New Order etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
New Order etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2014 Perşembe

COLD CAVE'LE 80'LERE IŞINLANMAK



Dün akşam uzun bir aradan sonra Babylon'a Cold Cave'i dinlemeye gittim. En son 11 Aralık'ta Nils Petter Molvaer ile Moritz von Oswald'ı dinlemiştim aynı mekanda ama bir ayı aşkın bir süre geçmişse, o benim için uzun bir aralık demektir.

Cold Cave adıyla tanıdığımız Wesley Eisold, darkwave, noise, synthpop, gotik rock, art rock ile ilişkilendirilen bir müzik yapıyor. Geçmişinde hardcore punk ve noise rock kökenli gruplar var; bir süre de Prurient projesinde Dominick Fernow ile çalışmıştı. Benim dikkatimi, Matador Records'tan 2009'da çıkan ilk albümü "Love Comes Close" ile çekti. Eisold'un bariton sesini yurtdışında bir mağazada alışveriş yaparken duymuştum; görevliye gidip çalanın ne olduğunu sorunca, CD'yi göstermişti. Sonra hakkında araştırma yaparken The Guardian'daki şu satırlara rastladım: "Wesley Eisold, Nihilizm ve umutsuzluğun yeni ve genç tanrısı; Cold Cave'in estetiğini muhteşem bir şekilde sunuyor: "How Soon Is Now?'ın Morrissey'i Nitzer Ebb vuruşları ve New Order melodileri üzerine inliyor." Ben her ne kadar onda New Order'dan daha çok ilk dönem Depeche Mode izleri bulsam da, aynı cümlede Morrissey, Nitzer Ebb ve New Order'ı buluşturabilen bir müzisyen, radarımdan kaçmamıştı.

"Love Comes Close" ile iyi bir çıkış yakalayan Eisold, gelecek için umut vermişti; aynı zamanda şair de olduğundan şarkı sözlerinde özgünlüğü yakalaması, bence önemli bir avantajdı onun için. Ancak avantajları olduğu gibi dezavantajları da vardı; doğuştan tek ele sahip olduğundan müzik yaparken kullanabileceği aletler, synth, elektronik davul ve bilgisayar ile sınırlıydı. Bir zamanlar sevdiği grupların yanında roadie olarak dolaşan, kitaplarla dostluk kurup mutlu olabilmek için kitap dükkanı işleten Eisold, hayatta seçeneksiz olmadığını haykırmak kurmuş Cold Cave'i. O nedenle "Önceliğim müzik değil, Cold Cave estetiği ve yaşam tarzı" diyor ısrarla; müziğindeki yıkımın ve haykırışın izleri geçmişinde yatıyor. Konsere giderken aklımda bunlar vardı.

Neredeyse her zaman olduğu gibi, dün akşam da mekanın kapısı açıldığında içeri giren ilk ben oldum yine. Bazıları bunu "cool" bulmuyormuş. Kimin umurunda ki? Hem düşünsenize, "cool görünmek", birileri tarafından onaylanmak anlamına gelir. Hayatım boyunca hiç onaylanma hedefim olmadı. Ben, konser için sırada ya da kapıda bekleme heyecanını seviyorum. Üstelik dün erken gitmenin faydası da oldu. Bomboş mekanda Seda Ondin'in yani The Great Moon Hoax'ın setine kulak verdim. Cold Cave'e yakışan dikkat çekici bir dark sound hakimdi seçtiği şarkılarda; çok keyifle dinledim.

Konser başlarken salonda sadece 42 kişi vardı. Cold Cave'e pek ilgi göstermemişti İstanbul dinleyicisi. Hatta Babylon'a ilk girdiğimde, her zamanki gibi üst kata çıkmak istedim ama merdivenlere konan zincirle karşılaştım. İlk açıldığından beri giderim Babylon'a, fakat ilk kez üst katın kapandığını gördüm. Görevlilere sorduğumda, zaman zaman yapılan bir uygulama olduğunu söylediler; daha önce bana hiç denk gelmemesine şaşırdım. Neyse ki, konser 42 kişiyle başlasa da, daha sonra gelenlerle giriş katı bir süre sonra doldu.

Cold Cave, son birkaç yılda canlı performanslarına bir ekip halinde, 2 klavye ve bir bateri eşliğinde sahneye çıkarken, sonuçta Eisold'un tek başına kalmasıyla dönüşüm geçirdi. Dün akşam da Wesley Eisold'un yanında sadece synth, efekt pedallarını kullanan ve bazı şarkılarda geri vokal yapan tek bir kişi vardı. Daha önce okuduğum yazılardan o kişinin kız arkadaşı Amy Lee olduğunu biliyorum. Sahneye yerleştirilen bir video ekrandan görüntüler müziğe eşlik ederken, Eisold'un yüzü dahi görülemeyecek kadar loş bir ortam vardı. Ekranda yıkılan binalar, öpüşen bir çift, ayçiçeği tarlaları, grafik desenler akıp dururken, dinleyenlerin bir kısmı görüntüleri izliyor, bir kısmı da dans ediyordu ama eksik olan bir şey vardı; o da konser ruhuydu. Sanki bir kulüpte DJ set dinliyor gibiydik dün akşam. Oysa bence, Cold Cave'in müziği farklı sunulsa, dinleyiciyi daha çok içine çekebilecek bir karaktere sahip. Yine de bu açığı kapamak için sözlerin gördüğü işlevi de unutmamak lazım. "The Great Pan Is Dead", "Confetti", "People Are Poison" gibi şarkılarda dile getirilen sevgisizlik ve insanın içindeki kötülük, glitch ve noise ile buluştuğunda, darkwave'in derin atmosferinde yalpalarken buluyorsunuz kendinizi. Tam o sırada ekranda "Hunting Heart / Crushing Fear" yazıyor. Yazmasa da o hissi sözlerle hissettirmeyi başarıyor Cold Cave. Böyle ezip geçen, yakıp yıkan sözleri haykırarak dans etmek, müziğe özgü çok ilginç bir manik depresif hal ve ben bunu çok seviyorum.

Wesley Eisold, sahnedeyken "İstanbul'da olmak çok güzel. Geldiğiniz için teşekkürler," diyerek dinleyicilere kısaca hitap etse de aslında sahnede kimse umurunda değil belli ki. Kendi halinde çoğunlukla mikrofonun önünde, arada bir dans ederek tamamladı yaklaşık 50-55 dakikalık performansını. Bis için geri geldiklerinde ekranda Amerikan bayrağı eşliğinde Amerika'ya ince ince dokunduran "Underworld USA" adlı şarkı çalarken, 1980'lerden bir synthpop grubunun konserindeymiş gibi hissettim bir an. Işınlanma olanağı olsaydı, gözlerimi kapayıp pekala The Sisters of Mercy ya da The Cure konserine gidebilirdim mesela... Işınlanma mucizesi bir gün olacak mı bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var ki, o da, yıllar geçse de hiç eskimeyen bu karanlık sound, dünyanın her yerinde insanları dans ettirmeye devam edecek.


(Fotoğraflar bana aitttir.)
-

20 Ocak 2013 Pazar

Vitrindeki Albümler 148: New Order - Lost Sirens (Rhino Records)



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 20 Ocak 2013


Ender olarak bir albüm hakkında bu kadar kötü hissederim. New Order’ın 8 yıl aradan sonra yayımladığı 8 şarkılık albümü bende bu tür bir etki yarattı. Aslında toplam 38 dakika süren “Lost Sirens”, grubun 2005 tarihli “Waiting for the Sirens’ Call” adlı albümünün kayıtları sırasında ortaya çıkan şarkılar. Önce ikili bir konsept albüm çıkarmak isteyen grup, o sırada bunu yapamamış, albüme giremeyen 8 şarkının yayınlanması için de 8 yıl geçmesi gerekmiş. 

2005’te albüm çıktıktan sonra New Order içinde vokalist Bernard Sumner ile bas gitarist Peter Hook arasındaki gerilim yine artınca, Hook grupla ilişkisini kesmiş ama diğer elemanlar yola devam etmişti. Bunun üzerine Hook, New Order olarak müzik yapmaya devam ederlerse yasal işleme başvuracağını açıkladı. 2009’da Bernard Sumner da artık New Order adı altında müzik yapmak istemediğini duyurdu. 

Ancak 2011’de Peter Hook’un yerine bas gitarist Tom Chapman’ı ve 10 yıl aradan sonra klavyede Gillian Gibert’ı gruba alan New Order yeniden turneye çıktı. 2012 boyunca, Yaz Olimpiyatlarının kapanış gösterisi dahil birçok konser verdiler. Bu arada Bernard Sumner Bad Lieutenant, Peter Hook ise, Freebass ve sonra da The Light adlı gruplar kurdu. Bütün bu çalkantılı süreç sonunda gelinen noktada şu anlaşılıyor ki, “Lost Sirens”, New Order’ın bas gitarda Peter Hook’un yer aldığı son albümü. 

Öncelikle ilk dinleyişte beni anında çarpan, aklıma takılan hiçbir şarkı yok bu albümde. Açılıştaki “I’ll Stay With You”, grubun elektronik sesler ile pop/rock’ı buluşturmadaki yetkinliğini az da olsa ortaya koyuyor. Şarkının sözleri, yola Hook’suz devam eden New Order’ın durumu düşünüldüğünde de ilginç bir ironi yaratıyor. Albümün biraz zorlayarak da olsa elle tutulabilir iki kaydından birisi bu. 

Sugarcane” ise, hem melodisi hem de sözleri ile son derece sıradan. “Shake It Up” ve “Californian Grass” da onun gibi içimde yorum yapma hissi bile uyandırmayacak kadar sıkıcı. “Helbent”, “Recoil” ve “I’ve Got a Feeling”, onlar kadar değilse de bence New Order gibi bir grup için ortalamanın çok altında şarkılar. Bir tek albümün sonunda duyduğumuz “I Told You So”, diğerlerinin hepsinin üzerinde bir yerde duruyor. 2005’te çıkan albümde de yer alan bu şarkının daha ağır ama gitar ve perküsyonun daha öne çıkarıldığı yeni versiyonu, eskisinden daha iyi kanımca. 

“Lost Sirens”, New Order hayranlarını asla tatmin edecek bir albüm değil, hatta ciddi bir hayal kırıklığı; insan dinleyince keşke yayınlanmasaydı diyor. New Order'ın şarkı sözleri her zaman basitti ama müzik bu kadar vasat olunca doğrusu daha çok dikkat çekiyor. 2005’te çıkan albümde hiç değilse “Krafty”, “Guilt Is a Useless Information” gibi melodik yapısı daha güçlü şarkılar vardı. “Lost Sirens” hiç yokmuş gibi davranmak en iyisi sanırım. New Order'ın kariyerine hiç yakışmadı bu albüm...



-


15 Ekim 2012 Pazartesi

George Michael @ MEN Arena, Manchester






© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 14 Ekim 2012


Salı akşamı çok yetenekli bir ismi, George Michael’ı ilk kez canlı dinleme olanağı buldum. 80’li yıllarda pop müzik ikilisi Wham! ile hayatımıza giren bu ünlü müzisyen, çalkantılı özel hayatına karşın, sadece ayakta kalmayı başarmakla yetinmedi, aldığı ödüller ve gördüğü ilgiyle de hâlâ müzik dünyasının en büyüklerinden biri olduğunu kanıtladı.


Geçen yıldan bu yana 41 kişilik orkestra eşliğinde sürdürdüğü “Symphonica” adlı turnesi kapsamında Manchester’a da uğradı George Michael. Bir süre önce ağır bir akciğer enfeksiyonuna yakalanan sanatçı, tedavi gördükten sonra yeniden turnesine devam etme kararı almıştı. Ancak tedavi sürecinin ardından bu defa psikolojik travma sorunu baş gösterince, Avustralya turnesini iptal etti. Görünen o ki, İngiltere’deki konserlerinin ardından tekrar tedaviye dönecek. Manchester’daki konser bu nedenle ayrıca önemliydi.


Bu bilgilere önceden sahip olmasaydım ve bunlar bana MEN Arena’daki konserden sonra anlatılsaydı şaşırırdım. Çünkü benim sahnede izlediğim müzisyen, son derece rahat ve neşeliydi. Konser başlamadan 5 dakika öncesinde sahne arkasında neler oldu bilemem elbette ama dinleyici açısından çok keyifli bir konserdi. Her şeyden önce George Michael’ın sesini 80‘lerin en ünlü hitlerinden Wham!’in “Careless Whisper” adlı şarkısında nasıl hatırlıyorsanız, aradan geçen yaklaşık 30 yıl sonra o ses aynı güzellikte.


İKİ GEORGE MICHAEL


Konser boyunca sahnede iki ayrı George Michael vardı. Birisi bir bar sandalyesinin üzerine oturup loş bir ışıkta 1940‘larda, 50‘lerde Bing Crosby ya da Billie Holiday’in meşhur ettiği şarkıları bir caz yorumcusu havasında söyleyen George Michael; diğeri Rufus Wainwright ve Rihanna gibi bugünün ünlü isimlerinin şarkılarını kendine özgü yorumla dans eşliğinde sunan George Michael. Kanımca o, ikisini de üzerinde büyük bir ustalıkla taşıyor; dinleyicisini hem dans ettiriyor, hem de yoğun duygular yaşatıyor.





Bu özelliğinin en bariz şekilde ortaya çıktığı şarkı, ilk kez 1957’de Johnny Mathis’in sesinden duyulan “Wild Is the Wind” cover’ı oldu. David Bowie ve Nina Simone tarafından da mükemmel yorumlanan bu şarkıya kendi kişiliğini çok çarpıcı bir şekilde yansıttı George Michael. Bu şarkıyı getirdiği yorumu, 1999 albümü "Songs from the Last Century"de de dinlemiştik ama ben konserde orkestra eşliğinde nasıl seslendireceğini merak ediyordum. Merakım da boşuna çıkmadı; şarkının ilk yarısını alışılagelen hafif melankolik bir tonda söylerken, ikinci yarısında birden tamamen farklı bir havaya bürünüp çok enerjik bir pop/disko versiyonuna geçti. Böylece hayatımda ilk kez bu iç burkup gözledi dolduran şarkıda insanların dans ettiğine tanık oldum. 

The Police’den “Roxanne”, Terence Trent D’Arby’den “Let Her Down Easy”, New Order’dan “True Faith”, Ian Brown’dan “F.E.A.R.” gecenin diğer ilginç cover şarkılarıydı. Kendi solo albümlerinden “John and Elvis Are Dead”, “Through”, “Kissing a Fool”, “Praying for Time” ve “Feeling Good”u söylerken, eşcinsellik, din baskısı, bağımlılık, aşk gibi konularda kısa yorumlarda bulundu, eşitlik ve özgürlük mesajları verdi.


İki saatlik konserde kanımca sound açısından tek uyumsuz kalan şarkı Rihanna’nın “Russian Roulette”i oldu. Salondaki çoğu dinleyicinin dans ettiğini görünce “George Michael’ın insanları dans ettirmek için Rihanna’ya ihtiyacı yok” dedim. Neyse ki kapanışı kendi şarkısı “Freedom”la yaptı. Onbinlerce insanın ayağa kalkıp “Özgürlük!” diye bağırarak dans etmesi görülecek sahneydi. 


Müziğini çok sevmeyenlerin bile sahnedeki profesyonelliğine tanık olup mükemmel yorumlarını dinlemek için George Michael'ı konserde izlemelerini tavsiye ederim. Umarım en kısa zamanda tamamen iyileşip turnesine devam eder. Çok açık ki onun yeri sahne. 




-

13 Mayıs 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 115: Chromatics - Kill For Love (Italians Do It Better)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 13 Mayıs 2012

Johnny Jewel adını ilk anda anımsamayabilirsiniz ama onun müziklerini bir şekilde duymuş olmanız muhtemel. John Carpenter ve ünlü ses mühendisi Alan Howarth’ın 1970’lerde kullandığı klavyeler ve eski elektronik davul makineleriyle (drum machine) elektropop'un en iyi işlerini çıkaran yetenekli bir prodüktör Jewel. Birden çok projede farklı kadın vokalistle işbirliğini sürdürüyor, bir yandan da film müzikleri yapıyor. Glass Candy, Desire ve Chromatics adlı üç ayrı grupta yer alıyor. Ayrıca New Jersey’de kurulan Italians Do It Better adlı plak şirketinin ortaklarından birisi. Müzik dünyasının yetenekli cevherlerinden birisi kısaca.

The Guardian, birkaç yıl önce Jewel’in birlikte çalıştığı güzel, derinlikli ama kendilerini karışık ifadelerle anlatan kadınları (Glass Candy’de Ida No, Desire’da Megan Louise, Chromatics'de Ruth Radelet) Antonioni filmlerindeki kadınlara benzetmişti. Jewel da, Antonioni gibi insana özgü duyguları ortaya koyan nostaljik işler yapmaya eğilimli ama aynı zamanda dans pistinden kopamayan bir karakter olarak tanımlanmıştı. Beğendiğim için aklımda kaldı bu benzetme.

Jewel’in projeleri arasında en çok Chromatics bu tanıma uyuyor. 2001’de Oregon’da kurulan grup, ilk iki albümündeki ağırlıklı gitar sounduyla post-punk sevenlere hitap ederken, grupta yaşanan kadro değişikliklerinden sonra müziklerinde de belirgin bir yön değişikliğine gitti. Şu anda yollarına başından beri grupta olan tek eleman gitarist Adam Miller, multi-enstrümantalist Johnny Jewel, vokalist Ruth Radelet ve davulda Nat Walker ile dörtlü olarak yollarına devam ediyorlar. Adam Miller, en kıdemli üye olsa da, Chromatics’in bugünkü soundunu yönlendiren isim Johnny Jewel olduğundan yazıya onunla başladım.

Sound konusunda riskler alıp, farklı rotalara giren grupların geçirdiği evrimi her zaman merakla izlediğim için Chromatics’in değişimi de ilgimi çekti. Bu değişim, her grup için her zaman olumlu sonuç vermiyor ama Chromatics’in kaotik post-punk soundundan, romantik Italo disco’ya geçişi, şaşırtıcı şekilde başarılı oldu.

Italians Do It Better’dan 2007’de çıkan “Night Drive”da gibi “Kill For Love” da, grubun 70 ve 80’lerden kalma analog ekipmanları elektronik altyapıyla buluşturup, minimal düzenlemeler ve basit sözlerle işlediği bir albüm. 90 dakikalık albümü bir süre tekrar tekrar dinledikten sonra yorumum şuydu: New Order, M83 ve Young Marble Giants ortak bir albüm yapsa böyle olurdu. Gitarlar daha ilk dinleyişte akla New Order’ı getirirken, synth soundu M83’ü, Ruth Radelet’in vokali ise Alison Statton’ı çok andırıyor.

Açılışı yapan şarkı, “Into the Black”, Ruth Radelet’in pürüzsüz sesinden duyduğumuz “Out of the blue and into the black” sözleriyle daha en başından albüme ilişkin bir fikir veriyor. Chromatics, Neil Young’ın 1979 tarihli “Rust Never Sleeps” albümünde yer alan “Hey Hey My My (Into the Black)” adlı şarkıya yaptığı bu cover’la, geçmişe referans vererek ama onu dönüştürerek dinleyiciye merhaba diyor. Yeni bir albüme cover bir şarkıyla başlamak, ciddi bir risk. Neil Young’ın bu unutulmaz şarkısı birçok kere coverlandı. Ama Chromatics’inki Ruth Radelet’in sesindeki yalnızlık hissiyle kusursuz bir melankolik hava yansıtıyor ve aldığı riskin sonucunda hanesine büyük bir artı yazdırıyor.

Ardından gelen “Kill for Love”da Radelet, bu defa 2000’lerin yeni Debbie Harry’si rolüne soyunmuş; sesin karakteri bir şarkıdan diğerine fark edilir şekilde değişiyor. “In my mind I was waiting for change / while the world just stayed the same” diyor sözlerde. Geçmiş ile gelecek arasındaki geçiş teması burada da karşımıza çıkıyor.

Albümdeki iki erkek vokalli şarkıdan biri olan “These Streets Will Never Look the Same”, 2012’de duyduğum en güzel synthpop şarkılarından biri. Baskın gitar sounduyla vokaldeki duygusallığın zıtlığı, garip şekilde çekici. 8 dakikayı aşsa da, bu zıtlık dinlerken hiç sıkmıyor.

Şarkılar arasında bir diğer kategori, “Broken Mirrors”, “The Eleventh Hour”, “Dust to Dust” gibi 70 ve 80’lerdeki deneysel elektronik müziğini örnekleyen, minimal enstrümantal parçalar. Bunların arasında en sevdiğim, “There’s a Light Out on the Horizon” oldu. Albümün ayrıca yayınlanan "Drumless" adlı 11 şarkılık versiyonunda da yer alıyor bu parça ve ben "Kill for Love"dakini değil "Drumless"takini beğendim. (Bu versiyonu internet üzerinde bulamadığım için Soundcloud'a yükledim.)



"Drumless"ta davul sesi çıkarıldığı için, her bir klavye ya da synth sesi davul gibi ritim tutuyor. Parçanın ortasında bir telefon mesajı duyuluyor. Gök gürleyip yağmur yağarken şifresini girip mesajlarını dinleyen kişi, bir kadının bıraktığı “It’s me. Just wondering if you got my text. Anyway, I’m going to bed pretty soon. Hope you’re okay out there, wherever you are. Good night. Love you.” şeklindeki mesajı dinledikten sonra siliyor. Karşı tarafın yazılı mesajına yanıt verilmeyip habersiz bırakılmış olması, bir terslik olduğu izlenimi yaratırken, müzik şüphe duygusu yaratacak şekilde kurgulanmış. Telefon mesajının gece bırakılması, şarkının karakteriyle uyuşuyor. Söz konusu karakter karanlık ama bir yandan da şarkının ismi ufukta görülen ışığı müjdeliyor. Belki de umut, o telefon mesajında. Her şeye karşın merak eden, sevdiğini söyleyen birisi var. Ancak müzik rahatlatıcı değil, endişe verici... Bütün o soğuk denilebilecek elektronik sesler arasında yağmur ve makineden de duyulsa insan sesinin yarattığı garip bir duygusallık hakim şarkıda. İstesem sayfalarca yazı yazabilirim bu şarkının hissettirdikleri hakkında. Belli ki gece yürüyüşlerime eşlik edecek yeni bir soundtrack olacak, ayrıntılara dalıp yeni öyküler yazdıracak bana... 2012’de beni çarpan şarkılar listemde de yer alacak.

Kapanışı yapan 14 dakikalık “No Escape”, insanı adeta bir bilinmezliğin içine sürükleyen, derin bir atmosferik müzik. Sesin yavaş yavaş alçalıp tamamen yok oluşuyla sona eriyor 90 dakika. Sanki sahne sahne bir film şeridi gibi akıyor albüm.

Aşk, ölüm, hayal kırıklığı, yalnızlık ve umut gibi hayata dair başlıca temaları, cesaretle yorumlayan, sıra dışı ve çok güzel bir albüm “Kill for Love”. Sıradan bir synthpop albümü olmanın ötesinde ince işlenmiş; ana yoldan değil sokak aralarından gidiyor ve dinleyicinin içine girmek için özel çaba göstermesini gerektiriyor.

Albümün tümünü Soundcloud üzerinden dinleyebilirsiniz.



COMPLETE ALBUM BLENDED TOGETHER FOR YOUR UNDISTURBED LISTENING PLEASURE.
ENJOY
XO
JOHNNY JEWEL

01. INTO THE BLACK (5.23)
02. KILL FOR LOVE (3.58)
03. BACK FROM THE GRAVE (3.43)
04. THE PAGE (3.36)
05. LADY (5.08)
06. THESE STREETS WILL NEVER LOOK THE SAME (8.37)
07. BROKEN MIRRORS (7.03)
08. CANDY (2.30)
09. THE ELEVENTH HOUR (3.28)
10. RUNNING FROM THE SUN (7.07)
11. DUST TO DUST (2.41)
12. BIRDS OF PARADISE (4.26)
13. A MATTER OF TIME (5.06)
14. AT YOUR DOOR (3.53)
15. THERE'S A LIGHT OUT ON THE HORIZON (4.44)
16. THE RIVER (6.10)
17. NO ESCAPE (14.01)

_

_

29 Ocak 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 102: The Maccabees - Given to the Wild (Fiction Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 29 Ocak 2012

İzledikleri gelişim süreciyle beni şaşırtan gruplar arasına The Maccabess de katıldı. Beş müzisyenin 2004 yılında Londra’da kurduğu indie rock grubu, bu ay üçüncü albümünü yayımladı. 2007 tarihli “Colour It In” ve 2009’da çıkan “Wall of Arms” ile kendilerine azımsanmayacak bir hayran grubu edinmişlerdi. Fakat bu iki albüm de beni gruba çekmek için yeterli olmadı. Sert gitarların sürüklediği “X-Ray” ya da sıradan gençlik endişelerini anlatan "Toothpaste Kisses" çekmedi beni. O nedenle yeni albümden çok büyük bir beklentim yoktu.

Ancak “Given to the Wild”ı ilk dinleyişte etkilendim ve dinledikçe de daha çok beğendim. The Maccabees hem sound hem de içerik olarak çok daha olgun bir albüm yapmış. Bu değişimin ne kadarı grubun kendi isteğiyle oldu bilmiyorum. Bu kez prodüktörlüğü U.N.K.L.E. üyesi Tim Goldsworthy ve daha önce Katie Tunstall, Elbow ve New Order gibi isimlerle çalışan Bruno Ellingham ile paylaşmışlar.

Tim Goldsworthy’nin, elektronik unsurların albümde biraz daha belirginleştirilmesi bakımından katkı yapmış olduğunu düşünüyorum. Ama değişim bununla sınırlı değil; sözlerdeki derinleşen duygusallığın yanı sıra, daha melodik, akılda kalıcı, gitar rifflerinin daha çarpıcı olduğu, vokalin tonunun alçaltılıp etkisinin yükseldiği bir albüm “Given to the Wild”. Adının aksine vahşileşen değil, sakinleşip durulan bir çalışma. Olumlu anlamdaki bu durulmada, grubun albümü yaparken “eşi benzeri olmayan müzik esinleri” olarak adlandırdıkları David Bowie, Kate Bush ve The Stone Roses gibi isimlerin etkisi de olmuş kanımca.

"Given to the Wild" ile ilgili çoğu yorumda Arcade Fire'ın “The Suburbs” adlı albümünün esin kaynağı olduğu söyleniyor. Buna itiraz etmiyorum ama benim aklıma daha çok Coldplay'in “Parachutes” dönemi geliyor. “Feel to Follow”daki vokalde de Wild Beasts nahifliği hissediyorum. Kanımca, The Maccabees, farklı esinlenmeler altında müziğini biraz daha karışık ve karanlık bir hale getirse de daha zengin bir duyarlılık kazandırmış.

Sonuçta tekrar tekrar dinlemek isteyeceğiniz çok güzel bir albüm çıkmış ortaya. Benim albümdeki favorim, “Slowly One”. Bir ayrılığın ardından her ufak hatırayla, her sevgi sözcüğüyle sevdiği kadını hatırlayan bir erkeğin iç burkan duyarlılığını yansıtan şarkıda Orlando Weeks’in vokalini ilk duyduğumda aklıma Thom Yorke’un "Fake Plastic Trees" ve “Codex”teki vokali geldi ve “Slowly One, Thom’u kıskandırır” dedim. Şarkının bağımlılık yaratan tarafı yalnızca yumuşacık vokali değil, sakin bir şekilde seyrederken birden 2:27’de gitar seslerinin yarattığı sele kapılması dinleyene tokat gibi çarpıyor. 3:50’ye kadar süren bu bölümü defalarca dinlemek istiyor, şarkıyı durmadan başa alıyorsunuz.

Ambientvari bir girişle başlayıp birden gitar ve perküsyonun katılmasıyla rotasını tamamen değiştiren “Unknow” da, duyduğum en çarpıcı şarkılardan birisi. “Ayla”nın başındaki piyano melodisinin şarkı ilerledikçe gitarlarla girdiği diyalogun verdiği keyfi de ayrıca vurgulamak isterim.

Bunlara benzer ufak ama çok dikkat çekici ayrıntılarla bezenmiş, altyapısı çok sağlam ve kalbe dokunan, içten bir albüm “Given to the Wild”. Artık The Maccabees için heyecanlanabilirim. Bende iz bırakacak bir albüm yaptılar.





-

21 Aralık 2011 Çarşamba

“The Smiths’in birleşme olasılığı her zaman var”


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 21 Aralık 2011

Bu yıl The Smiths'in alternatif rock tarihinin klasikleri arasında yer alan “The Queen Is Dead” albümünün 25. yıldönümü kutlanıyor. Grubun davulcusu Mike Joyce, son aylarda dünyanın çeşitli kentlerinde yapılan kutlama etkinliklerine şahsen katılıyor. Geçen cumartesi günü de albümün 25. yılı için Indigo'da düzenlenen özel gecede DJ performansı sunmak üzere İstanbul'a geldi.

1982'de kurulup 1987'de dağılmış olsa da, farklı kuşaklardan çok sayıda müzikseverin kalbindeki özel yerini bugün de koruyan bir grup The Smiths. Kısa kariyeri boyunca toplam dört stüdyo albümü yayınlayarak yarattığı etkinin büyüklüğünü düşünürsek, gerçekten "efsane" sıfatı onlara çok yakışıyor.

"The Queen Is Dead"in önemini burada birkaç cümle ile de olsa belirtmeden geçmek istemiyorum.

The Smiths’in kariyerinde ayrı bir yeri olan bu albüm, 1986’da yayımlandığında, aynı Sex Pistols’ın “God Save the Queen” adlı şarkısı gibi, monarşi karşıtı mesajlarıyla toplumu sarsıp uyandırma işlevi gördü. Albüme adını veren şarkı, Muhafazakar Parti lideri Margaret Thatcher’ın liberal ekonomiye ağırlık veren politikalarının altında ezilen Britanya halkının ve kendini dışlanmış hisseden bir kuşağın adeta marşı haline geldi.

Böyle bir albümde çalmış bir müzisyen İstanbul'a gelir de, röportaj yapılmadan bırakılır mı hiç? Haftalarca süren telefon ve mail trafiği sonucunda Mike Joyce röportajı için onay aldım. Röportaj için Joyce ile cumartesi akşama doğru buluşacaktım ancak Indigo'ya gittiğimde, uçuşla ilgili bazı beklenmeyen gelişmeler nedeniyle İstanbul'a varışının gecikeceğini öğrendim. Ve sonuçta Joyce'u fırtınalı bir gecede Beyoğlu'nda 6 saat kadar bekledim. Bu arada Vlasdislav Delay'in Borusan'daki performansını bile izledim. Ama beklediğime elbette değdi. 18:00'da yapmayı planladığımız söyleşi, ancak 24:00 civarında Joyce'un kaldığı Londra Oteli'nin lobisinde gerçekleşebildi.


Röportaj öncesinde kendisiyle ilk olarak Tomtom Mahallesi'nde yemek yediği restoranda tanıştım ve hayatımı değiştiren en önemli albümü, "Meat Is Murder"ı imzalattım.

(Bir gün o albümün üzerinde The Smiths'in dört üyesinin de imzasının olmasını çok istiyorum.) Çok güleryüzü ve alçakgönüllü bir müzisyen Mike Joyce. Onunla konuşmak çok keyifliydi.



Dünyanın çeşitli kentlerinde DJ'lik yapıyorsunuz. Sizin için nasıl bir deneyim?

Fantastik bir deneyim. Farklı kültürlerden insanları tanımak, eski The Smiths hayranlarıyla buluşmak, yeni hayranlarla karşılaşmak çok güzel. Bazen bir gruba ait olduğunu hissetmek iyi geliyor insana. Eskiden konserlere gittiğimde, benimle aynı grubu sevenlerle tanışınca da bu duyguyu hissederdim. Şimdi de kulüplerde aynı tür müziği seven insanlarla buluşuyorum. Benim için harika bir ortam.

Kariyeriniz boyunca yaşadığınız en şaşırtıcı gelişme ne oldu?

İki radyoda birden program yapıyor olmam benim için sürpriz bir gelişme oldu. Birisi İngiltere’de BBC 6 Music’te, diğeri de New York’ta East Village Radio’da. Daha önceleri radyo programı yapacağımı düşünmemiştim. Çünkü bir grupta davul çalıyordum. Hem bir grupta aktif şekilde yer alıp hem de radyoda programlar yapamazdım; ikisi birden yürümezdi. Şu anda radyoya odaklandım. İlginç ve şaşırtıcı bir durum benim açımdan.

Müzik kariyerinizi değerlendirdiğinizde, hedeflediklerinizi yerine getirmiş olmanın verdiği tatmini hissediyor musunuz?

Evet, büyük ölçüde böyle bir tatmin hissediyorum. Her zaman başarılı bir grupta yer almak istedim ve bunu çok erken yaşta başardım. The Smiths’e katılmadan önce de başka gruplarda çaldım. Onlar daha çok The Smiths öncesinde çıraklık dönemi gibi oldu benim için. The Smiths sonrasında da birçok iyi grupta çaldım. Birlikte çalıştığım bütün müzisyenleri düşününce, daha iyi bir kadro hayal edemezdim diyorum. Müzik kariyerimde çok şanslıydım.

Müzik yaşantınızda tek bir anı doruk noktası olarak nitelendirmek isteseniz, hangisi olurdu?

Bunu söylemek çok zor. O kadar fazla ki... Yıllar geçtikçe o tür anların sayısı da artıyor ama ilk single çalışmamız “Hand in Glove”u kaydetmek, sonra yayımlandığında o plağı elime almak müthişti. The Smiths’in ilk altın plağı da muhteşem bir deneyimdi.

Bunlar olurken tam olarak kaç yaşındaydınız?

The Smiths’e katıldığımda 19 yaşındaydım. Çok gençtim.



"THE QUEEN IS DEAD HİÇ ESKİMEDİ"

”The Queen Is Dead” albümü yayımlandığında ise 23 yaşındaydınız. Bugün o albümü dinlediğinizde neler hissediyorsunuz?

Onu dinlediğimde birçok anım canlanıyor. Bana göre The Smiths olarak kaydettiğimiz her albüm ayrı bir başarıydı. Çünkü hepsi birbirinden farklı müzik tarzlarını barındırıyor. Bence kariyerimiz boyunca giderek birbirinden daha iyi olan albümler kaydettik; ki bu her grubun hedeflediği bir şey. 25 yıl önce yaptığımız müzik günümüzde de geçerli. Bugün yeni bir grup kurulsa ve “The Queen Is Dead”i yeni kaydetmiş olsa, yine çok iyi karşılanırdı. Modası geçmedi, eskimedi.

The Smiths’in hâlâ farklı kuşaktan insanların kalbinde yer almasını, hiç unutulmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şarkı yazarlığı o kadar iyi ki, zamanı aşan bir kalitesi var. 60’lar, 70’ler, 80’ler dönemine ya da günümüze bakarsak, davul, bas, gitar ve vokalden oluşan geleneksel şarkı yazarlığı aynıdır. Çok basit görünür ama değildir aslında. Doğrusu, Johnny Marr’ın şarkı yazarlığı Morrissey’in olağanüstü şarkı sözleriyle birleşince, Andy ve benim için işler epeyce kolaylaştı.

Morrissey ve Marr’la en son ne zaman konuştunuz?

Çok uzun yıllar önce. Ne yazık ki işler öyle gelişti...

Onlarla geçirecek 10 dakikanız olsa, ne konuşurdunuz?

Sert, saldırgan bir şey söylemezdim. Sizinle şu anda konuştuğum gibi konuşurdum. Hayatımızda olan bitenden söz etmek isterdim. Son görüştüğümüzden bu yana çok zaman geçti. Köprülerin altından çok sular aktı. 10 dakikada her şeyi konuşmak zor olurdu. En iyisi, herkesin kişisel yaşantısına odaklanıp neler yaptığını sorardım.

25 yıldır yaptığınız çalışmalara bakınca, sizi müzik yapmaya iten temel neden olarak neyi görüyorsunuz?

Asıl neden eğlendirmek ve yaptığım işten zevk almak sanırım. The Smiths’ten sonra da muhteşem şarkı yazarlarıyla çalıştım. Aralarında Julian Cope, Buzzcocks, Public Image Ltd., Sinead O’Connor gibi muhteşem isimler vardı. Bir davulcu için iyi bir şarkı yazarıyla çalışmak olabilecek en güzel şey. Eğer şarkı yazarlığı iyi değilse, benim davulumun bir işe yarayacağını sanmıyorum. Ama hayatımın bu noktasında kendimi kanıtlamak için özel bir çaba içinde olmam gerektiğini düşünmüyorum. Şu ana kadar kariyerim çok güzel gelişti. Bundan sonraki zamanı da sevdiğim işleri yaparak geçireceğim.

Bir önceki soruyu yanıtlarken Buzzcocks ile çalıştığınızdan söz ettiniz. Şubat ayında İstanbul’da grubu canlı dinleyeceğiz. Onlarla konuşma fırsatım olursa ne sorayım?

Mayıs ayında Manchester’da orijinal vokalist Howard Devoto ile çalacaklar. O konserde beni biste çalmak için sahneye davet ederler mi? Evet, bunu sormalısınız.

"MEAT IS MURDER'I KAYDETTİKTEN SONRA VEJETARYEN OLDUM"

The Smiths’le ilgili sizi mutlu eden bütün öğeleri barındıran tek bir albüm seçmeniz istense, hangisini seçersiniz?

Benim favori The Smiths albümüm “Strangeways, Here We Come”.

Neden?

O kaydettiğimiz son albüm. Az önce de belirttiğim gibi, yaptığımız her albüm bir öncekinden daha iyiydi. Bu albümle İngiltere’nin her yerinde, Avrupa’da ve Amerika’da tura çıkıp büyük başarı elde ettik. Rahatlatıcı bir çalışmaydı. Çünkü bir şeyleri başarmamız için üzerimizde kurulan bir baskı yoktu. Kendimizi herkese kanıtlamıştık. Bu nedenle en keyif verici olanıydı.



“Meat Is Murder”, benim veganlığı tercih etmemde çok etkili olan bir albüm. Çok etkili ve net bir mesajı var. Kayıttan önce bu konuda grup içinde konuştunuz mu?

Evet, konuştuk. Şarkıyı kaydettikten sonra yemekte bir araya gelmiştik...

Kayıttan sonra mı konuştunuz?

Evet, kayıttan sonra konuştuk. O sırada vejetaryen değildim. Ama Morrissey’in hayvanlara yapılanlar konusundaki sözleri öyle güçlüydü ki, o şarkıyı kaydettikten sonra vejetaryen oldum. O albümü yapmamış olsaydık, hâlâ et yiyor olabilirdim. 1985 yılından bu yana vejetaryenim, üç çocuğumu da vejetaryen yetiştirdim. O şarkının gücü bu. Çünkü hayvanlara yapılan zulüm için hiçbir gerekçe yok.

Morrissey'in Norveç katliamı sırasında hayvanlara uygulanan zulümle ilgili sözleri konusunda yorumunuz ne?

Tam olarak ne söylediğini okumadım ama bazı yerlerden duydum.

Twitter’da Morrissey’e destek veren tweetlerinizi görmüştüm.

Evet, net olarak kullandığı sözcükleri bilmiyorum ama sanırım zor bir zamanda çok direkt konuştu.

Bazen insanların dikkatini çekmek için sarsıcı olmak gerekiyor. Bence Morrissey haklıydı, yanlış bir şey söylemedi.

Hemfikirim. Ben o şekilde davranmayacak olsam bile düşüncem onunla aynı paralelde. Ama insanlar benim tavsiyelerimi dinlemeyebilir. Morrissey, bu tür görüşleri dile getirmek için daha avantajlı bir konumda olabilir. Gerçekte söylediği temel şey, hayat hayattır ve masum hayvanlar her gün katlediliyor.

Fakat insanlar o sözleri yanlış değerlendirdi...

Evet, gerçekten yanlış anlaşıldı. O nedenle ona destek verdim. Morrissey, Norveç’te olanı savunmuyordu; sadece bu tür bir katliamın masum hayvanlara her gün uygulandığını söylüyordu. Bu anlamda onunla aynı görüşteyim.

"CAMERON, DÜŞMAN TARAFTAYDI"



Marr ve Morrissey, İngiltere Başbakanı David Cameron The Smiths'i sevdiğini söyleyince, sert şekilde yanıt verip, grubun müziğinden hoşlanmaması için uyarmışlardı. İnternette İngiliz Parlamentosu'nda çıkan tartışmayı da izledim. Komikti. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Haklılar bence. Komikti gerçekten. Cameron, bizim ait olduğumuz gruptan değil. Müziğimiz, hiçbir zaman onun temsil ettiği değerlere yönelik olmadı. Elbette müzik, dinlemek isteyen herkes için. Fakat bizim söylediğimiz sözler, yaptığımız müzik, onun gibiler için değil. Bir grup, bir çete vardı ve o düşman taraftı. Bana göre yaptığı, hoş gözükmek adına The Smiths’i kullanmak...

The Smiths'in aktif olduğu döneme ve The Smiths sonrasına ilişkin herhangi bir pişmanlığınız var mı? (Bu soruyu, Mike Joyce'un The Smiths dağıldıktan sonra telif hakkı için Marr ve Morrissey aleyhine açtığı davayı düşünerek sordum. Morrissey, o davayla ilgili olarak, 'The Smiths'i Marr dağıttı, Joyce yok etti' demişti. Joyce, soruyu neyi kastederek sorduğumu anladı.)

Hayır, yaptığım her şeyden mutluyum.

Her şeyi aynı şekilde mi yapardınız?

Kesinlikle. Her şeyi, hiçbir değişiklik olmadan aynen yapardım.

The Smiths dağıldıktan sonra birçok ünlü isimle çalıştınız. Onlarla işbirliği yapmak, The Smiths üyeleriyle çalışmaktan farklı mıydı?

Farklıydı. Bazen onun kadar da heyecan vericiydi. Buzzcocks’la çalışmak harika bir duyguydu. Çünkü benim davul çalma nedenim o grup. Buzzcocks konserine gittiğimde sahnede gördüklerim aklımı başımdan aldı ve bir gruba girmeye o zaman karar verdim. The Smiths’in yeri elbette ayrı. Birlikte olmaktan mutluluk duyduğum insanlarla çok büyük kalabalıklara konser vermek her zaman çok keyifli. Ama ilkler hep daha özel. The Smiths, bu açıdan hepimiz için bir ilkti. Her birimiz kariyerimizde birçok ilki o grupta yaşadık.

Marr, bir röportajında Morrissey'in The Smiths'i dünyadan intikam alma yöntemi olarak gördüğünü, onun için bu grupta yer almanın, binaların camlarını yerle bir etmek olduğunu söylediğini anlatmıştı. Siz de 80'lerde Morrissey kadar öfkeli miydiniz?

Hayır, ben kızgın değildim. Ben sadece davul çalmayı seviyorum. Morrissey’in belagati çok özel. The Smiths’i bu yönünü ortaya koyacak bir vasıta olarak kullanıyordu. Bence bunun hiçbir sakıncası yoktu. Şarkıcıların yaptığı da budur zaten. Ayrıca işini çok iyi yapıyordu. Birçok grubun hiç değinmediği konuları şarkılarda işleyip, kamuoyunun dikkatini çekti. Grupların konuşmaktan kaçındığı konuları gündeme getirmeyi kendi görevi olarak gördü Morrissey. O dönemlerde popüler müzik bu tür meseleleri gündeme getirmek için en iyi araçtı. Morrissey bu yolu çok etkili bir şekilde kullandı.



The Smiths’in verdiği en iyi konser sizce hangisiydi?

Manchester’ın hemen dışında Salford bölgesi var. Oradaki konser unutulmazdı.

Gittim oraya.

O zaman bilirsiniz. Temmuz 1986’da Manchester Central binasında Punk’ın 10 Yılı kutlamaları için etkinlik düzenlenmişti. İlk gün Buzzcocks, New Order gibi gruplar çalmıştı. Ertesi gün de biz küçük bir konser verdik. Oradaki atmosferi anlatmak çok zor. Grupla dinleyiciler arasındaki ilişki normal bir konserdeki gibi değildi; sanki dinsel bir ayin gibiydi. İnsanlar ağlıyordu, aşırı derecede duygusal bir atmosfer vardı.

Geçenlerde bir yerde Morrissey'in "The Smiths'ten daha iyi bir grup çıkacak mı? sorusuna, "Hayır" diye yanıt verdiğini okudum. Katılır mısınız bu görüşe?

Hayır, bence söylediği yanlış. Bugün yeni çıkan grupların The Smiths’ten daha iyi olduğunu düşünenler de var. Müziği bu şekilde tanımlamak zor. Birinci, ikinci diye belirli yerler yok. Birisinin hoşlandığından diğeri nefret edebilir. Müzik dünyasındaki bazı insanlar da The Smiths’i beğenmeyebiliyor.

Bu soruyu sormak zorundayım: The Smiths'in yeniden bir araya gelmesi için umut var mı?

Her zaman böyle bir olasılık var. Çünkü hepimiz hala yaşıyoruz. Şu bir gerçek ki ancak hepimiz sağ olursak bir gün aynı yerde buluşabiliriz...

Ben, The Smiths’i canlı dinlemeyi çok istiyorum.

Bunu çok sayıda insan istiyor. Biliyorum...

18 Temmuz 2010 Pazar

Vitrindeki Abümler 27: FUTURE ISLANDS - IN EVENING AIR


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 18 Temmuz 2010

FUTURE ISLANDS-In Evening Air (Thrill Jockey)

Post-punk ve new wave hayranı mısınız?

New Order’dan Peter Hook’u hatırlatan hipnotize edici bas soundunu seviyor musunuz?

Klavye ve synthleri öne çıkaran new wave ‘den hoşlanıyor musunuz?

Aşk acısını dans sounduyla bütünleştiren şarkılar ilginizi çekiyor mu?

Bu tür şarkıları olağanüstü bir vokaliste sahip bir gruptan dinlemek ister misiniz?

“Evet” diyorsanız, iyi bir önerim var. Hemen Baltimorelu Future Islands’ın yeni albümünü edinin.

Belki ilk dinlediğinizde “Buna benzer şeyler 25 yıl önce yapılmadı mı?” diyebilirsiniz.

Ama zaten günümüzün birçok akımı da o dönemden esinlenmiyor mu?

Önemli olan esin kaynaklarını başarıyla kullanıp yeniden dönüştürmek. Bana göre Future Islands bunu en iyi şekilde yapmış. Onlar müziklerini daha çok post-wave olarak tanımlıyorsa da, açık ki post-punk döneminden hissedilir şekilde etkilenmişler.

Diğer bir önemli bir esin kaynağı da David Bowie. “In Evening Air” adlı parçada bu oldukça belirgin.

Albümü adeta iki kısma ayıran bu kısa enstrümantal parça, bana Bowie’nin “Sunday” adlı şarkısının girişini çok anımsattı. Bir de tabii “Tin Man” isimli şarkı, doğrudan Bowie’ye bir atıf olsa gerek.

Bütün bunları kağıt üzerinde okumak, grup hakkında bir fikir vermiş olabilir. Ancak vokalist Samuel T. Herring’in sesinin etkileyiciliğini yazıyla anlatmaya olanak yok.

Ayrılık acısının verdiği öfkeyi sesine kusursuz yansıtabilen ender vokallerden birisi Herring. Benim gibi çarpıcı vokallerin peşine düşenlerdenseniz, grubun “An Apology” adlı şarkısını dinleyince bana hak vereceksiniz.


/AN APOLOGY/ from 521studies on Vimeo.


-

18 Mart 2010 Perşembe

Piano Magic yine büyüleyecek


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 18 Mart 2010

İstanbul, 19 Mart’ta alternatif müzik sahnesinin önemli bir grubunu ağırlıyor.

Kurulduğu ülke İngiltere’den daha çok Avrupa’nın diğer ülkelerinde kült bir dinleyici kitlesine sahip olan Piano Magic, cuma akşamı Babylon’un konuğu.

Türkiye’de ilk kez 2007’de Radar Live festivalinde dinleyicilerle buluşan Piano Magic, aynı yıl Babylon’da unutulmaz bir konser vermişti. Albümleri ülkemizde bulunmayan bir grup olarak gördükleri ilgi dikkat çekiciydi.

Konsere gelenlerin kaçı daha önce Piano Magic albümlerini dinlemişti bilmiyorum. Ama o akşam salona yayılan enerji öylesine güçlüydü ki, grubun müziklerini ilk kez duyanları bile sarsacak nitelikteydi.

Benzer bir deneyimi, bu kez daha etkili bir şekilde yaşayacağımızı düşünüyorum. Çünkü Piano Magic, bilinen şarkılarının yanı sıra, Ekim 2009’da yayımladığı “Ovations” adlı albümden yeni şarkıları da çalacak. O albüm ki; geçen yılın en iyilerini sıraladığım listede 1 numaradaydı.

Nedir Piano Magic’in müziğini bu kadar iyi yapan?

Grubun kurucusu ve vokalisti Glen Johnson’ın kaleme aldığı, bir duygu ve bilgi birikiminden süzülüp gelen şiirsel şarkı sözleri mi? Yoksa kaliteden hiç ödün vermeyen müzikal duruş mu? Elbette dinler dinlemez insanı içine çeken o müziği yaratan şey, bu ikisinin özgün karışımı...

1996’da kurulduğu günden bu yana, çeşitli müzik tarzlarında ürün veren, deneysel çalışmalara yakın duran bir grup Piano Magic. Organikle elektronik sentezini yansıtan müziklerinin ambient-pop, indietronica, post-rock, ghost rock vb. farklı şekillerde açıklanması da bundan...

Bütün bu tanımlamaların mutlaka ortak bir noktası bulunacaksa, belirgin bir melankolizmden söz etmek gerekir. Müzikleri, açık bir Joy Division etkisinin yanı sıra, etkilendiklerini söyledikleri Dead Can Dance, New Order, The Durutti Column, Disco Inferno, Felt, This Mortal Coil ve Cocteau Twins'in her birinden izler taşıyor.

Şarkılarındaki karanlığın derecesi bazen yoğunlaşsa da, an geliyor bir dinginlik yansıyor melodilerden. İnsanın kendi iç dengesini bulması gibi, onların albümleri de kendi içinde hassas bir denge kuruyor.

Piano Magic’in müziğindeki karanlık, dışarıya yıkıcı bir agresiflik olarak değil, herkesin kendisini yakın hissedebileceği kadar zarif bir hüzün olarak yansıyor...

Örneğin “Ovations”ın açılış parçası “The Nightmare Goes On”da vokalde Dead Can Dance’den Brendan Perry’nin muhteşem sesini duyuyoruz. Perry’nin sesinin titreşimleri, hiç bitmeyen bir kabustan söz edeken bile öylesine ölçülü ki, ancak saygı duyulur bu ustalığa.

March of the Atheists”te din adına yapılan kanlı savaşları anlatan Glen Johnson’ın sesinin sakin kararlılığı da bir o kadar etkileyici...

Cuma akşamki konserde, gruba, vokalde Radar Live'da dinlediğimiz Angele David-Guillou’nun da ipeksi sesiyle eşlik edeceğini belirtmek gerek.

Şu bir gerçek ki; ister vokalli olsun ister vokalsiz, Piano Magic ne çalarsa çalsın, müzikleri adeta büyülüyor dinleyenleri. Glen Johson, yıllar önce “Music won’t save you from anything but silence” adlı bir şarkı yazmıştı. Doğru; ama o rahatsız edici sessizliği bozmak da az şey mi?

_

Grubun son albümünde yer alan "On Edge" adlı şarkının videosu:


Piano Magic : 'On Edge'

Piano Magic | MySpace Music Videos

-

14 Mart 2010 Pazar

Vitrindeki Abümler 10:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 14 Mart 2010

DELPHIC-Acolyte (Chimeric/ Polydor)

Delphic, adeta bir müzik fabrikası işlevi gören Manchester’dan çıkan son gruplardan. Aynı evi paylaşan üç genç müzisyenin kurduğu grubun bu ilk çalışması, yılın en merakla beklenen albümlerinden birisiydi.

BBC’nin yıl başında açıkladığı Sound of 2010 listesinde de yer alan üçlü, dans-rock türündeki albümü “Acolyte” ile beklentileri boşa çıkarmadı.

Ocak ayında henüz albüm çıkmadan önce grup hakkında yazdığım bir yazıda, dans müziği ile rock karışımının yeni bir şey olmadığını söylemiş ve “Bakalım Delphic gitarla elektronikanın buluşmasını nereye kadar geliştirecek?” diye sormuştum.

Yanıtımı aldım. “Acolyte”, yılın en yaratıcı albümü değil; ama dinlemesi zevkli başarılı bir çalışma. İçinde daha önce duyduğumuz çok tanıdık ses var. Örneğin ilk anda akla, Manchester'ın en ünlü gruplarından New Order ve 20 yıl önceki Madchester sahnesindeki gruplar geliyor.

Yer yer Underworld, Bloc Party ve Orbital esintileri de hissediliyor albümde.

Ancak bu esinlenmeler, şarkılara ustalıklı bir şekilde yerleştirilerek, çeşitlilik yaratılmış. Şarkı sözleri dokunaklı olsa da, canlı perküsyonun da katkısıyla, genel havası yüksek tempolu bir albüm çıkmış ortaya.

Grup elemanları yaptıkları müziği, “alternatif rock ile stadyum teknosunun bir karışımı” diye anlatıyor. Gerçekten de, “Acolyte”, yalnız dans pistlerini değil, stadyumları da coşturabilecek şarkılarla dolu.

Yazın hareketli günlerine eşlik edebilecek, enerjik bir albüm arıyorsanız, “Acolyte” iyi bir seçim.

Albümde yer alan "Counterpoint", "Doubt" ve "This Momentary" adlı parçaların video kliplerini aşağıda izleyebilirsiniz.


DELPHIC - Counterpoint from Jean Demery / Handz.tv on Vimeo.



Delphic - Doubt from Modular People on Vimeo.



Delphic - This Momentary from Delphic on Vimeo.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Alkışlar Piano Magic’e!


OKUYUCULARA NOT: Bugünkü Cumhuriyet Hafta Sonu'nda yayımlanan yazımda teknik bir hata olmuş ve yazıda geçen hiçbir "ş", "ğ" harfi ve kesme işareti basılmamış. Okunması çok güçleşmiş yazının... Nasıl olmuş bilmiyorum ama çok üzgünüm... Yazıyı bloga koyuyorum.

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 7 Kasım 2009

2009 bitmedi ama ben bu yılın en iyi indie rock albümünü ilan ediyorum. Kalan 54 günde daha iyi bir albüm çıkmazsa; ki çıkacağına dair bir beklentim yok, benim bu kategori için adayım, "Ovations". Piano Magic, yeni yayımlanan bu albümüyle, adı gibi coşkulu bir alkışı hak ediyor.

Ülkemizde de yakından tanınan gruplardan biri Piano Magic. İki yıl önce Radar Live festivalinde verdikleri kısa konserle dinleyicileri büyülemişlerdi. Sonra Babylon’da dinledik onları.

Babylon’un 10. yıl kitabında, bazı kişilere o salonda görüp unutamadıkları konseri sormuşlar. Bana sorulsaydı, Piano Magic derdim. Müziklerinin yansıttığı içtenlikten çok etkileyiciydi. Aynı hissi “Ovations”ı dinlerken de hissettim.

Albüm, İngiltere’de tam bağımsız bir plak şirketinden çıktığı için ülkemizde satılmıyor. Make Mine Music adlı bu plak şirketinin sahibi sanatçıların kendisi. Herkes albümünün yapım masraflarını tümüyle kendisi karşılıyor ve elde edilen bütün geliri de kendisi alıyor. Tam bağımsız dememin nedeni bu.

Ancak albüm Türkiye’de satılmasa da, internet üzerinden CD ya da MP3 olarak almak olanaklı. Ben de öyle yaptım.

DEAD CAN DANCE ETKİSİ

Gelelim Ovations için neden bu yılın en iyi albümü dediğime... Piano Magic’in 10. stüdyo çalışması bu albüm ve bugüne kadar yayımladıklarının içinde en dinamik olanı. 80’lerin Manchester soundunu başarılı bir enstrümantasyonla günümüze taşımışlar. Bunu yaparken de, indie rock soundunu Ortadoğu ve Akdeniz ile buluşturmuşlar.

Bana birçok şarkıda Joy Division ve New Order’ı hatırlattı albüm. Zaman zaman Depeche Mode yansımaları da geldi kulağıma. Ama işin ilginci, albümü dinlerken sadece 80’lerin Manchester soundunu duymuyorsunuz; duyduğunuz şey, bir tür Joy Division ve Dead Can Dance bileşimi...

Bunun gerisindeki en önemli neden, bu albümde gruba katılan iki efsanevi müzisyen: Gotik çağın müziklerini günümüzün ritim ve perküsyon aletleriyle yeniden yorumlayan ünlü grup Dead Can Dance’den Peter Ulrich ve Brendan Perry.

Peter Ulrich’in perküsyondaki yeteneği ve Brendan Perry’nin hafızalarımızdan hiç çıkmayan sesi, albüme çok şey katmış. Santur, viyolonsel, çello, analog synth, gitar, piyano, darbuka, orkestra çanı, clave, bas ve davul, flamenko ile özdeşleşen el çırpmalarla birleşince ritmik ve canlı bir albüm çıkmış ortaya.

Brendan Perry'nin seslendirdiği iki şarkı, “You Never Loved This City” ve “The Nightmare Goes On”, özellikle Tindersticks sevenleri mest edebilecek türden çok etkileyici şarkılar. (Grubun Myspace sayfasında bu şarkıları dinleyebilirsiniz. www.myspace.com/lowbirthweight ) Perry, bu albüme katkıda bulunduğu için çok mutlu; uzun zamandır duyduğu en iyi müziği Piano Magic’in yaptığını söylüyor.

ATEİSTLERİN YÜRÜYÜŞÜ

Bir Piano Magic albümü, sözleri incelenmeden anlaşılmaz. Çünkü vokalist ve şarkı sözü yazarı Glen Johnson, günümüzün en şair ruhlu müzisyenlerinden birisidir. Yazdığı sözlere farklı anlamlar katıp düşündürür, sözcüklerle oynar, çeşitli metaforlar kullanır...

Bu albüm de yine melankolik ve nostaljik. Kendisiyle yaptığım bir röportajda, şarkı yazarken hayatının hayaletlerinden kurtulmaya çalıştığını söylemişti Johnson. O çabasına yine devam ediyor. Bu defa kurtulmaya çalıştıklarının arasında dinci yobazlar da var.

March of the Atheists” adlı şarkıda, “Senin inançlı olduğunu kabul edebilirim / Ama sen de benim öyle olmadığımı kabul etmelisin” diyor. El çırpmalar yaylılarla karışırken, “Kalbinde tanrı var ama ellerin kan içinde” diyerek, din adına yapılan savaşlara ağır eleştiriler getiriyor.

Albümdeki en dikkat çeken parça “The Faint Horizon”, hayatı yakalamaya çağırıyor insanları... Gençlik geleceği düşünerek, yaşlılık da gençliğe duyulan özlemle harcanıyor; sonunda da hayat ıskalanıyor diyor...

Synth ve gitarların baskın kullanıldığı “On Edge”, albümdeki en elektronik şarkı. Benim favorimi soracak olursanız, “The Blue Hour” derim. O kadar çok Joy Division’ı hatırlattı ki takılıp kaldım...

Albümde fark ettiğim bir değişikliği de söylemeden geçmeyeceğim. Bu defa yağmurdan hiç söz etmemiş Glen Johnson. Rüzgâr var, bulut var, deniz var ama yağmur yok... Oysa Piano Magic şarkılarında sık sık yağmur yağardı...

Bu arada, albüm kapağındaki resmi bulmak için grupla temas kurdum. Glen Johnson'ın kendisinden bir e-posta geldi. Şöyle diyor mesajında: “Belki yakında yine Türkiye’ye geliriz." Konser organizatörlerine hatırlatmak isterim; Piano Magic albüm tanıtımı için Avrupa turunda... İstanbul'da yine coşkulu bir şekilde alkışlayabilir miyiz onları?

20 Mayıs 2007 Pazar

Mr. Hook’a Takılın!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/19 Mayıs 2007



Bu yazıyı Joy Division ya da New Order hayranları için yazmıyorum. Onlar zaten 25 Mayıs akşamı İstanbul’da nerede olacaklarını biliyorlar. Çünkü o gece Babylon’un DJ’i Peter Hook! Kimdir Peter Hook? Post-punk döneminin efsanevi gruplarından Joy Division’ın kurucularından birisi ve basçısı. 80’lerin alternatif dans müziğini yönlendiren New Order’ın kurucusu ve basçısı. Ritmik ve melodik çalışıyla son 20 yılın en ilham verici basçılarından biri. Soyadı, “kanca, çengel” anlamına geldiği için, Hook olarak anılan müzisyen. Ve bütün bunların yanı sıra, bana göre bugüne kadar kaydedilmiş en güzel şarkı olan “Love Will Tear Us Apart”taki katkısı nedeniyle de özel bir değere sahip.

İstanbul’da Bir Peter Hook Gecesi

Peter Hook, 2002 yılından bu yana New Order’la olan çalışmalarının ve diğer projelerinin yanı sıra, DJ’lik de yapmaya başladı. Aslında garip bir rastlantı mı bilinmez ama Manchester doğumlu basçıların çoğunun (Primal Scream’den Mani ve The Smiths’den Andy Rourke gibi) ilerleyen yaşlarında DJ’liğe soyunmaları kimilerince tuhaf karşılanıyor. 46 yaş, DJ’liğe başlamak için biraz geç görülebilir, ama bana kalırsa bu, Peter Hook’un içindeki müzik tutkusunun da çarpıcı bir göstergesi.

Hook, bugün 51 yaşında ve dünyanın birçok yerine gidip DJ olarak performans gösteriyor. Üstelik İnternet üzerindeki Myspace’deki sitesinde, önümüzdeki günlerde gerçekleştireceği performanslardan birisinin biletlerinin tamamen satıldığını sevinçle yazacak kadar da alçakgönüllü. Ben onun bu tavrına bizzat şahit oldum. Peter Hook, geçen yıl Karaköy’deki Liman Lokantası’nda yine DJ’lik yapmıştı. Joy Division’a olan özel ilgim nedeniyle, o geceyi büyük bir sabırsızlıkla beklemiştim. Fakat benim heyecanımın nedeni, bir insana ya da sanatçıya olan hayranlıktan değil, özellikle bir şarkıya olan bağlılıktan kaynaklanıyordu. “Love Will Tear Us Apart”ı Peter Hook çalarken dinleyecektim!

Etkinlik başlamadan önce, Liman Lokantası’nın balkonunda durmuş o güzelim manzarayı izlerken bir de baktım ki, Peter Hook da yan balkonda! Yanına gidenlerle konuşuyor, albümleri imzalıyor. Sonunda DJ platformundaki yerini aldığında, beni şaşırtan bir şekilde mekan ancak yarı yarıya dolmuştu. Bunda belki de Liman Lokantası’nın büyüklüğü etkili olmuştu ama ben halimden çok hoşnuttum Peter Hook, o gece punk, rock, house ve dans müzikten birçok parçayla birlikte Joy Division’ın ve New Order’ın şarkılarını da çaldı. Aslında tam olarak arabada ne dinlemekten hoşlanıyorsa onu çalıyor gibiydi. Yüksek tempolu ve hızlı şarkılar...

Gece ilerledikçe kalabalık azalsa da, o çalmaya devam etti. Israrlar üzerine “Love Will Tear Us Apart”ı tekrar çaldı. Herkes hem dans ediyor, hem de hep bir ağızdan şarkıya eşlik ediyordu. Peter Hook, yaptığı işten öylesine zevk alıyordu ki, fotoğrafı çekilirken durup poz veriyor, insanlarla şakalaşıyor ve dans edenlere eşlik ediyordu. Daha önce hiç tanık olmadığım kadar interaktif bir DJ performansıydı. Bir röportajında okumuştum, DJ kabininin dünya üzerinde en yalnız hissedilecek yerlerden biri olduğunu; çünkü yanlış yapmanız durumunda yanınızda sığınabileceğiniz hiçbir insan olmadığını, gitarınızın ardına saklanamayacağınızı ve bütün dikkatlerin sizin üzerinizde toplanacağını söylüyordu. Fakat kanımca Peter Hook, İstanbul’daki o gece kendisini hiç yalnız hissetmedi.

Saatler ilerledikçe etraftaki insan sayısı iyice azaldı; 10 kişi kadar kalmıştık ama o hala çalıyordu. Gerçek olamayacak kadar garip bir durumdu. Adeta Liman Lokantası’nda 10 kişilik özel bir parti veriyorduk ve DJ’imiz dünyaca ünlü efsanevi bir müzisyendi. O gece insanlar dans etmekten, Peter Hook çalmaktan yorulmadı. Sabaha karşı salondan ayrılırken yine albümleri imzalayıp espriler yaptı.

25 Mayıs Cuma gecesi Babylon’da yine çok eğlenceli bir gece yaşanacağından hiç kuşkum yok. Bu defa mekanın sıcak atmosferinin katkısıyla, daha da dinamik bir hava olacağını düşünüyorum. Sözün kısası; eğer Joy Division ve New Order şarkılarını seviyorsanız, ne yapın edin ve bu geceyi kaçırmayın. Bu gruplara pek aşina değilseniz de, sıra dışı bir gece yaşamak istiyorsanız, Mr. Hook’a takılın.

13 Mayıs 2007 Pazar

Piano Magic, Radar Live’ın konuğu!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/12 Mayıs 2007



Radar Live Festivali’ne az kaldı! 29 Haziran-2 Temmuz tarihleri arasında İstanbul Kilyos Solar Beach’te yapılacak festivalde üç ayrı sahnede, 100’e yakın yerli, yabancı grup ve DJ performans sergileyecek. Bunların arasında en heyecanla beklenen gruplardan birisi de, yaptıkları müzik indietronica ve post-punk olarak tanımlanan Piano Magic. 1996 yılında Londra’da kurulan grubun tek sürekli üyesi ve beyni, vokalist/gitarist Glen Johnson. Aynı zamanda şarkı sözlerini de yazan Johnson sorularımı yanıtladı.

Piano Magic, değişik türlerde albümler yapan, hatta aynı albüm içinde bile birbirinden farklı türlerde şarkılara yer veren bir grup. Bunun belli bir amacı var mı?

Bence müzik yaparken en önemli şey, hiçbir önkoşul koymamaktır. Kendi kendinizi önceden, “Ben bunu ya da şunu yapmam” şeklinde sınırlandırırsanız, o zaman tekrar tekrar aynı albümü yapma tehlikesi içindesiniz demektir. Travis’in yaptığı gibi… Açık ki, Travis’in albümlerinin çok satma nedeni de o; çünkü bir tür güvence bu. Ne dinleyeceğinizi önceden bilmek istiyorsanız, Travis albümü; daha maceracıysanız, Piano Magic albümü almalısınız. Biz hiçbir zaman bir albüm yapmadan önce oturup, “Bu albümde reggae ve biraz da heavy metal olacak” demedik. Albüm yapma süreci, tamamen organik bir şekilde kendiliğinden gelişiyor.

Piano Magic’in müziği üzerinde en çok etki yapan grup ya da müzisyenler kimler?

Bu soruyu grubun diğer üyelerine de sormak gerekir ama ben kişisel olarak Felt, The Durutti Column, Dead Can Dance, Disco Inferno, New Order, Joy Division, Dif Juz, 80’lerden 4AD ve Factory Records’u sayabilirim.

Kimi şarkılarınız Brian Eno’yu andırıyor. Müziğinizde adeta hayalet gibi gezinen atmosferik bir hava var. Bunu nasıl yaratıyorsunuz?

Eno’nun ambient tarzındaki çalışmalarını çok seviyoruz ama dediğim gibi, bu organik bir süreç. Müziğimizde doğrudan hislerimizden kaynaklanan ve adlandıramadığımız ruhani bir dokunuş var. Sadece dans ettirmeye yönelik ve dinlenildikten sonra hemen unutulacak türden müzikler yapmak amacında değiliz. İnsanları etkileyecek ve biz ortadan kaybolduktan sonra bile onların hayatında var olmaya devam edecek bir şey yaratmayı istiyoruz. Diğer yandan, benim geçmişe ve eski ilişkilere, yani “hayatımın hayaletleri”ne yönelik pek de sağlıklı olmayan bir tür takıntım var. Bu da, açıkçası, albümlerimizdeki o sözünü ettiğiniz havayı yaratmada etkili oluyor.

Şarkı sözlerinizde çoğunlukla, sona eren aşklar, kendi kendine karşı çıkış, yalnızlık, melankoli, geçmişe ve geleceğe karşı duyulan korku gibi konuları ele alıyorsunuz. Bunun özel bir nedeni var mı?

Bazı müzisyenlerin şarkı yazarken mutluluktan çok etkilendiğine eminim. Fakat ben mutluyken sadece mutlu olmaya odaklanıyorum. Ancak eğer iyi hissetmiyorsam, o zaman kalemi kağıdı alıp bir şeyler yazıyorum ve peşimi bırakmayan o hayatımın hayaletlerinden kurtulmaya çalışıyorum. Tarihe bakacak olursanız, bu aslında birçok besteci için de böyle olmuştur. Eminim, hiç kimse Piano Magic’in “Wake Up Boo” versiyonunu duymak istemez!

Sizi modern hayat konusunda en çok dehşete düşüren şey ne?

İnsanların birbirine saygı göstermesi konusunda çok duyarlıyım. Fakat öyle görünüyor ki, insanlar farklılıklar karşısında konuşup anlaşmak yerine şiddete başvurmayı seçiyorlar. Dünya çok kirli, çirkin, depresif, gürültülü, vahşi ve çok pahalı. Burada farklı bir şey söylemediğimi biliyorum, ama sorduğunuz için bunları anlatıyorum. Fakat beni yanlış anlamayın; bütün gün oturup yaşlı bir adam gibi her şeyden yakınmıyorum… Aslında hayır, aynen öyle yapıyorum!

Şarkı sözleriniz üzerinde etkisi olan herhangi bir şair var mı?

Şair? Morrissey. Eğer müzisyen olmayan şair demek istiyorsanız, aslında çok fazla okumadığımı itiraf etmek zorundayım. Bukowski, Brautigan, Kerouac ve Hamsun’un dışına pek çıkmıyorum. Onların da yazdıklarım üzerinde gerçekten etkili olduklarını söyleyemem. En büyük ilham kaynağım kuşkusuz kendi hayatım. Korkunç bir nostalji düşkünüyüm; daima geçmişteki şeylere dönüp neyin neden yanlış gittiğine bakıyorum.

Şarkılarınızda sık sık yağmur sözcüğü geçiyor. “Disaffected” adlı şarkınızda da, yağmurun sizi mutlu ettiğini söylüyorsunuz. Nedeni bu mu?

Yağmur yağdığında herkes kaçarken ben dışarı çıkıp içine dalarım. Öyle güzel, arındırıcı ve yaşam dolu ki! Ayrıca sokakları sakinleştirmesine de bayılıyorum. Sessizliği çok seviyorum.

Yakında “Part Monster” adlı yeni albümünüz çıkıyor. Bu albümün belli bir konsepti var mı?

“Part Monster”, “Incurable” adlı şarkımızın bir uzantısı aslında. Toplum dışına itilenin içinde bulunduğu kötü durumu ele alıyor. Doktorlar bile ona ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar. Bir bakıma da, benim Joseph Merrick’e (19. yüzyılda yaşamış, genetik sorunları nedeniyle fiziksel görünümü aşırı derecede bozuk olan olan ünlü kişi) merakımdan kaynaklanıyor. Görünümünün korkunçluğuna karşın, etrafındakiler tarafından kendisine öyle büyük merhamet gösterilmiş ki, Whtechapel Hastanesi’ne kabul edilmiş. “Part Monster” gerçekte, bir türlü baş edemediğimiz o iç karartıcı tarafımızı konu alıyor. Hepimizin böyle bir tarafı var…

Son 10 yılda müzikal kariyerinize bakınca, sizi müzik yapmaya yönelten temel etken ne?

Duramayız ki, bu bizim kanımızda, kemiklerimizde olan bir şey. Ben, sevdiğim grupların çoğu ortadan kalktığı sırada, kendi plak koleksiyonumdaki boşluğu doldurmak için bu grubu kurdum. 1992’den sonra bana göre heyecan verici pek bir şey olmadı. Yalnızca Björk ve Aphex Twin beni memnun ediyor. Yani sınırları zorlayıp farklı bir şeyler yapmaya çalışan ama aynı zamanda ulaşılıp anlaşılabilir olanlar. Fakat son dönemdeki itici gücüm, müzik yapmaya olan sevgim. Bana bir ay kadar kısa bir süre öncesinde bile İstanbul’da çalacağımızı söyleseydiniz, size inanmazdım. Bana göre bu grup, harika insanlarla tanışmak ve normalde göremeyeceğimiz birçok şeyi görmek için muhteşem yerlere davet edilmemizi sağlayan bir araç. Bundan hiç vazgeçebilir miyim?

Sizi “Chomsky Akıllılar” olarak tanımlayabilir miyim? (Bunu soruyorum. Çünkü “The Canadian Brought Us Snow” adlı şarkılarında Noam Chomsky’ye atıf yapan bu yönde bir ifade var.)

Kesinlikle hayır. Biz dahi değiliz! Biz sadece dürüst, alçakgönüllü ve çok iyi eğitimli olmayan romantikleriz. 1 Temmuz’da İstanbul’da görüşmek umuduyla! (Glen Johnson bunu söylerken gülüyor, yanıta da ben gülüyorum. Çünkü Johnson, roman yazabilecek kadar yetenekli ve oldukça iyi eğitimli, gerçek bir sanatçı.)

-

31 Mart 2007 Cumartesi

Bu Kasabian Başka!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/31 Mart 2007



Kasabian’ı bilir misiniz? Hayır, 60’lı yılların sonunda Amerika’nın en karanlık isimlerinden Charles Manson’ın kurduğu hippi komününün içinde yer alan Linda Kasabian’dan değil, ismini ondan alan İngiliz rock grubu Kasabian’dan söz ediyorum.

Grup üyeleri, sadece kelimenin telaffuzunu beğendikleri için bu ismi seçmişler. Açıkçası, bir grup için biraz garip bir isim tercihi, ama belki de istedikleri bu yolla dikkat çekmekti ve bunu fazlasıyla başardılar.

Onları hala hatırlamadıysanız, bir ipucu daha: Geçen yaz Rock ‘N Coke Festivali kapsamında konser veren ve solistleri Tom Meighan’ın belirgin İngiliz aksanıyla sürekli “İstanbul” diye bağırdığı grup vardı ya? İşte o.

Son yıllarda parlak bir çıkış yapan Leichesterlı ilginç bir grup Kasabian. Müzik dünyasının ünlüleriyle girdikleri polemiklerle sık sık müzik dergilerinde gündeme geliyorlar. Neyse ki, Oasis’in tam onayını almış durumdalar. Hatta Noel Gallagher, bir konserde sahnede gruba eşlik bile etti. Kendilerinden bahsederken hiçbir zaman alçakgönüllü olmadılar. Bu tavırları, kimilerince ukala bulunup eleştirilse de, onlar hiç geri adım atmadılar.

Üstelik, “Empire” adlı yeni albümlerinin, Oasis’in 1994’te yayımladığı “Definitely Maybe”den bu yana yapılmış en iyi albüm olduğunu bile söylediler. Nasıl tepki çektiklerini tahmin edersiniz herhalde.

FARKLI TÜRLERDE DENEYSEL BİR MACERA

Bir milyona yakın satılan ilk albümlerinin getirdiği başarının ardından yayımladıkları bu ikinci albümleri şubat ayında ülkemizde de satışa çıktı. Kasabian, acid rock ile electronica’yı karıştıran tarzı nedeniyle benim de ilgi alanıma giriyor. Müzikleri sık sık Primal Scream’e de benzetilen grubun, hayranları arasında Bobby Gillespie’nin de olması boşuna değil demek ki.

Müziklerindeki benzerliğin yanı sıra, müzik üretimine yaklaşımlarındaki tercihin de aynı oluşu dikkat çekici. Kasabian da Primal Scream gibi, farklı müzik türlerini denemekten hiç kaçınmıyor. “Neden tek bir müzik türüne takılıp kalalım ki? Farklı türleri bir araya getirmekten ya da farklı davul seslerini kullanmaktan korkmuyoruz” diyorlar. Bana çekici gelen de bu. Nedense, genellikle müzisyenlerin bir albüm yaparken tek bir tür içinde kalması sanki daha uygun görülür. Oysa, iyi bir müzisyenin çeşitliliği denemesi çoğunlukla olumlu sonuçlar yaratıyor.

“Empire”ı dinlediğinizde, hem Led Zeppelin, Oasis ve Primal Scream ve John Lennon’dan, hem de DJ Shadow, Chemical Brothers, Fatboy Slim, New Order ve Muse’dan izler buluyorsunuz. Her şarkının ayrı bir havası var.

Daha önce Editors ve Arctic Monkeys gibi gruplarla çalışmış olan Jim Abbis’in prodüktörlüğü üstlendiği albüm, 70’leri anımsatan rock şarkılarını, akustik baladlar ve techno müziğe özgü vuruşlarla dengeleme başarısını gösterebilen, deneysel bir çalışma olarak tanımlanabilir.

Tabii, bu farklı müzik denemelerini, “grubun henüz kendi tarzını bulamadığı” şeklinde yorumlayanlar da var, ama bence tam tersi; bu bir arayış değil, grubun bilinçli olarak tercih ettiği bir yol.

SAVAŞI DURDURUN! HEPİMİZ HARCANIYORUZ!

Kasabian, bana kalırsa, John Lennon’ı anımsatan “British Legion” gibi baladlardan daha çok, “Stuntman” gibi indie rock ile acid house tınılarını birleştiren enerjik şarkılarda daha başarılı. Nitekim, albümün bir diğer dikkat çekici şarkısı, bas gitarın vurucu seslerini elektronik seslerle bütünleştiren “Sun Rise Light Flies”. Tam bir kitle coşturma şarkısı. Kralların gelip geçici olduğunu haykıran, “Shoot The Runner” da özellikle gitar seslerinin öne çıktığı aynı türden bir şarkı.

Albüme adını veren “Empire” ise, içindeki tempo değişiklikleri nedeniyle, ancak birkaç kere dinlenildiğinde oturuyor. İlk single olarak yayımlanan bu şarkı, savaş karşıtı sözleri ve grup elemanlarının Kırım Savaşı’ndaki askerler gibi gözüktükleri video klibiyle de çok konuşuldu.

Çünkü, habercilik yapan küçük çocuğun vuruluşuyla başlayan klip, meydana gelen yıkıma ve ölümlere karşı “Durun! Hepimiz harcanıp gidiyoruz!” diyerek savaşmayı reddeden askerin kendi komutanı tarafından öldürülüşüyle devam ediyor ve en sonunda ekranda “Dulce et decorum est pro patria nori” yazısı beliriyor.

Bu, Romalı şair Horace’in “Odes” adlı şiirinin bir mısrası. Türkçe’de “Vatan için ölmek tatlı ve yüce bir şeydir” anlamına geliyor. 1. Dünya Savaşı sırasında asker olan ve ateşkese bir hafta kala meydan savaşında ölen İngiliz şair Winfred Owen, bir şiirini bu sözün koca bir yalan olduğunu söyleyerek bitirmişti.

Bütün şarkıları, gruba gitar, synth ve arka vokallerde eşlik eden Sergio Pizzorno’nun yazdığı albümün tek konusu savaş değil elbette; yalnızlık, korkular, aşk ve gözyaşları da var.

Kasabian, henüz yedi yıllık genç bir grup ama bu ikinci albümüyle indie rock gruplar arasındaki yerini sağlamlaştırdı. “Empire”, cesaretle, farklılıkları denemekten korkmadan yapılmış, dinamik ve eklektik bir albüm. Kim ne derse desin, onlar diyor ki, “Bizi sevebilir ya da nefret edebilirsiniz ama bizi görmezden gelemezsiniz.” Bilmem siz ne dersiniz?

Translate