Robert Del Naja (3D) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Robert Del Naja (3D) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2017 Perşembe

MASSIVE ATTACK'İN EN İYİ 10 ŞARKISI


6.7.2017

Nisan ayında Paslanmaz Kalem blogunun önerisiyle Massive Attack'in en iyi 10 şarkısının belirlendiği jüride ben de yer aldım. Şarkılardan ikisi hakkındaki yorumlarımı burada paylaşıp tüm liste için ilgili bağlantıyı veriyorum.

http://www.paslanmazkalem.com/massive-attack-en-iyi-10-sarki

ANGEL 

Massive Attack gibi tüm albümlerini çok severek dinlediğiniz bir grubun en iyi ilk 10 şarkısını sıralamanız istendiğinde, şarkıları ezbere bilseniz de, bunu hemen o anda yapamıyorsunuz. Ben de haksızlığa neden olmamak için, o ezbere bildiğim şarkıları günlerce tekrar tekrar dinleyerek listemi oluşturdum. Ama işin daha en başında ilk dört şarkının yeri belliydi. Massive Attack’in birçok şarkısına göre daha basit bir yapıya sahip olan “Angel”ın neden listemde bir numarada yer aldığını soracak olursanız, şarkının insan üzerindeki ani etkisi derim. Güçlü bas riffleriyle başlayan şarkı, yaklaşık 1 dakika içinde dinleyeni adeta hipnotize ediyor ve hemen sonrasında devreye giren dingin vokal ile öylesine bir tezat yaratıyor ki, bu beklenmeyen etki dahice. İlginç olan şu ki, Horace Andy’nin pürüzsüz sesi yerine bariton bir ses kullanılsa aynı sarsıntıyı yaratmazdı. Çünkü şarkıda var olan drama hissi, Horace Andy’nin sesinden dinleyicilere son derece etkin bir biçimde geçiyor. Ne demek istediğimi “Angel”ı konserde canlı dinleyenler çok daha iyi anlar. Albümde şarkının süresi 6’ 21” ama konserde daha uzun bir versiyonu çalınır, hatta çoğu konserin de açılış şarkısıdır. Belli ki daha ilk başta dinleyici üzerinde bu elektriklenmeyi yaratacağını iyi biliyor grup. 

Mezzanine albümündeki birçok şarkı gibi ikili ilişkiler hakkındadır “Angel”; erkek kadını gökten inen bir melek gibi görür ama kadın her baktığı erkeği gözleriyle etkisiz duruma getirir. Sadece bunu söyleyip, “Sen benim meleğimsin” der şarkı. Sözlerin bu kadar yalın olmasının da bir nedeni var. Aslında The Clash’in “Straight to Hell” adlı şarkısının bir cover’ı olarak, Sex Gang Children’dan da sample içerecek şekilde planlanan şarkıyı, “hell” kelimesi geçtiği için dindar bir insan olan Horace Andy söylemek istememiş. Son dakikada ortaya çıkan bu sorunu gidermek için, önceden hazırlanan şarkı toplam dört saat içinde büyük ölçüde değiştirilerek yeni melodi yazılmış, tempo yavaşlatılmış, Sex Gang Childden sample’ı çıkarılmış ve Horace Andy’nin 1973 tarihli “You Are My Angel” adlı şarkısının sözleriyle kaydedilmiş. 70‘lerin funk grubu The Incredible Bongo Band’in “Last Bongo in Belgium” adlı şarkısından da bir sample kullanılmış. Sonuçta Horace Andy için yeni bir şarkı yapılması gerekmiş. Önceki halini bilmiyoruz ama bence “Mezzanine”de duyduğumuz, Massive Attack’in “Blue Lines” ve “Protection” dönemini hatırlatan kusursuz bir kayıt. 




UNFINISHED SYMPATHY

Massive Attack denince herhalde akla ilk gelen birkaç şarkıdan birisi budur. Belki de grubun üç üyesi Robert Del Naja (3D), Grant “Daddy G” Marshall, Andrew “Mushroom” Vowles ile birlikte, vokalist Shara Nelson ve prodüktör Jonathan “Jonny Dollar” Sharp’ın katkılarıyla ortak yazılan bir şarkı olduğundan, çok boyutlu bir yapısı var. Vokal ve perküsyon sample’larının yanı sıra, Jonny Dollar’ın synthesizer ile programladığı yaylılara ek olarak, prodüktör ve aranjör Wil Malone’un 40 kişilik yaylı grubuyla yaptığı düzenlemeleri içeriyor.

Şarkının yazılma öyküsü de oldukça ilginç. Shara Nelson’un aklına gelen bir melodiyi kendi kendine mırıldandığını duyan Jonny Dollar, bunu hemen stüdyoda bir gece seasında sadece klavye, drum machine ve vokal ile kayda geçirmiş; sonrasında grup üyelerinin her biri kendi katkısını yapınca bu unutulmaz şarkı ortaya çıkmış. Şarkı boyunca kullanılan “Hey, hey, hey” şeklindeki vokal, Mahavishnu Orchestra’nın “Planetary Citizen” adlı şarkısından alınmış bir sample. Hatta Massive Attack bunun için izin almadığından John McLaughlin ile aralarında sorun yaşanmıştı. Bunun dışında Era’nın “Flowers of the Sea” adlı şarkısından da sample kullanılmış. 

Mushroom’un scratching yeteneklerinin de öne çıktığı şarkı, öylesine sürükleyici ki ilk duyduğunuzda aklınıza çıkmayacak şekilde nakşediyor kendini. Konserlerde bis sırasında çalınan bu Massive Attack klasiğini grupla turneye çıkmadığından Shara Nelson yerine Deborah Miller seslendiriyor çoğunlukla. Albüm versiyonunun yeri benim için ayrı ama “Gece olmadan gündüzü yaşarsın? Sen açtığım bir kitap gibisin. Bilmem gereken çok şey var. Aklı olmayan bir ruh gibi. Kalpsiz bir beden gibi. Her şeyini özlüyorum,” sözlerini ne zaman duysam yine içinde dram ve tutku olan bir Massive Attack şarkısına teslim oluyorum.

Bu teklinin yayınlanması ise, müzik tarihine geçen bir olaya neden olmuştu. Körfez Savaşı sırasındaki ortam nedeniyle plak şirketi, şarkının radyoda çalınmasının engellenmemesi için grubun isminden “Attack” kelimesinin çıkarılmasını önermişti. Çünkü medyaya göre “Massive Attack” adı vatanperverliğe ters bulunmuştu. 

Yaylı düzenlemelerine atıf yapacak şekilde şarkının ismini Schubert’in “Unfinished Symphony” adlı eserinden esinlenerek koyulması da çok yerinde bir karar. 3D, aslında bunu bir şaka olarak önerdiğini söylese de temelde sıradan bir tesadüften ibaret olduğunu düşünmüyorum. Hani her şakanın altında bir gerçek yatar denir ya; bu duruma tam uyan bir söz kanımca. Çünkü trip-hop’un bitmeyen senfonisi bu olabilir. Albüm versiyonunu ya da konserde canlı olarak dinlemek fark etmiyor; hiç bitmesin istediğim için tüm gün sadece onu dinleyebileceğim, bağımlılık yaratan bir senfoni gibi bu şarkı. 



8 Haziran 2014 Pazar

100 % FEST İZLENİMLERİ


08.06.2014
Babylon Soundgarden ile başlayan açıkhava müzik festivalleri serisi, bu hafta sonu yeni bir festival olarak İstanbul kültür etkinliklerine dahil olan 100 % Fest ile devam etti. Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik koşullarda uluslararası alanda tanınan büyük grupları ülkeye getirip kazasız belasız festival yapmanın ne denli zor olduğunu çok iyi biliyorum. Kültür etkinliklerinde uygulanan vergiden, grupların turne programlarını denk getirmeye; son bir yıldır polis saldırısı altında savaş alanına dönen kent merkezinden, giderek artan bilet fiyatlarının çoğu kişi için aşırı olmasına kadar birçok sorun var. Yine de birileri taşın altına elini sokuyor, müzikseverler müziğin peşinden gitmeyi bırakmıyor ve çoğu şey olması gerektiği gibi olmasa da sonunda müzik insanları buluşturuyor.

Cuma ve cumartesi günleri Küçükçiftlik Park'ta dinleme olanağı bulduğumuz gruplara geçmeden önce festivalin genel ortamına dair dikkatimi çeken bazı noktaları belirtmek isterim. Öncelikle festivali düzenleyen Esen Entertainment'ın yönetiminden kaynaklanmadığı ama Küçükçiftlik Park'ın uygulamalarından doğduğu söylenen bazı sorunlar vardı. Örneğin, kapıda giriş yaparken güvenlik görevlisi size şunu söylüyor: "Şimdi giriş yapıyorsunuz, dışarı çıkarsınız biletiniz olsa da geri giremeyeceksiniz." Nedenini soruyorsunuz, yanıt şu: "Uygulama böyle." Sabah saat 11'de başlayıp gece yarısına kadar devam eden bir etkinlikte bunun mantıklı bir açıklaması olabilir mi? Üstelik giriş yapana bileklik de takılıyor. Diyelim ki, iki günlük kombine bilet sahibi bir katılımcının sabah 11'de dinlemek istediği bir grup var ve daha sonra çıkıp akşama doğru geri dönecek ve diğer istediği grupları izleyecek. Bunu engellemenin gerekçesi nedir? Bileti ve bilekliği başkasına verip onun alana girmesini sağlayacağından çekiniliyorsa, o zaman bileklikleri bilekten çıkmayacak şekilde yapın. Şehir merkezinde her yere yakın festival yapılıyor dienilerek bu bir avantaj olarak sunuluyorsa, onun doğal sonucu olarak insanlar belli bir saatte çıkıp başka bir işini yapıp geri dönebilir. 12 saat boyunca alandan hiç çıkılmadan kalınmasını beklemek yanlıştır. Nitekim bir arkadaşım, cumartesi akşamı bir iş toplantısına katılmak için çıkıp, Massive Attack için festivale geri dönmek istedi. Fakat kapıdaki görevlilere durum anlatılamayınca festival ekibi ile temas kurduk. Onların yardımıyla biz sorunumuzu halletik ama herkes o görevlilere ulaşamayabilir. Bu konunun üzerinde durmamın nedeni, aynı mekandaki diğer etkinliklerde de aynı sorunun yaşanması. Küçükçiftlik Park umarım bu mantıksız uygulamanın yarattığı soruna bir çözüm getirir.

Festivalde dikkatimi çeken bir diğer nokta, diğer etkinliklerde de artık sürekli karşımıza çıkan sahne önünün boş kalması sorunu… Bu kez Diamond ayakta, Diamond Teras VIP, Golden ayakta, Normal ayakta gibi kategoriler halinde farklı fiyatlardan bilet satılmıştı. Festivallerde bu tip kategorilerin yaratılması ve en öndeki bölümün davetlilere ayrılması nedeniyle şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Bu kısımdaki grup, genellikle sadece headliner'ları dinlemek için mekana gelmeye eğilimli olduğundan, son bir iki büyük performansa kadar sahne önündeki alan boş kalıyor ve bu da daha önceki saatlerde çalan gruplar açısından büyük bir dezavantaj yaratıyor. Arada demir engeller olduğundan, müzisyenler çağrı yapıp, salon konserlerinde olduğu gibi, "gelin öne hepiniz!" de diyemiyor. "Normal ayakta" kategorisindeki hayranlarla müzisyenlerin arasında paranın yarattığı bir boşluk oluşuyor ve inanın bu  performanslara yansıyor. Hep söylüyorum, yazıyorum; sahne önü hayranlara aittir. Kim sahnedeki grup için heyecan duyuyorsa, o önce gelip yer tutma zahmetine katlanmalıdır. Sahne önünde böyle bir hayran kitlesi olduğunda, konser çok daha coşkulu olur. Bu yazdıklarım bütün organizatörler için geçerli. Konuya bir de böyle bakın diyorum onlara…

Festivaldeki yeme içme konusunda da bazı düzeltmeler yapılabileceği kanısındayım. Bir ara içecek bir şey alayım dedim; sadece bira, Coca Cola ve Red Bull var dediler. İki gün boyunca günde 12 saat süre bir festivalde bu yeterli midir? Coca Cola içmediğim için bira aldım ama onu da içmeyen ne yapacak? Ayrıca fiyatlar da ucuz olmadığından, herkes bira içemeyebilir. Küçükçiftlik Park'ın dışında sürekli köfte, sucuk, kokoreç satan tezgahlardan yayılan et kokusuna ek olarak, alanda da et ağırlıklı bir menü vardı. Neyse ki, kumpir ve kuruyemiş seçeneği de sunularak vejetaryen ve veganların açlıktan bayılması önlenmiş. Bu nedenle organizatörlere teşekkür ederim. 

Festivaldeki ses sistemi konusunda bir ara birkaç tanıdıkla konuştuk. Ben ön kısımlarda bir yetersizlik hissetmedim ama ses yüksekliğinin arka bölgelerde duranlar için yeterli olmadığını söyleyenler vardı. Bunun nedeninin, kent merkezi içindeki ses kısıtlamasıyla bir ilgisi olabilir diye düşünüyorum.

Bu öneri ve eleştirilerle birlikte, 100 % Fest'in her yıl daha iyiye doğru gelişerek devam etmesini diliyorum. Yolu açık olsun!

BİRİNCİ GÜN: ENERJİK KAISER CHIEFS, GÜÇLÜ SOUNDGARDEN

Fiziksel koşullar ile ilgili bu tespitlerden sonra, izlediğim gruplara dair izlenimlere geçebilirim. 100 % Fest'in programı duyurulduğunda özellikle görmek istediğim üç grup vardı. Massive Attack, Soundgarden ve Trentemoller. Massive Attack'i daha önce birçok kez canlı dinledim ama onlarca defa daha görsem fark etmez, o kadar iyiler ki konserleri her defasında bende heyecan yaratıyor. Chris Cornell'i de Rock'n Coke'ta canlı dinlemiştim ama Soundgarden'ı ilk kez sahnede gördüm. Trentemoller'i de aynı şekilde ilk kez canlı dinleme olanağı buldum.



Birinci gün Kaiser Chiefs'in performansı beklediğim gibi yine enerji doluydu. 20
12'de Santralistanbul'da yapılan Efes One Love'daki gibi neredeyse festival alanının her yanına gitti vokalist Ricky Wilson. 2012'de içki yasağı yüzünden çok tatsız olaylara sahne olan Efes One Love'da bira ile sahneye çıkıp onu izleyicilere vermişti. İki yıl sonra geldiği ülkemizde hiçbir şey daha iyi değil. 100 % Fest'te alkollü içecek satışı yasak değildi ama Türkiye'nin son bir yılda yaşadıklarını duymayan herhalde az kalmıştır dünyada. Wilson bir ara sahnede, "Biz buraya gelmeye devam edeceğiz. Hükümet için değil, sizin için buradayız," dedi. Bu noktayı herkesin görmesi önemli; çünkü bireyler, destek vermedikleri bir hükümetin yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmamalı.

Kaiser Chiefs'in "Everyday I Love You Less and Less" ile açtığı konserinde Rick Wilson, az önce sözünü ettiğim gibi sahne önündeki boş alanı görünce, "Niye herkes arkada?" diye sorup, mikrofonu kaptığı gibi demir engellerin üzerinden atlayarak "normal ayakta" kategorisinde duran esas hayranlarının yanına gitti ve uzun süre orada kaldı. Sonra da bira satış standının üzerine çıkıp, "Never Miss a Beat"i seslendirdi. Ancak Wilson'ın bütün çabalarına rağmen, kalabalık One Love'daki kadar coşkulu değildi; hafif espriye vursa da o da bu konuda yakınmadan edemedi. Yine de festival sahneleri için çok iyi bir tercih Kaiser Chiefs: Şarkılarını çok iyi bilip hayranı olmasanız bile, sahne performanslarının başarısını takdir etmemeniz olanaksız.

Seattle grunge sahnesinin önde gelen gruplarından Soundgarden, bu yıl, büyük çıkış yapmalarını sağlayan "Superunknown"un 20. yılını kutluyor. O nedenle ilk kez çaldıkları Türkiye'de bu albümden de şarkıları dinleyeceğimizi düşünüyordum. 15 şarkılık albümden, "My Wave", "Like Suicide", "Superunknown", "Spoonman", "The Day I Tried To Leave", "Fell on Black Days" ve alandaki çoğu kişinin gençlik yıllarının soundtrack şarkılarından "Black Hole Sun"ı çaldılar. Bunların dışında şarkı listesi, 1988 tarihli ilk albümleri "Ultramega Ok"den "Flower" ve "Beyond the Wheel, 1991 albümleri "Badmotorfinger"dan "Outshined", "Jesus Christ Pose" ve "Searching with My Good Eye Closed", 1996 albümleri "Down on the Upside"dan "Blow Up the Outside World" ve "Burden in My Hand", 2012 albümleri "King Animal"dan "Been Away Too Long"dan oluştu. Heavy metal'e daha yakın duran 1989 tarihli "Louder Than Love"a ise hiç dokunmadılar.



Chris Cornell'in sesi, bunca yıl sonra hala ilk duyduğumuz günkü kadar güçlü. Ben kişisel olarak grunge türüne pek yakın olmadım ama Soundgarden'ın kariyeri boyunca soundunu geliştirmek için attığı adımları ve yayınladıkları albümlerdeki kaliteyi hep takdirle izledim. Onları dinlerken Stephen Thomas Erlewine'in onlar için söylediği şu söz aklıma geldi: "Alternatif rock'ta heavy metal'e yer açtılar." Zaman zaman heavy metal ile kesişen yolda öylesine sağlam bir temelde duruyorlar ki, bana kalırsa eskimeyecek, klasik bir sound yarattılar. Grubu daha önce canlı dinlememiş olduğum için 1998-2009 arasındaki ayrılığın performanslarına yaptığı etkiyi değerlendiremiyorum, ancak benim cuma akşamı izlediğim taş gibi sağlam müzik yapan bir gruptu. 

İKİNCİ GÜN: WILD BEASTS, CEZA, TRENTEMOLLER VE MASSIVE ATTACK

Festivali ikinci gün Wild Beasts ile açtım. Grubu en son kısa bir süre önce, 7 Aralık 2013'te İstanbul'da yapılan Red Bull Music Academy Radio Festival kapsamında canlı dinlemiştim ve o konser sırasında henüz çıkmamış olan yeni albümleri "Present Tense"de yer alan şarkılardan bazılarını da çalmışlardı. O zaman yaptığım yorumda daha karanlık ama yine çok sıcak, sarsıcı bir albüm geliyor demiştim. Tahminim doğru çıktı; yılın en güzel albümlerinden biri "Present Tense". Wild Beasts gibi çok iyi iki sese sahip bir grubun, son birkaç yılda geçirdiği evrim ve bugün vardığı nokta hayranlık uyandırıcı. Şarkı yazımında kendilerine özgü bir sound yaratmayı başardıkları gibi, her geçen albümde çıtayı yükseltmeyi bildiler. 100 % Fest'te akşamüstü 18.00'da sahneye çıktıkları için, henüz sahne boştu ve ne yazık ki belki de İstanbul'a daha önce birçok kez gelmelerinden dolayı, performansları hak ettiği ilgiyi göremedi. Oysa onlar Twitter'da "Istanbul. The love  affair continues," yazmışlardı. O sevgi gösterisine karşılık verenlerin büyük kısmı arkalardaydı… 45 dakika ayrılmıştı gruba, o kadar sürede ağırlığı yeni albüme veren bir şarkı listesi tercih etmişlerdi. Ama bana yetmedi, çok kısa geldi Wild Beasts'in konseri. 

Wild Beasts'in arkasından sahneyi Ceza ve ona eşlik eden müzisyenler aldı. Grunge gibi hip-hop hayranı da değilim ama Ceza'nın 100 % Fest'teki performansı kanımca etkileyiciydi. Bu kez Cenk Turanlı (bas), Mehmet Demirdelen (davul), Emre Kula (gitar) ve Barış Çakmakçı'dan (klavye) oluşan bir ekip eşlik etti Ceza'ya. Son derece akıcı ve vurucu bir teknikle icra ettiği rap sanatını enstrümanlarına hakim iyi bir grupla destekleyince müzikalite açısından çok tatmin edici bir sound çıkmış ortaya. Rap ile rock bütünleşmesi her zaman iyi sonuç vermeyebiliyor ama Ceza'nın dünkü seti alkışı hak ediyordu. Ceza'nın politik eleştiri ve toplumsal tespitlerle bezeli sözlerine çok yakışmıştı bu sürpriz kurgu. Bundan sonra da böyle devam etmesini dilerim. Kimileri Wild Beasts'ten sonra Ceza'nın sahneye çıkmasını tür farkı açısından yorumlayıp garipsedi ama bence bunda eleştirilecek bir taraf yok. Birbirinden çok farklı müzik türlerine yer verilen bir festivaldi ve Türkiye'den başarılı isimlere ana sahnede yer verilmesi, bence hem gerekli hem de güzel bir uygulama.



Nitekim Ceza'dan önce sahneye birden Danimarka'dan şişe müziği ustaları "Bottle Boys" çıktı. Programda isimleri yoktu ama yaklaşık yarım saat aralarında Michael Jackson'dan "Billie Jean", Tarkan'dan "Şıkıdım" ve Barış Manço'dan "Arkadaşım Eşek" gibi hitlerin de olduğu şarkıları yorumladılar. Şişe ve damacanayla yaptıkları müzik, ilk anda herkesi şaşırtsa da bir süre sonra tanıdık melodileri duyunca bir de baktım dans edenler çoğalmış. Dört müzisyenin Gangnam dansıyla biten şovu, beklenmedik bir gösteriydi ama epey ilgi topladı ve bence festivale renk kattı.


Cumartesi gününün en merakla beklenen isimlerinden birisi Trentemoller, umduğumdan da başarılı bir performans gösterdi. Danimarkalı multi-enstrümantalist, elektronik müzik prodüktörü Andres Trentemoller, 90'larda elektronik müziğe geçiş yapmadan önce indie rock gruplarında yer almış bir müzisyen. Bu yönüyle öne çıkmasa da yaptığı müzikleri incelerseniz, hamurunda bunun yer ettiği açık. Daha çok remiksleri ile tanınıyor ama 2006'dan bu yana kendi müziklerini de yayınlıyor. Özellikle geçen yıl çıkardığı "Lost" adlı albümüyle oldukça dikkat çekti. Minimal techno, IDM gibi türlerle flörtünü sürdürse de albümde birçok şarkıda konuk vokal kullanarak, indie rock alanında da var olmaya istekli olduğunun işaretini de vermişti. Bu nedenle nasıl bir sahne performansı izleyeceğimizi tam olarak kestiremiyordum açıkçacı. 

Andres Trentemoller, kendisi synth ve elektronik seslerle meşgul olurken, davul, bas, klavye, gitar ve vokalde ona eşlik eden tam bir konser ekibi ile vardı sahnede. Mikael Simpson (bas), Lisbet Fritze (gitar), Henrik Vibskov'un (davul) yanı sıra, özellikle bazı şarkılarda vokali de üstlenen gitarist Marie Fisker olağanüstüydü. Lisbet Fritze ile yaptıkları şahane robot dansı da cabasıydı! Trentemoller'in Küçükçiftlik Park'ı dev bir dans pistine çeviren seti, Massive Attack'ten önce ortamı hazırlaması açısından son derece uygun bir seçimdi. Kırmızı ışık altında "Silver Surfer, Ghost Rider Go!!!" adlı şarkıyı çalarlarken belki şarkının videosundaki kadar mükemmel değilse de yine müthiş etkileyici bir atmosfer yaratmayı başardılar. Çok dinamik bir performanstı.

GEZİ VE SOMA UNUTULMADI!

Festivalin kapanışını yapacak olan Massive Attack, programda konser saati 22.30 yazmasına karşın, 22.25'te karşımızdaydı. (Bu arada herhangi bir aksaklık olmadığı sürece dinleyicilerini bekletmeyen gruplara selam olsun!) Konserin açılışını yapan şarkı, Robert Del Naja'nın (3D) geçen yıl yayınladığı "Battle Box" oldu. Massive Attack'in gizemli karanlık dünyasına dalmak için kusursuz bir ses girizgahıydı bu. Arkasından "Risingson"ın ilk notalarını duyunca ruhumun giderek yükseldiğini duyumsadım. Konserden önce şarkı listesi hakkında düşünürken, "Heligoland" albümünün ağırlıklı olacağını tahmin etmiştim, öyle de oldu. Konserde beş şarkıyla anılan "Heligoland"den "Paradise Circus"un vokali Martina Topley-Bird'e emanet edilmişti. Her zamanki sakin uzaklığı ile sahnede bir anıt gibiydi Bird.

"Teardrop" ve "Psyche" adlı şarkıları da Martina Topley-Bird'den dinledik ama "Teardrop"un orijinalindeki Elizabeth Fraser vokalinin yerini alamıyor bence. Her ikisi de meleksi bir sese sahip, fakat Fraser'ın tınılarını silemiyor kulaklarım; sanki benliğime işlemiş, o şarkıları hep o ilk günkü yorumuyla duymak istiyorum nedense… İlginçtir aynı his, "Safe From Harm" ve "Unfinished Sympathy"deki Shara Nelson vokali için söz konusu olmuyor bende. Dün gece bu iki şarkıyı Deborah Miller'ın yorumuyla dinledik. Shara Nelson'ın 23 yıl önce duyduğum sesini de çok seviyorum ama Deborah Miller'ın yorumu da çok güçlü.

Massive Attack, her zaman iyi müzik yaptı ama en önemli özelliklerinden birisi de, şarkıları için doğru vokali bulmasıydı. Horace Andy gibi bir cevherin onların müziğine sağladığı olağanüstü katkı, sadece albüm kayıtlarıyla sınırlı değil. Massive Attack konserlerini heyecanlı kılan nedenlerden birisi, onun gibi bir efsane sesi canlı dinlemek. "Everywhen"i söylemek üzere sahnede belirdiğinde seyirci üzerinde yarattığı etki öyle büyük ki! Horace Andy, grubun "Girl I Love You" ve "Angel" gibi unutulmaz şarkılarını da seslendirdi dün akşam. En favori şarkılarımdan "Angel"ı ondan daha dokunaklı, daha sarsıcı söyleyebilecek bir ses olduğunu düşünmüyorum. Sesinin tüm titreşimlerini karşısındakine geçirebilme yeteneği var onda. 

İstanbul'a gelip de esin kaynağını bu kentten alan şarkıyı çalmadan geçmedi tabii Massive Attack. "Inertia Creeps" başlar başlamaz kalabalığın hareketlenişi görülmeye değerdi. 2010'da Kuruçeşme Arena'da verdikleri konserdeki gibi sahnedeki LED ekranda sürekli yazılar, sayılar ve sembollerle yine mesajlarını verdi Massive Attack. Uluslararası holdinglerin yönettiği dünyada insanları uyutma görevini üstlenen ana akım medyayı ifşa etmek için seçtikleri yöntem çarpıcıydı. Medyada çıkan magazin haberlerinin başlıklarını gördük önce: Saba Tümer'den kahkaha dersi! …. evleniyor, bilmem kaç milyon dolara alınan yat vs. ve sonra birden "Somadakileri Unutma" yazısı belirdi ekranda! Gezi'de katledilenlerin isimleri tek tek yazıldı, dev puntolarla Berkin Elvan adını okuduk… En sonunda da "Katilleri Hala Dışarıda" yazısı göründü. O anda suratımıza bir daha çarpan gerçek o kadar acı geldi ki… "Her Yer Taksim Her Yer Direniş!", "Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam!" sloganları atılırken 3D mikrofona yaklaşıp protesto ve demokrasi üzerine bir şey söyledi ama gürültüden tam anlayamadım. Robert del Naja ile 2008'de İstanbul'a geldiklerinde röportaj yapmıştım, o zaman bana "müzik kaçıştır" demişti, ben de öyleyse neden konserlerde sürekli hayatın gerçeklerini hatırlatıyorlar diye düşünerek buna katılmamıştım. (Söz konusu röportaj bu linkte.)Şimdi düşünüyorum da, belki de demek istediği, gerçeğin haykırılmasının engellenişinden, uyutulmaktan bir kaçıştı müzik. Böyle yorumlanırsa, o sözü hem müzikleri hem de sahne performansları açısından anlamlı oluyor. 

Daddy G'nin bu kez konserde sanki daha geri planda kaldığını gözlemledim, mikrofon önünde pek durmadı, arkada klavye ve elektronik seslerle meşgul oluyordu çoğunlukla. "Inertia Creeps"ten sonra yoğun tezahüratın arkasından bis için tekrar sahneye geldiklerinde, 3D ile birlikte yine gerideydi. "United Snakes", "Unfinished Sympathy" ve "Splitting the Atom" ile sona erdi konser. Saat gece yarısı 12'yi geçmesine karşın alandan ayrılmaya pek niyetli değildik, fakat tekrar gelmediler sahneye. 

Sokağa çıktığımızda konserde bize hatırlatılan gerçek hayat acımasızca devam ediyordu, Lice'de karakol yapımına direnen halka saldırı olmuş, bir genç öldürülmüştü… Konser yeniden başlasın, yine bağıralım bu acı gerçekleri diye geçirdim içimden. Adeta karanlık bir kapana kısılmış gibi hissediyorsanız, müzik bir umut, bir anlamda kaçış tabii; gerçeklerden değil gerçeğe doğru kaçış… 3D ile bu noktada buluştuk dün akşam.

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir. Sadece eksik olmasını istemediğim için Berkin Elvan'ın isminin ekranda göründüğü fotoğrafı internetteki haber sitelerinden aldım. O fotoğrafı çeken Nisan Ak.)

15 Temmuz 2010 Perşembe

Bu Şarkılar Özgürlük İçin


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 15 Temmuz 2010

Massive Attack, İstanbul Kuruçeşme Arena’daki konserinde politik mesajlar verdi

Massive Attack, ülkemize kaçıncı kez gelmiş olursa olsun, her defasında büyük coşkuyla karşılanıyor. Salı akşamı “Heligoland” albümünün turnesi için verdikleri konser de aynı ilgiyi gördü.

Grup, 2008 konserinde olduğu gibi, bu kez de yine sahnedeki barkovizyondan demokrasi, insan hakları ve özgürlük üzerine mesajlarını Türkçe yazılarla aktardı dinleyicilere.

Guantanamo’daki işkenceler, medyadaki savaş destekçiliği, korku toplumunun dehşeti, hukukun ayaklar altına alınışı, çevre katliamı ve bütün bunlar olurken medyanın toplumu magazinle uyutuşu yansıdı ekrana...

İsrail de ağır eleştirilerden nasibini aldı. “Safe from Harm”ı “İsrail’in Mavi Marmara’da katlettiği Türkler için söylüyoruz” dediler. “Inertia Creeps”i esin kaynağı İstanbul için çaldılar ve bir kez daha gönülleri fethettiler.

Gelelim konserle ilgili gözlemlere...

"Heligoland" albümünde Massive Attack'la ilk kez çalışan İngiliz şarkıcı Martina Topley-Bird'ün çok güzel bir sesi var. Ancak grup sahneye çıkmadan önce yaklaşık 40 dakika boyunca tek başına çalması, bana göre, pek iyi bir fikir değildi. Çünkü oraya Massive Attack'ı dinleme beklentisiyle gelmiş kalabalığı tatmin edemedi. O nedenle de pek kimsenin umurunda olmadı Martina'nın seti. O sahnedeyken, en önde bile dinleyenlerin sayısı yok denecek kadar azdı. Belki başka bir grubun konseri öncesinde olsa daha fazla ilgi görebilirdi ama Massive Attack öncesinde değil...

Martina'nın Massive Attack'a eşlik ettiği anlardaki performansı ise, özellikle "Teardrop"da beni bir parça hayal kırıklığına uğrattı. Sound olarak dinlediğim en yalın (stripped-down) "Teardrop"du ve bu değişiklik melodiyi başka bir havaya sokmuştu. Ama hayal kırıklığımın tek nedeni bu da değildi; Martina'nın vokali, ne yazık ki orijinal versiyonda Elisabeth Fraser'ın ve önceki yıllardaki konserlerde Sarah Jay'in üstlendiği vokallerin yarattığı etkinin gerisinde kaldı...

59 yaşındaki Jamaikalı muhteşem şarkıcı Horace Andy'ye ise diyecek söz yok! "Angel" ile yine ateşe verdi ortalığı. Kanımca, canlı dinlenebilecek en iyi şarkılardan birisi bu. "Girl, I Love You"da da yine aynı başarıya tanık olduk. Horace Andy, kesinlikle Massive Attack'ın sahip olduğu en büyük güçlerden birisi.

Diğer kadın vokal Deborah Miller'ın sahnedeki duruşu ve olağanüstü sesiyle ayrı bir özellik kattığı "Unfinished Sympathy" ve "Safe from Harm"ı söylediği anlar, konserin en güzel anları arasındaydı. İlk olarak Shara Nelson'ın sesinden duyup sevdik bu şarkıyı ama Deborah Miller da kendi tarzını kabul ettirmekte hiç zorlanmadı. Miller'ın şarkıları söylerken elleriyle ve bedeniyle yaptığı hareketler, performansını daha da karizmatik bir hale soktu.

Kuruçeşme Arena'da ses limitinden doğan sorunlar vardı yine. Konseri en önden dinlememe karşın, doğrusu müziği doyarak hissedemedim. Oysa 2008'de Park Orman'daki konserde ortalarda bir yerden dinleyip çok daha fazla zevk almıştım. Bu ses sorununa mutlaka çözüm bulmak gerekiyor. Çünkü belli bir desibelin üzerine çıkamadığınızda, açık hava konserlerinin de etkisi azalıyor...

Ama yine de Massive Attack'ı dinlemek her zaman büyük zevk. Özellikle unutamadığım anlar, "Angel", "Safe from Harm", "Mezzanine", "United Snakes", "Future Proof" ve "Unfinished Sympathy"nin İstanbul Boğazı'nda yankılandığı dakikalardı...

Konserden önce bu kez gruptan Daddy G ile konuşma olanağı buldum. Geçen defa 3D ile röportaj yaptığımda canayakınlığına ve konuşkanlığına şaşırmıştım. Aynı gözlemim Daddy G için de geçerli oldu. Yalnız onun bir farkı, soruları yanıtlamaya başladıktan sonra sürekli kendini kaptırıp başka konulara dalması ve sonra da "Soru neydi?" demesi. 3D, çok daha bütünlüklü bir şekilde ve odaklanarak konuşuyor.

Ne kadar süredir turdasınız?
İngiltere’deki konserlerden bu yana sürüyor. Eylül’de bir yıl olacak ve sonra bir süre daha devam edecek gibi gözüküyor. Toplam 18 ay olacak sanırım.

Çok uzun zaman... Nasıl geçiyor?
İyi gidiyor ama doğrusu neler olup bittiğini de tam hatırlamıyorum. Geceleri genellikle sarhoş bir halde geçiriyoruz çünkü... Bir de turdayken zaman kavramınızı yitiriyorsunuz. Bir gün bir ülkede ertesi gün başka bir ülkedesiniz, kıtalar arasında dünyanın her tarafında durmadan seyahat ediyorsunuz. Bu durumu ancak zaman kavramından biraz uzaklaşarak aşabiliyorsunuz.

“Heligoland, bugüne kadar yaptığınız albümler içinde sound olarak en organik olanı. Bunu kayda başlamadan önce amaçlamış mıydınız?
Evet, öyle denebilir. Biraz geriye dönüp daha organik bir sound yakalamak istedik. “Blue Lines”ın izinden gitti bu albüm de. Biliyorsunuz, “100th Window” çok daha elektronikti. Bu son albümde bunu azaltmayı hedefledik. Çünkü albüme katkıda bulunacak arkadaşlarımızı da işin içine katmak, onlarla birlikte yapmak istedik albümü. Bu da bir nedendi tabii...

Bu albümde birçok önemli vokalle çalışmanızın özel bir nedeni var mı?
Bu, Massive Attack’ın tercih ettiği bir çalışma yöntemi genelde; farklı sesleri albümlerimize taşımayı seviyoruz ama istemediğimiz kimseyle de çalışmıyoruz. “Heligoland”, biraz aile içinde yapılmış gibi oldu. Çünkü dostlarımızla çalıştık. 3D ve Guy Garvey tanışıyorlardı zaten, Damon iyi bir dostumuz. Önceden tanıdığımız insanlarla çalışmak bizim için çok rahatlatıcı. O nedenle tercih ediyoruz.

(Tam bu sırada Daddy G’nin cep telefonu çaldı. Otel lobilerinde çalan demode müzikleri andıran bir melodi yayıldı telefondan. Bir an öyle şaşırdım ki, “Bu çalan müzik ne?” diye sordum kendisine. “Sıradan, eski, berbat bir telefon müziği. Adını bile bilmiyorum ama değiştireceğim” dedi. Benden özür dileyip telefonu yanıtlamadı Daddy G. Ama arayan ısrar edince “OK, bye bye diyerek” bastı tuşa kapattı telefonu. O melodi de komik bir anı olarak tarihe geçti.)

Siyahların ve beyazların müziklerini İngiliz tarzıyla birleştirip, tamamen size özgü bir füzyon yaratmanın sihirli formülü ne?
Yaptığımız müzik yaşadığımız yeri yansıtıyor. Müziğimiz hepimizin ait olduğu farklı kültürlerin bir toplamı gibi. Çünkü çokkültürlü bir toplumdan geliyoruz, 1980’lerde İngiltere’de DJ’lik yaparak büyüdük, The Wild Bunch böyle doğdu ve Massive Attack’a dönüştü. Özellikle de Bristol’da yaşayan herkes gibi biz de hip-hop’la büyüdük. Bir şarkıcı elinde bir Technics turntable ile stüdyoya girer ve müzik yapardı. Bu daha çok New York tarzı bir yöntemdi ve biz de bunu büyük ölçüde aynen kopyaladık. O zamanlar hip-hop ilk olarak New York’ta doğduğundan o sırada baskın bir İngiliz aksanı rap yapmak aptallık olur diyorduk. Ama ilk Massive Attack albümünden bu yana müziğe yaklaşımımızda bilinçli olarak bir İngiliz vurgusu var. Karanlık bir İngiliz soundu söz konusu...

Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, İngltere’de farklı etnik kökenleri barındıran bir yerden geliyoruz. Müziğe ilk başladığımız dönemlerde siyah beyaz çatışması oldukça güçlüydü. Reggae ile punk’un buluşması önemliydi. The Clash’ın punk’ın içine reggae öğelerini sokup, siyah etkisiyle farklı bir müzik yapışı, Public Image Ltd.’in baskın bas soundu ile ortaya çıkıp bunu reggae’den etkilenişi vb. olaylar oldu. Daha sonra New York dans sahnesinde de bunlar kaynaştı.

Ben ve D de yıllar önce punk camiasındaydık. 80’lerde bir siyahın oraya ait olması için özel bir çaba harcaması gerekliydi. Irklar ve kültürler arası geçiş, punk’ın reggae ile flört etmeye başladığı dönemde müziğe yansıdı. Sonuç olarak, müziğimiz hem yaşadığımız yerin çokkültürlü yapısından hem de bizim farklı kökenlerimizden beslendi.

“Heligoland”i bir görüntü ve bir renk ile özdeşleştirmeye çalışsanız, ne derdiniz?
Bu çok iyi bir soru. Çünkü şu anda beni hayal gücümü kullanmaya zorluyorsunuz. Ama biraz düşünmem lazım...

(Daddy G, soruyu yanıtlamak için 40 sn. kadar düşündü gerçekten de... Birisine soru sorup yanıtı almak için 40 sn. bekleyin bakın nasıl uzun geliyor. Hele de röportaj süreniz sınırlıysa...)

Yine karanlık mı?
Tamamen karanlık değil. Aklıma şöyle bir görüntü geliyor. Karanlık bir tünelden geçiyorsunuz, ama tünelin ucunda ışık görünüyor ve palmiye ağaçları var. Ancak palmiye ağaçlarını geçer geçmez tekrar karanlık başlıyor...

Vokalistlerinizden Horace Andy’nin grubun ruhunu temsil ettiğini söylemiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?
Kesinlikle grubun ruhunu o temsil ediyor. Müziğe ilk başladığımızda çevremizdeki farklı etkileri keşfediyorduk. İlk iki albüm daha çok reggae etkisindeydi, daha sonra Mezzanine’de olduğu gibi new wave unsurları girdi işin içine, sonra farklı elektronik akımlar ve rock öğeleri kullandık. Bugüne kadar yaptığımız işlerin hiçbiri tek bir şeyi temsil etmiyor. Yıllardır çıktığımız turnelerden çok besleniyoruz. 3D’nin sanat yönü de grubu etkileyen faktörlerden birisi. Bildiğiniz gibi, kendisi esas olarak bir graffiti sanatçısı. Grubun kendisini açıkladığı işlerde sanatsal yönü o üstlenir. Bütün bunların hepsi DJ temelli bir gruptan türedi. Horace Andy ise, eski bir reggae şarkıcısı ve şarkı yazarı. 1960’lardan beri müzik yapıyor ve bize turnede eşlik ediyor. Ama en önemlisi, Horace, olağanüstü şeylerin ancak insanın en rahat edebileceği alanı terk edip farklı rotalara yöneldiğinde ortaya çıkacağını bilen bir müzisyen. Bu ruh, Massive Attack’ın özüdür.

Dünya meseleleri üzerine kafa yoran ve aktif tavır alan gruplardan birisiniz. Bu anlamda son albümü etkileyen olaylar nelerdi?
Bizi ilgilendiren meseleler Blue Lines’dan bu yana hep aynı. Körfez Savaşı, Afgan Savaşı, ekonomik kriz, yoksulluk, işsizlik... Hem dünyada hem İngiltere’de büyük bir sorun bu. 80’lerde Thatcher döneminde şiddetle yaşadığımız sorunlar bugün yine ortaya çıktı...

Şimdi Cameron başkanlığında bir koalisyon hükümetiniz var...
Bu yeni iktidar yaptıklarıyla toplumun sonunu hazırlayacak. Kamusal varlıkları ve sosyal hizmetleri özelleştirecekler. Gelecek 5 yıl İngiltere için çok zorlu olacak ve sonunda bir süredir yine çıkışta olan faşizm akımı güçlenecek.

Filistin sorunu ile ilgilendiğinizi ve Filistinli gençlere yardım için para toplanan kampanyalara destek verdiğinizi biliyorum. Bir süre önce Elvis Costello, baskılar sonucunda İsrail’deki konserini iptal etmek durumunda kaldı. Siz bu tür kültürel boykot hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aslında hangi ülkeye gitseniz görüyorsunuz ki, orada yaşayan ve sizin gibi düşünen çok sayıda insan var. Çatışmalara neden olan kararları politikacılar alıyor. İnsanların o kararları yüzde yüz desteklendiğini hiç sanmıyorum. Bu nedenle özellikle İsrail halkını suçlayamam; suçladıklarım orada uygulanan kararları alanlar. Biz grup olarak Filistinlilerin haklarını şiddetle destekliyoruz.

İsrail'de konser vermeyi düşünür müsünüz?
Hayır, hiç düşünmedik bunu... Mavi Marmara gemisinde olanları izledik. İsrail’in yaptığını hiçbir şekilde anlayışla karşılamıyoruz. Filistin'de çok zor koşullarda ayakta kalma savaşı veren insanlar var. İsrail'in yaptıkları tümüyle yanlış. Bütün bu olanlardan sonra bir çözüm yolu bulunup Filistin halkının hak ettiği yaşama kavuşması gerek. Ancak o şekilde barış sağlanabilir. Kahrolası Amerika bunu yapabilir ama hepimiz neden yapmadığını biliyoruz.

Elvis Costello, konseri iptal etmeden önce kültürel boykotla ilgili olarak “Bu Margaret Thatcher yüzünden İngiltere’yi boykot etmek gibi bir şey” demişti...
Ben her zaman Margaret Thatcher yüzünden İngiltere’yi boykot eden hareketin bir parçası oldum.

Yeni albümle ilgili bazı dedikodular duydum. Bir sonraki albümde bizi ne bekliyor?
İnanın bunu bizler dahi bilmiyoruz. 2008’de adının "Weather Underground" olacağını düşündüğümüz bir albümle tura çıktık ve ama o yılın sonuna doğru eve geri döndüğümüzde baştan yeni kayıtlar yapmaya karar verdik. Damon Albarn’la çalışmamız da o şekilde başladı. Bazı şarkı fikirleri var ama fazla bir şey belli değil şu anda.

Yine farklı vokalistlerle çalışacak mısınız?
Tunde Adebimpe, Martina-Topley Bird, Guy Garvey ve Damon’la çalışmamız tamamen arkadaş ilişkileri içinde gelişti. Belki yine böyle işbirlikleri olabilir. Ama gidişata göre karar vereceğiz.

-

20 Temmuz 2008 Pazar

3D: “Sanat Bir Kaçış Yolu”




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/19 Temmuz 2008

Yazının başlığındaki söz, elektronik müzik devi Massive Attack’ın kurucusu 3D’ye (Robert Del Naja) ait. İngiliz grup, geçtiğimiz hafta sonu İstanbul konseri için Parkorman’daydı. 3D ile konser öncesinde röportaj yapma olanağım oldu. Ama aşağıda okuyacağınız röportajdan önce, konserden izlenimleri de yazmak istedim.

Massive Attack, muhteşem bir performans sergileyip 1 saat 45 dakika boyunca çaldı; fakat o süre kimseye yetmedi. Bis için sahneye tekrar geldiler. Ama dinleyiciler yine doymadı. Duydukları müzikle adeta hipnotize olan kalabalık, yeniden çıkarlar umuduyla mekandan bir türlü ayrılamadı.

Daddy G’den sonra artık grubun üçüncü elemanı gibi olan Horace Andy de vardı konserde. O müthiş sesiyle “Angel”ı söyleyince kalabalık üzerinde yarattığı etki görülmeye değerdi. “Unfinished Sympathy”, “Karmacoma”, “Teardrop”, “Inertia Creeps”, “Mezzanine”, “Safe From Harm” gibi hitlerin yanı sıra yeni parçalar da çalındı konserde.

Röportajda okuyacağınız gibi, 3D’ye hem müzik hem de politikaya ilişkin sorular yönelttim. Karşımda Irak Savaşı’nı ve İngiliz hükümetinin bu konudaki tavrını protesto etmek için gazetelere tam sayfa ilanlar veren bir müzisyen vardı. Ölüm cezasına karşı çalışmalar yürüten Reprieve adlı kuruluşa büyük destek veren, Arap-İsrail çatışmasına dikkat çekmek için yardım konserleri düzenleyen bir grup Massive Attack.

İstanbul konserinde de yine politik mesajlar verdiler. Bu defa sahnedeki barkovizyonda çeşitli yazılar kullandılar. Grubun isteği üzerine Türkçe’ye çevrilen bu yazılar, ilginç bir şekilde ülkemize anlamlı mesajlar gönderiyor gibiydi. Amerikalı gazeteci Horace Greeley’in “Haklarını çiğnediğim herkesten daha aşağıdayım” sözü ile, “Korku, uygar insan aklının doğal yapısına özgü değildir”, “Kanunlar önünde herkes eşittir” ve “Sesini duyur” en çok dikkat çekenlerdi. Amerikalı Senatör Dennis Kucinich’in Bush hakkında Kongre’ye sunduğu 35 maddelik suç duyurusu da yer aldı ekranda.

Röportaja gelecek olursak... Sanatın bir bireysel kaçış olduğu noktasında 3D ile aynı görüşte değilim. Eğer öyleyse neden konserlerde politik mesajlar verip, insanları uyandırmaya çalışıyorlar? Söyleşi süremiz kısıtlı olmasaydı soracak çok şey vardı, ama yine de içtenlikle konuştu 3D.

İngiltere’nin en önemli sanat festivallerinden Meltdown’ın bu yılki küratörlüğünü üstlendiniz. Heritage Orkestrası Blade Runner filminin soundtrack müziğini canlı olarak çalarken sizin de aynı anda mikslediğinizi duydum. Nasıl bir deneyimdi?

“Çok iyiydi. Ama son ana kadar kimse yapılabileceğinden emin değildi. Müziği oldukça elektronik ve orkestral yapmak istiyorduk. Epey zor bir işti. Filmden konuşmaların, örneğin Harrison Ford’un sesinin duyulduğu önceden kayıt edilmiş bölümler vardı. Ama konser günü bunları kullanmayıp sadece müziğe yer verdik. Birçok insan aynı anda ekranda filmi göreceğini düşünerek gelmişti ama biz arka planda ışıklar ve barkovizyon kullandık.”

Sıra rahatsız edici soruda: Yeni albüm ne zaman çıkacak?

“Bittiği zaman...”

Ne zaman bitecek?

“Bu yıl içinde biterse iyi olur. Tamamladığımız şarkılar var ama hangilerinin yeni albümde yer alacağına henüz karar vermedik. Üzerinde çalıştığımız çok sayıda şarkı da var. Yine de kasım ya da aralık gibi bitirip gelecek yıl baharda yayınlayabiliriz herhalde.”

Albümün soundu nasıl? Bir yenilik var mı?

“Bunu ancak ortaya çıktığında bilebiliriz. Önceden bir belirleme yaparak yola çıkarsanız, bazen çok zorlama olabiliyor. Tabii bazıları bu şekilde çalışarak çok başarılı örnekler verebiliyor. Örneğin Radiohead... Yeni albümdeki bazı şarkılar yumuşak, bazıları da daha agresif. Karşıtlıkların bir araya gelişi söz konusu.”

Müziğinizde bir derinlik arayışı var. İnsanları sarsmaya çalışıyorsunuz sanki...

Farklı duyguların bileşimi aslında. Ben kişisel olarak, duygulu, melankolik ve içinde bir tür hüzün barındıran müziklere eğilimliyim. Fakat ilginçtir; bazı neşeli pop şarkıların, örneğin The Beatles’ın kimi şarkılarının da duygusal derinliği var. Ama hayatınızı sürdürmek için paraya ya da çevrenizde insanlara ihtiyaç duyduğunuz bir dönemdeyseniz, mutlu şarkılar yerine bu tür müziklere yönelirsiniz. Reggae, soul, punk ya da new wave olsun, daima bize gerçek ve yakın gelen şey, işin bu en hüzünlü kısmı. Bu nedenle, biz de albüm için bir araya geldiğimizde, yaptığımız müzik daha işin en başında o hüznü taşıyor oluyor.

Reprieve’in kurucusu Clive Stafford Smith ile yaptığınız söyleşiyi okumuştum. O röportajda Smith, “İyi müzik vardır, çok iyi müzik vardır ve politik bir yanı olmadığı sürece de hiçbir müzik çok iyi olamaz” diyor. Katılıyor musunuz bu görüşe?

Bütünüyle değil... Politik olmayan ama çok sevdiğim şarkılar var. Aşk şarkıları mesela. Blues da öyledir. Kişisel acıları yansıtır. Aynı zamanda çalışan sınıfın ortak dertlerini de anlatabilir tabii. Fakat Clive’ın bakış açısıyla aynı görüşte olduğum nokta şu ki, iyi grupların yapabilecekleri şarkı sözleriyle sınırlı değil. Eğlence sektörü, ancak insanların söylediklerinizi dinlemek istedikleri sürece varlığınızı koruyabildiğiniz bela bir sektör. Ama bir şekilde de, bir politik duruş olmalı. Yoksa pop kültürü içinde ürün satmaktan öteye geçmez yaptığımız iş. Ben her zaman politik duruşu olan grupları sevdim. Clive ile bu anlamda aynı görüşteyim.

Pablo Picasso’nun bir sözü var: “Sanat, gerçeği kavramamızı sağlayan bir yalandır.” Sanatçıların toplumdaki rolü açısından bu sözü nasıl yorumluyorsunuz?

İnsanların sanata bunun için ihtiyaç duyduklarını düşünmüyorum. Sanat, bireylere kendilerini topluma gösterme, anlatma olanağı veriyor. Kişisel bir ego var. Sanat bir kaçış yoludur. Bana göre, halk politikayı ve hayatı anlamak için sanata ihtiyaç duymuyor. Okumayan, sanat galerilerine gitmeyen ama televizyon kültürüyle beslenen öyle çok insan var ki...

Sanatçıların Bob Dylan ya da The Beatles döneminde olduğu gibi politik duruş sahibi olması bugün neden zor?

Birçok müzisyen daha güvenli olan yolu seçiyor. Örneğin çevre sorunları gibi. Bugün bu konu artık uluslararası fenomen haline geldi. Ya da aşırı tüketim, küreselleşme karşıtlığı ve ticarette adillik gibi konular var. Önemli sayıda insan artık bu sorunların dünyayı giderek yaşanılmaz bir yere götürdüğü konusunda hemfikir. Dolayısıyla da, bunlar hakkında konuşmak güvenli. Fakat hükümetleri eleştirenler, yaşayacak alan bulmakta zorlanıyor. Çünkü tam bu noktada asıl politika işin içine giriyor. Özellikle siyasi açıdan yarı yarıya ikiye bölünmüş ülkelerde, bu durum, hayranların bir bölümü ile ters düşmek anlamına geliyor. Bu yüzden, gruplar da dinleyici kitlesinin önemli bir kısmını kaybetmekten çekiniyor.

Translate