Nine Inch Nails etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nine Inch Nails etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2016 Çarşamba

ALESSANDRO CORTINI: “VINTAGE SYNTH'LERİN KARAKTERİ YENİLERDE YOK"


8.6.2016

İtalyan müzisyen Alessandro Cortini’yi pek çok kişi endüstriyel rock grubu Nine Inch Nails’e turnelerde eşlik eden klavyeci olarak tanıdı. Rock grubu The Mayfield Four’un tur gitaristi, alternatif/elektronik müzik grubu Modwheelmood’un da kurucu üyesi olan Cortini, kullandığı enstrümanlardaki çeşitliliği müziğine yansıtan bir sanatçı. Birçok gruplarla yaptığı işbirliklerinin dışında, SONOIO ve blindoldfreak adını verdiği solo projeleri de yürütüyor. 2013 yılından bu yana da, kendi adı ile yayınladığı albümleriyle deneysel müzik dünyasında adından çok söz ettiriyor. Cortini’yi analog ve modüler synthesizer’lar ile yaptığı solo kayıtlarıyla keşfedenler ise, onun aynı zamanda yetkin bir elektronik müzik bestecisi olduğunu da biliyor.

Bugüne kadar yaptığı bütün bu çalışmaların içinde, özellikle son birkaç yıldır yarattığı o özel sounda hayranlık duyanlardan biriyim. ‘2015’in En İyi Albümleri’ listemin de bir numarasına yerleşen ‘Risveglio’ onun imzasını taşıyordu. Geçen yıl Berlin Atonal’de canlı dinledikten sonra tekrar o tok, güçlü soundu duyacağım günü iple çekiyorum. Beklediğim fırsatı, nihayet 19-22 Mayıs arasında North Carolina’da gerçekleşecek Moogfest’te yakalayacağım ve kendisini hem solo performansında hem de Morton Subotnik, Sarah Davachi, Suzanne Ciani ve Richard Smith ile birlikte Buchla syhthesizer’larının yaratıcısı efsane Don Buchla’nın onuruna verilecek konserde dinleme olanağı bulacağım. Festivalden önce merak ettiklerimi kendisine sordum.

Geçen yıl Berlin Atonal’de hem solo hem de Lawrence English ile birlikte çaldığınız performansları izleme şansına sahip oldum. Benim için her ikisi de olağanüstüydü! Büyüleyici Krafwerk binasında çalmak sizin için nasıl bir histi?

Çok teşekkür ederim. Berlin Atonal’de ve Kraftwerk binasında harika vakit geçirdim. Daha mükemmel bir atmosfer, etkinlik ve kitle düşünemiyorum.

Performanslarınız için daha uygun olduğunu düşündüğünüz mekanlar var mı? Büyük binalar ya da daha ufak konser salonları gibi...

Barlar ve rock mekanları dışında karakteri olan herhangi bir yer olabilir. Benim müziğim gürültülü barlarda pek iyi sonuç vermiyor.



“MÜZİK-GÖRSEL İLİŞKİSİ: ÖZEL BİR YEMEĞİ UYGUN BİR TABAKTA SUNMAK GİBİ" 

Atonal’de çok etkileyici görseller kullandınız. Sizce canlı performanslarda görsellerin nasıl bir rolü var? Müzik ve imajlar arasındaki ilişkiyi “simbiyoz” diye niteler miydiniz?

Sonno/Risveglio performanslarımdaki görselleri Sean Curtis Patrick yaratıp kurguladı. (http://theattemptedtheftofmillions.com) Sean, albümleri dinleme olanağına sahipti; benden çalışmanın yansıttığı his, renk ve diğer hususlar konusunda bazı fikirler aldı ve sonra da kayıtların görsel versiyonlarını çok başarılı bir şekilde yarattı. Benim performanslarımda görseller müzik kadar önemli; çünkü sesle ortaya konulan içeriğin daha uygun bir şekilde içselleştirilmesini sağladıklarını düşünüyorum. Görseller, dinleyicinin beynini algılayıcı konumuna sokuyor; ekranda formatlanan haliyle işitsel ve görsel arasında bağ kurarak analiz yapmasına olanak sağlıyor. Bunu bir analoji ile anlatmak istersek, özel bir yemeği uygun bir tabakta sunmak gibi.

Son birkaç yıldır bende bağımlılık yaratan bir müzik yapıyorsunuz. İlk “Forse” albümünden “Sonno”ya ve “Risveglio”ya kadar yayınladığınız her albümde, beni anında yakalayan o tok sound var. Solo albümlerinizde yarattığınız bu soundun estetiğini siz nasıl tanımlarsınız?

Tekrar teşekkür ederim. İnsanların müziğime benimle aynı şekilde tepki vermesi, bende her zaman çok güçlü duygular uyandırıyor. Genellikle sadece kendim için müzik yaptığımdan, bu plansız oluyor. Yaşlı, bıkkın ve huysuz ruhumda derinlere inip iz bırakacak şeyler kaydediyorum. Bu nedenle başkalarının da o müziklerden aynı duyguları hissetmesi çok şaşırtıcı. Bunun dışında nasıl tanımlayabileceğimi bilmiyorum.


“ESKİ ENSTRÜMANLAR İDEAL BİR GRUP ARKADAŞI

Birçok enstrüman çalıyorsunuz ama sizi özel olarak analog synthesizer’lara çeken ne?

İnsani bir şey yaratmak için dışarıdan yapılan insani etkiden bağımsız olmaları; özellikle üzerinde çalışma zevkini yaşadığım bazı eski enstrümanlar için durum böyle. Modern analog enstrümanlarla çalışmak benim için çok zor. Çünkü vintage makinelerin sahip olduğu karakteri ve belirsizliği onlarda aynı ölçüde bulamıyorum. Eskilerde zamanla ortaya çıkan bozulmalar, farklı bir karakter yaratıyor. O enstrümanlar kusursuz değil. Bazıları tümüyle çalışıyor durumda olmayabiliyor; hatta tasarımları sorunlu oluyor. Ama limitleri de aldatıcı; bu da benim onlara vereceğim tepkileri kışkırtıyor. İdeal birer grup arkadaşı gibi bu enstrümanlar. Bazı durumlarda onlardan daha genç olsam da, sonuçta ben de yaşlıyım. Onların da benim gibi sağlık sorunları var ve bazen de garip kokuyorlar!

“Forse” serisinin tümünü dünyada sadece 13 adet kalan eski bir Buchla synthesizer ile kaydettiniz. Onu özel olarak tercih etmenizin nedeni neydi?

Görünüşü, hakkında duyduklarım ve çok ender bulunuyor olması diyebilirim. O aleti bulmak için sekiz yıl uğraştım. Sonunda Don Buchla’nın prototip olarak ilk yaptığı aleti buldum. Modern versiyonundan farklı bir sese sahip. Onun önüne oturduğumda beni nereye doğru çekeceğini bilmiyorum, sanki bir satranç oyunu oynar gibi hissediyorum. Bucha en başından beri bana hitap etti. Çünkü klavye çalanlar için yapılmamıştı, bana bir oyuncak gibi geldi.

Bob Moog bir keresinde, “Önceden ayarlanmış efektleri olan ya da önceden kaydedilmiş sample’ları çalan herhangi bir enstrüman, synthesizer değildir,” demişti. Hemfikir misiniz?

Bence kategorizasyon çağı çoktan sona erdi.

Analog synthesizer’lar ve modüler sistemler son yıllarda oldukça popüler. Bütün o büyük yazılım devriminden sonra donanıma bu ilgiyi nasıl yorumluyorsunuz?

Yazılım gibi donanıma da ilgi hep var olacak!

Ama aynı zamanda bazı müzisyenler analog synth’lerin fazla abartıldığını söylüyor. Sanırım analog mu dijital mi tartışması hiç bitmeyecek.

Ben o tartışmaları umursamıyorum. Yaratıcı olmak için ihtiyacınız neyse onu kullanırsınız...

Şu anda kullandığınız ekipman nasıl? Favori enstrüman ve yazılımlarınız var mı?

Artık favorilerimi çalmıyorum çünkü sadece belli bir süre için favorim oluyor, sonra değişiyor. Aslında içimdeki çocuğu canlı tutmaya çalışıyorum; bu nedenle de kendimi eğlendirmek için bir enstrümandan diğerine sıçrayıp duruyorum. Birkaç tanesi dışında diğerlerinin hepsi eski döneme ait. Çünkü eskilerin sesi daha farklı.


"TEK BİR ENSTRÜMANA YOĞUNLAŞMAK KENDİ LİMİTLERİMİ ZORLAMAK İÇİN İYİ"

Eski aletleri kullanan ve aynı zamanda da teknolojiyi izleyen bir müzisyen olarak bu çalışma yönteminin yaratabileceği olasılıklar nedeniyle şaşkınlık yaşadığınız oluyor mu?

Daima oluyor. Bunu hissetmeden çalışmayı öğreniyorum ama benim kuvvetli yanım kesinlikle söyleyeceklerimi sınırlı araçlarla söylemekten geliyor. Her şeyden bir parça olsun istemiyorum. Bu nedenle tek bir enstrüman alıp onun limitlerinin sonuna kadar gitmeyi seviyorum. Tek bir enstrümana yoğunlaşıp ona bağlı kaldığımda, kendi limitlerimi zorladığımı fark ettim. Bu şekilde daha yaratıcı olduğumu düşünüyorum.

Synthesizer enstrümanının yansıtma/dışavurum etkisini nasıl görüyorsunuz? Terry Riley, synthesizer’ları bu açıdan çok etkin görmediğini söylemişti.

Hepimiz farklıyız. Dışavurum bir işlev olarak sadece kullanılan enstrümanla ilgili değil, kullanıcının onunla neler yapabileceği de önemli. Bugün Eurorack sistemlerini kullanan insan güruhunu bir düşünün. Gözlerinizi kapayın ve dinleyin. Duyuyor musunuz? Hayır mı? Demek istediğim bu işte... Daha çok insanın enstrümana yaklaşımıyla ilgili bir durum bu. Yaptığım müziklerde ortak payda benim, enstrüman bir renk. Bir kitabı farklı dillere çevirebilirsiniz ama mesaj aynıdır. Ben de enstrümanları böyle görüyorum.

“İnsanlar: Karşılıklı tepki, zorlanma, etkileşim ve iletişim
Makineler: Bir ayna gibi ama sinir bozucu da olabilir”

Bob Moog’a synthesizer’lar insanların yerini almasından endişe edip etmediği sorulduğunda, “Bundan hiç endişe duymadım. Öncelikle bir synthesizer ile müzik yapabilmek için müzisyen olmanız gerek,” demiş. Siz ise bir röportajınızda, “Synthesizer’ın kendisini bir grup üyesi olarak görüyorum,” demiştiniz. Daha önce birçok grupta yer almış bir müzisyen olarak sizden gerçek insanlar ve synthesizer’ları grup üyeliği açısından karşılaştırmanızı istesem ne dersiniz? 

İnsanlar: Karşılıklı tepki, zorlanma, etkileşim ve iletişim. Birlikteliğin tek tek bireylerden daha iyi olma fikri. Makineler: Size kendinizi gösteren bir ayna olabilir, ama aynı zamanda sinir bozucu da olabilir. Çalışmadığında sizi kızdırıyor ama size yanıt vermiyor.

İstediğiniz bir özelliği synthesizer’lara ekleme olanağınız olsa, neyi eklerdiniz?

Çocukken müzik yapmaya aşık olmamı sağlayan aynı sesleri çalmasını isterdim.

Bu ay Moogfest’teki performanslarınız için çok heyecanlıyım. Don Buchla’ya adanan konserde ne çalacaksınız?

“Forse” albümlerimden parçalar çalacağım. Sahneyi Richard, Sarah ve Suzanne ile paylaşıp Don’a saygı duruşunda bulunacağımız için çok heyecan duyuyorum. Hepimiz Don’ı çok seviyoruz.

Sabırsızlıkla bekliyorum!

Teşekkür ederim!


(Bu röportaj ilk olarak Red Bull Müzik'te yayınlandı. http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331795080828/zulal-kalkandelen-alessandro-cortini-roportaj)

(Fotoğraf bana aittir.) 


23 Ekim 2013 Çarşamba

GARY NUMAN BİR KEZ DAHA DAĞI AŞTI


Gary Numan adı geçince aklıma hemen tek bir imaj gelir. Kabuki oyuncularının makyajını andıran bembeyaz bir yüz, lacivert saçlar, koyu lacivert ruj ve dikkat çekici bir siyah göz makyajıyla dik dik bakan bir adam. 1984 yılında yayımladığı "Berserker" albümünün kapak fotoğrafıydı bu. Bir arkadaşımın ağabeyinin Londra seyahatinde aldığı kasetin kapağını ilk gördüğümde çarpılmış, öylece uzun süre bakakalmıştım. Benim Gary Numan ile tanışmamın nedeni o fotoğraftı. Sıradışı, ilginç ve ayrıksıydı; dünyanın geri kalanına rest çeken androjen bir hali vardı. Müziğini merak edip dinlediğimde, "A Child with the Ghost" ikinci sarsıntıyı yaratmıştı üzerimde. Ondan sonra geriye dönüp Gary Numan diskografisini araştırmaya koyuldum; "Cars" ve "Are 'Friends' Electric?"i daha sonra keşfettim. İngiltere'de değil, Türkiye'de yaşamanın cilveleriydi bunlar. O zamanlar internet de yoktu; plak peşinde koştuğumuz, yurtdışına gidenlere kaset getirmesi için yalvardığımız günlerdi.

Görünüşü gibi müziği de etkileyiciydi Gary Numan'ın; ilk kurduğu punk rock/new wave grubu Tubeway Army'de gitar/bas/davul sounduna kazara da olsa synthesizer'ı ekleyip, yeni seslere yöneliyordu. Elektronik müziği, melodi ile olduğu kadar sound ile de ilgili olduğu için seçtiğini söylüyordu ve yeni sesler peşinde olan, bilimkurguya meraklı her müzisyen gibi benim için büyük bir keşif alanıydı yarattıkları. Sahne performanslarında ise, robotik hareketlerle uzaylı görünümünü destekliyor, açık bir şekilde kendi gerçek kimliğinin dışında bir kimliği benimsiyordu. Yıllar sonra bunun nedenini açıkladı: Aşırı derecede utangaçtı ve sahnede farklı bir kimlik benimsemezse, tek kelime edemez hale geliyordu. Sonuçta benim görüp etkilendiğim, sahne adıyla Gary Numan'dı, gerçek adıyla Gary Anthony James Webb değil. Ancak ilk yıllarda yaşadığı sahne korkusunu yendikten sonra, ikinci kişiliğinin de kendisinin bir parçası olduğunu ve artık bunu eğlenceli bulduğunu söyledi. Sonradan öğrendiğime göre, Asperger Sendromu diye bilinen hastalık Numan'da da vardı; sosyal etkileşimde zorluk, dil kullanımında farklılık, depresyon, paranoya ve izolasyon gibi etkileri olan hastalığı aşmak için çok çabaladı.



Hastalığı belki sahnede onu zorluyordu ama bana kalırsa tek bir şeye odaklandığında, yani tek başına müzik yazarken ona katkısı oluyordu. Yaptığı müzikler de bunun kanıtı. Son 35 yıldır electro-synth odaklı müziğin ikonlarından birisi haline geldi Numan. Ona elektronik müziğin büyükbabası denmiyor boşu boşuna. Bugüne kadar toplam 20 albüm yayınladığı inişli çıkışlı bir kariyeri oldu. Çok zorlandığı, borca battığı, şarkı yazamadığı ve depresyonun pençesinde kıvrandığı dönemler geçirdi. Albüm yapmayı "tırmanılacak bir dağa" benzetiyor kendisi. 55 yıllık hayatı, o dağları aşma mücadelesiyle dolu. Bu kez 2011'de çıkardığı "Dead Son Rising"den sonra yeni bir albümle karşımızda. "Dead Son Rising", Numan'ın "Pure" (2000) ve "Jagged" (2006) albümleri sırasında yaptığı demo kayıtlardan doğmuştu ve tüm diskografisi düşünülecek olursa, ortalama bir albümdü.

"Jagged"den sonra geçen yedi yılda, 51 yaş civarında orta yaş bunalımına girdiğini itiraf ediyor Gary Numan. Evliliğinde yaşadığı ciddi sorunlarla ve üçüncü kez baba olmanın getirdiği sorumluluklarla baş etmek için antidepresanla geçirdiği yıllarda üretiminin düştüğü belli. Ancak yine de "Splinter: Songs from a Broken Mind"ın yarısını o zorlu yıllarda yazmış; kalan yarısını ise ailece yeni bir hayata başlamak üzere Londra'dan taşındıkları Los Angeles'ta birkaç ay içinde yazmış. Elbette Los Angeles'a yerleşip evindeki sorunları çözdü diye kimse ondan neşe dolu bir albüm bekleyemezdi; zaten kendisi de hiçbir zaman "Shiny Happy People"ı yazmayacağını söylüyor. Bu açıdan şaşırtıcı bir durum yok; yine karanlık bir sound ve depresyon günlerinden gelen duygularını yansıtan bir albüm Splinter. Adından da anlaşılacağı gibi, Numan'ın duygusal olarak çöktüğü dönemleri anlatan şarkılar var bu albümde. Prodüktör yine Dead Son Rising'te de birlikte çalıştığı Ade Fenton; ancak bu kez, neredeyse her biri single olabilecek kadar güçlü, daha ilk dinleyişte insanı yakalayan, melodik ve farklı soundlara sahip şarkılar dikkat çekici. Bildiğimiz Gary Numan'ın synth liderliğindeki elektronik soundu, bu albümle Nine Inch Nails'in gürültülü gitarların öncülük ettiği endüstriyel sounduna çok daha yakın duruyor.



Açılış şarkısı "I Am Dust"ın gitarın öne çıktığı endüstriyel sounduna, acımasız tutkuların dünyasında bir hiç olduğumuzu haykırarak eşlik ediyor. 55 yaşında vokal kabiliyetinden hiçbir şey yitirmemiş olduğunun en iyi örneği bu şarkı. "Splinter"da Numan'ın vokali efektlerin, reverblerin arkasına gizlenmemiş ve bence çok doğru bir tercih olmuş bu. Arkasından "Here In The Black"te fısıldayarak söylediği sözler, yaklaşmakta olan karanlığın, tehlikenin sesle olağanüstü bir anlatımı. "Everything Comes Down to This", suçlayacak birisini arayıp yalnızlıktan kıvranan bir insanın yazabileceği en güzel şarkılardan birisi olmalı; gitarların vahşi tonu alçak tavanlı karanlık bir odaya sıkışıp kaldığınız hissini yaratıyor ve bence Numan'ın sesleri nasıl en usta öykü yazarı gibi kullanabildiğini gösteren müthiş bir şarkı. "The Calling", ilginç yaylı düzenlemeleri ve piyano katkısıyla albümde sound açısından diğerlerinden ayrılıyor. Endüstriyel sesler albümde ağırlıklı olsa da, klavye ve piyano ağırlıklı "Lost" ile "My Last Day" gibi ambient etkilerini de barındıran çok daha yavaş ritimli şarkılar da var albümde. "Love Hurt Bleed" ile rave sahnelerine selam çakarken, "A Shadow Falls on Me"de tekno vuruşlarını şarkıya enjekte etmiş Numan. Eşiyle bir kavgalarından sonra yazdığı "Where I Can Never Be", gotik seslerin ördüğü karanlık melodisiyle benim favorilerimden.

Electro-synth'in farklı kulvarlarına girip çıkan "Splinter"'ın prodüksiyonu tahminimin ötesinde başarılı, şarkı yazımı açısından ise Numan'ın en iyilerinden birisi. Bu kez dağı aşma süreci belki daha zor oldu ama şimdi çıktığı tepede çok sağlam duruyor Gary Numan. "Splinter", müzik söz konusu olduğunda daima yeniliklerin peşinde olan; dün yaptıklarıyla değil, yarın ne yapacağı ile ilgilenen bir müzisyenden beklenebilecek kadar yaratıcı ve çarpıcı bir albüm.


-





31 Mart 2013 Pazar

How to Destroy Angels - Welcome Oblivion (Columbia Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 31 Mart 2013

Endüstriyel rock grubu Nine Inch Nails’in vokalisti, multienstrümantalist Trent Reznor, 2010’da How to Destroy Angels adlı bir yan proje başlattığını duyurduğunda epey heyecan yaratmıştı. Reznor’ın geçmişte bütün yaptıkları zaten yeterince iyi bir referanstı ama deneysel, avangart müzik grubu Coil’in 1984 tarihli single’ını isim olarak seçmesi de müziğin rotasına işaret eden ince bir ayrıntıydı. 

Reznor bu kez yanına eşi Mariqueen Maanding’in yanı sıra, NIN için daha önce birlikte çalıştığı İngiliz müzisyen, besteci ve prodüktör Atticus Ross ve grafik tasarımcı, sanat yönetmeni Rob Sheridan’ı da almıştı. 2010’da çok geçmeden grupla aynı adı taşıyan altı şarkılık bir kısaçalar yayınlandı. Mariquuen Maanding’in vokalleri üstlenmesi glitch ağırlıklı soundu bir ölçüde yumuşatmış, NIN’deki agresif hava dağılmıştı. Maanding’in uçucu vokalini atmosferik sound ve piyano tınılarıyla buluşturan “A Drowning”, bu değişime iyi bir örnek olmuştu. İki yıl sonra yayımlanan “An Omen EP” adlı kısaçalar, ilkine göre daha yalınlaştırılarak Maanding’in ses tonuna uydurulmuş soundu ile dikkat çekti. Grubun gideceği yönün evrilerek geliştiğini gözlemek mümkündü.


Bu ay başında çıkan “Welcome Oblivion”ı o gelişimin nasıl sonuçlanacağını merak ederek bekledim. Yayımlanan ilk single “How long?” gösterdi ki, How to Destroy Angels, NIN’in endüstriyel rock sounduna değil, Massive Attack’ı andıran trip hop ile synthesizer odaklı elektronikaya yakın. Bu tercih, NIN hayranlarını kızdırmış olacak ki, bunun sorumlusu olarak vokali üstlenen Maanding’i gösterdiler. Sonunda “Welcome Oblivion” çıkınca da, “Trent Reznor bu tür şarkıları yapmıştı, yeni bir şey yok bu albümde,” diyenler oldu. Öncelikle ben bu eleştiriyi pek anlamıyorum. Bir müzisyen her albümde daha öncekilerden farklı bir sound yaratmak zorunda mıdır? İsterse yaratır ama bu şart değil; daha öncekilere benzer şarkılar yapabilir de yapmayabilir de. 30 yıl boyunca hiçbir değişiklik yapmıyorsa, bu o zaman anlaşılabilir bir eleştiri olur. Trent Reznor, bu yeni grupla hem sıkı NIN hayranları tarafından “sound değişikliği yaptığı için” hem de eleştirmenler tarafından “fazla bir değişiklik yok” diye eleştiriliyorsa demek ki doğru yolda.


“Welcome Oblivion”la ilgili bir hayal kırıklığı, 2012’de çıkan “An Omen EP”de yer alan 6 şarkının 4 tanesine yer vermesinden kaynaklandı. Çünkü albümün neredeyse üçte biri önceden duyulmuştu. 13 şarkılık albüm, karanlık synth’leri vurucu bas sounduyla çok daha çarpıcı bir hale getirirken, vokalleri de işleyerek eğip bükmüş. Albümün en güzel şarkısı “And the Sky Began to Scream” bir Massive Attack şarkısı olsa hiç şaşırmazdım. Bence albümün ilk single'ı o olmalı ve ona video çekilmeliydi. 

Ice Age”, herhalde Trent Reznor’ın bugüne kadar imza attığı en farklı şarkı. Akustik enstrümanlarla icra edilen, Feist’ı anımsatan bir folk-pop şarkısı bu. Maanding, “Bazen içimdeki nefret beni ayakta tutuyor,” derken sesindeki sakinlik fark edilir bir tezat yaratıyor. “Reznor, kendini tekrar etmiş” diyenler, bence en azından bu şarkıyı bir daha dinlemeli.


Albümün vasat şarkıları da yok değil; mesela dubstep esintili “Strings and Attractors” ve “The Loop Closes”, bilinmeyen bir ismin albümünde kolaylıkla ihmal edilebilirdi. Daha önce müzik tarihinde yapılmayan yeni bir şey yaratmamış olsa da, sonuçta Trent Reznor’ın elektronik müzik içinde farklı türlerle her zamankinden daha fazla haşır neşir olduğu ve bu açıdan da daha deneysel bir albüm “Welcome Oblivion”. Yazıda vurguyu hep Trent Reznor’a yapmam da tesadüf değil; grupta başka müzisyenler de yer alıyor elbette ama herkes biliyor ki, bu albümün arkasındaki beyin o. 

-

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Eğrisiyle Doğrusuyla Rock'n Coke


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 21 Temmuz 2009

Türkiye’nin en büyük açık hava etkinliği Rock’n Coke, geçtiğimiz hafta sonunda İstanbul Park’ta yapıldı. Önce olumsuz eleştirilerimi belirtip, sonra alkışladıklarımı yazacağım.

Bu sene mekan olarak Hezarfen Havaalanı yerine İstanbul Park’ın seçilmesi, iyi bir tercih olmadı. İstanbul Park, motor sporları açısından dünyanın en iyi pistlerinden birisi olabilir; ama asfalt zeminin bir müzik festivalinin ruhundan bir şeyler alıp götürdüğü kesin.

Bunun dışında, parlak ışıklarla bezeli oyun alanları da, rock festivalinden daha çok bir fuarı andırıyordu.

Ama mekanın fizik şartları ile ilgili asıl önemli sorun, ana sahnede çalan müziğin alternatif sahnedeki müziği bastırmasıydı. Böyle bir durumun ortaya çıkmaması için, gelecek yıl mutlaka bir çözüm bulunması gerekir.

Festival katılımcılarının yakındıkları bir diğer konu da, bilet fiyatlarının ülke standartlarında pahalı oluşuydu. Çünkü bu tür festivallerin asıl hedef kitlesi üniversite gençliği. Fakat onlar bilet ücretini karşılayamayınca, festivalin izleyici kitlesi dramatik bir şekilde değişiyor. Nitekim hafta sonunda İstanbul Park’a müzik için değil sosyalleşmek için gelen epeyce insan vardı.

Ana sahnenin karşısına yerleştirilen dev sponsor çadırı, sahnenin birçok açıdan görülmesini engelledi. Bu da genel tepki alan uygulamalardan biriydi.

Performans sıralamasında bazı tercihlerin doğru olmadığını da söylemek gerek. Ülkemize ilk kez gelen ünlü alternatif rock grubu Jane’s Addiction’ın Duman’dan önce sahneye çıkmasının nedenini kimse anlayamadı.

Festivalin Yıldızı Janelle Monae

En anlaşılmaz olansa, Janelle Monae alternatif sahneye çıktığında aynı anda ana sahnede Kaiser Chiefs’in olmasıydı. İkisini de ilk kez dinleme şansını bulan dinleyici, tercih yapmak zorunda kaldı. Bu durumda, birçok kişi, herhalde “ana sahne daha önemli” diye düşünerek Kaiser Chiefs’i dinlemeye gitti ve festivalin en iyi performansını kaçırdı.

Janelle Monae, bu yıl Rock’n Coke’da dinlediğim en etkileyici isimdi. Michael Jackson’ı anmak için taburenin üstüne çıkıp, onun en sevdiği “Smile” adlı şarkıyı söyledi. Sonra da çok başarılı bir Moonwalk denemesi yaptı. Ama o muhteşem sesiyle söylerken, ana sahneden Kaiser Chiefs’in inleyen gitarları karıştı müziğe...

Janelle Monae’ye Prince’in kadın versiyonu diyorlar, Amerika’nın Shirley Bassey’i diyenler de var. Ne denirse densin ama kesinlikle olağanüstü bir yetenek. Festival yetkililerine Monae’yi İstanbul’a getirdikleri için teşekkür borçluyuz.

İki gün boyunca vasat olanların yanı sıra, tatmin edici performanslar da dinledik. Linkin Park, güçlü yorumuyla herkesi etkiledi. Dinleyicilerin şarkılara hep bir ağızdan eşlik edişi, festival ortamına canlılık getirdi.

Birinci günün sonunda gece yarısı sahneye çıkan The Prodigy, ülkemizde daha önce konser vermesine karşın yine büyük ilgiyle karşılandı ve festival alanını adeta ateşledi. O ana kadar asfalt üzerinde oturanlar, grubun çılgın ritimlerine dayanamadı ve ayağa kalkıp dansa başladı.

Festivali düzenleyenler bir diğer övgüyü de, Nine Inch Nails konusunda hak ediyor. Sonunda bu efsane grubu İstanbul’a getirmeleri, rock dinleyicisini çok memnun etti. Ben onlar sahnedeyken, kuliste The Prodigy röportajını beklediğim için, performansın önemli bir bölümünü çok üzülerek kaçırdım...

Yorucu ama müzikle dolu güzel bir hafta sonuydu. Katkıda bulunan herkese teşekkürler...

Translate