albümünü sevenler, biraz garipsedi bu durumu. Oysa yeni ses arayışları heyecan vericiydi.
New York Terminal 5’daki konserde, daha çok son albümden olmak üzere, sevilen bütün şarkılarını çaldılar. Dört müzisyenden oluşan grubun her bir üyesi ayrı bir yetenek. Malezyalı-İngiliz melezi Matt Tong, bugün rock müziğin en dikkat çekici bateristlerinden birisi. Grubun diğer üyeleri gibi o da yalnızca tek bir alet çalmakla kalmıyor; aynı zamanda geri vokallere katkıda bulunuyor.
Gitarda harikalar yaratan Russell ve Gordon bir yandan synthesizer çalarken; Nijerya asıllı vokalist Kele Okereke, ritim gitarıyla gruba en önemli katkıyı yapıyor. Enerjisini bütün salona yayıyor; çok hareket ediyor, seyircilerin arasına karışıyor, zaman zaman da yere yatarak söylüyor şarkıları...
Yazdığı sözlere ilham olan olayları sahnede yeniden yaşıyor gibi... Alternatif müziğin ikonlarından biri haline gelmesine neden olan da, o sözler zaten...
Röportajlarda kendisinden söz etmekten hiç hoşlanmasa da, şarkılara yüklediği anlamlarla merak uyandırmayı iyi biliyor. Sesini farklı tonlarda ustaca kullanarak, anlamları vurgulamadaki ustalığı da cabası...
Konserde hemen herkesin ezbere söylediği şarkı sözleri, Bloc Party’nin yakaladığı başarıda önemli bir anahtar. Dinleyiciler, kendileri de eşlik edince çok daha fazla zevk alıyor konserden... Ve grup, tam üç kez yeniden geliyor sahneye...
Punk rock karıştırılmış bir tür dance-rock olarak anlatmak olanaklı Bloc Party’nin müziğini. Ama sadece tek bir grubun ya da tek bir türün etkisinde değiller. Geleneksel yöntemlerin dışına çıkarak, kendi şarkı yazma tekniklerini kendileri geliştiriyorlar.
Sahnedeki profesyonellik, farklı enstrümantasyon, ilginç şarkı sözleri ve Kele Okereke bir araya gelince, Bloc Party çıkıyor ortaya. Fark ettiğiniz gibi, bu grubun “olmazsa olmaz”ı Kele Okereke...
Elektronik dans müziğinin en uzun soluklu gruplarından Faithless yeni bir albümle geri döndü. “Geri döndü” ifadesini özellikle kullanıyorum; çünkü geçen yıl yayımladıkları “Forever Faithless” adlı albümden sonra gerçekleştirdikleri konser turnesinin kendileri için final olacağını belirtmişlerdi. Fakat grubun en sevilen şarkılarını bir araya getiren bu albüm bir milyondan fazla satılıp, konserlere büyük bir ilgi olunca, bu yıl yeni bir albüm yayımlamaya karar verdiler. İyi ki de verdiler!
Faithless, “To All New Arrivals” adlı bu son albümüyle, elektronik dans müziğinin dünya sorunlarına karşı duyarsız kalmayabileceğini bir kez daha kanıtladı. Maxi Jazz’ın sosyal bilinç sahibi olmanın önemini vurgulayan şarkı sözleri, bu defa terörizm, küresel yoksulluk, göç, savaş, ekolojik dengeler ve sorunlarla dolu dünyaya yeni gelenler gibi temalar etrafında toplanıyor. Hip-hop, trip-hop ve dans müziğini başarıyla birleştiren şarkılarıyla tanınan Faithless’ın bu beşinci stüdyo albümü, önceki çalışmalarına göre müzikal açıdan daha yavaş tempolu. Bu albümde, Faithless’tan duymaya alıştığımız ve dans müziğinin marşları haline gelen yüksek tempolu şarkılara benzer şarkılar yok. Yani bir “Insomnia”, bir “God Is A DJ” ya da bir “We Come 1” yok.
Grubu konserlerinde izlemiş olanlar bilir; kitleleri ayağa kaldırıp hiç durmadan saatlerce dans ettiren grupların en önde gelenlerinden biridir Faithless. Yeni albümdeki şarkılar bu etkiden yoksun olsa da, verdikleri mesaj bütün dünya sorunlarına duyarlı insanları ayağa kaldırabilecek cinsten.
Bütün Yeni Gelenlere: Hoş Geldiniz!
Yeni albümle ilgili bir diğer özellik ise, etrafında toplandığı “yeni gelenler” konsepti. Albüm çalışmalarını sürdürdükleri sırada hamile olan grup elemanı Sister Bliss, stüdyo kayıtlarını bitirdikleri hafta ilk çocuğunu dünyaya getirdi. Aynı dönemde, grubun kendi isteğiyle konserlere çıkmayan ve ortalıkta görünmeyen diğer elemanı prodüktör Rollo’nun da ikinci çocuğu doğdu. Şarkı sözlerini yazan ve vokallerde yer alan Maxi Jazz’ın aklında ise, 1950’lerde Jamaika’dan İngiltere’ye göçen anne ve babası ile “Forever Faithles” adlı albümle ulaştıkları yeni hayranları vardı. İşte “yeni gelenler” konsepti, hepsinin birleşimiyle ortaya çıkmış.
Albüme adını veren şarkı, Maxi Jazz’ın söylediği korkutucu gerçeklerle başlıyor: “Dünyamızda sıtma, her 30 saniye içinde bir çocuğu öldürüyor. Her yıl 11 milyon çocuk gıdasızlıktan ölüyor. Bizim dünyamızda 15 milyon çocuk AIDS yüzünden öksüz kalmış durumda. Her gün 30 bin çocuk önlenebilir hastalıklar nedeniyle yaşamını kaybediyor. Bizim dünyamızda 2 milyon çocuk seks ticaretinde çalıştırılıyor.” Maxi Jazz’ın etkileyici sesiyle söylediği bu sözlerin arasında, indie müzik topluluğu Kubb’un solisti Harry Collier’in “Bütün Yeni Gelenlere: Hoş Geldiniz!” diyen sesi duyuluyor.
Bombalar Patlarken Devam Eden Yaşamlar
Albümün ilk single’ı “Bombs” adlı şarkı ise, bombalar dünyanın kimi bölgelerini cehenneme çevirip, insanları sevdiklerinden sonsuza kadar ayırırken, kimi yerlerde de diğer insanların normal yaşamlarını sürdürmeleriyle ilgili. Yine Harry Collier’ın vokalde eşlik ettiği şarkının videosu da, patlayan bombaların arasında devam eden yaşam görüntüleriyle son derece çarpıcı. (YouTube üzerinde izlemek isteyenler için link: www.youtube.com/watch?v=eihN22PPO5M)
Sözünü etmek istediğim üçüncü şarkı, albümün müzik anlamında en deneysel çalışması olan “Spiders, Crocodiles & Kryptonite”. Faithless, bu şarkıda 80’lerin post punk grubu The Cure’un solisti Robert Smith’le işbirliği yapmış! Hem de benim en sevdiğim The Cure şarkısı “Lullaby”dan sample kullanarak! Birlikte öylesine garip seslerle dolu ve ilginç bir şarkı yapmışlar ki, daha önce dinlediğim hiçbir şeye benzemiyor.
Albümün diğer konuk sanatçıları ise, Rollo’nun kardeşi ünlü şarkıcı Dido, Amerikalı indie rock şarkıcısı Cat Power, İngiliz müzisyen Cass Fox ve One Eskimo. “To All New Arrivals”ın, Faithless’ın müzikal açıdan belki en başarılı albümü olmayabilir. Fakat “Music Matters” adlı şarkıda verdikleri şu mesajın önemi tartışılmaz: “Ayağa kalkıp ortaya çıkanlara/ Parayı itici güç olarak görmeyenlere/ Müziği bir mesaj olarak alanlara/ Sizlere teşekkür etmek istiyorum.” Teşekkürler Faithless!