Low etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Low etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2015 Perşembe

LOW İLE DİNGİN BİR AKŞAM


22.1.2015

Son yıllarda konser yazılarımı ülkedeki gündemden bağımsız olarak yazamaz hale geldim. Öylesine ağır bir hava var ki ülkede onu bir yana bırakıp konser salonlarına koşarak gidiyor ve dünyayı unutup sadece müziğe odaklanmak istiyorum. Ama bazen başaramıyorum bunu. Dün Ali İsmail Korkmaz'ın katillerine 'iyi halden' ceza indirimi yapıldı! Herkesin gözü önünde bir hayatı söndürmenin bu kadar kolay olmasına karşı duyduğum öfke ile gittim Salon'a. O öfkenin bedenimde açtığı yaranın üzerine sürülecek bir merheme ihtiyaç vardı. O yara hiç geçmeyecek elbette ama hayatta kalmaya devam etmek için gerekli... Benim bildiğim, ruh yaralarının en etkili merhemi müzik. Dün akşam Low'un şarkılarının da böyle bir işlevi vardı vardı benim için.

Salon'da verdikleri ilk konserde, Alan Sparhawk (gitar/vokal), Mimi Parker (davul/vokal) ve Steve Garrington'dan (bas gitar) kurulu üçlü, olabildiğince sakin bir şekilde sahneye gelip, dinleyiciyi yalın tınılar ve duru vokalle yarattıkları Low soundunun içine çekti. Mimi Parker'ın orta ölçekli davul seti ile kendini öne çıkarmadan ama yerini de belli ederek yarattığı sesler, ilginç bir şekilde müziğin karakterinde belirleyici unsur. Gitar ile davulun diyaloğu, Sparhawk ile Parker'ın birlikte seslendirdikleri şarkılarda vokaller arasındaki uyum kadar içten. Low'un müziği neden insanın içini ısıtıyor diye sorarsanız, temel nedeni bu uyumla sağlanan içtenlik derim. Bunun ardında da, müziğin minimal karakterinin yattığına dair bir düşüncem var.

İkinci şarkı olarak 2013 tarihli albümleri "Invisible Way"den "Plastic Cup"ı yorumladı grup. Sparhawk'ın içinde bulunulan duruma bakıp geleceği yorumladığı, sonra da dışardan bakıp fikir beyan eden yorumculara dönerek, "Belki de sen de kendi şarkını yazmalısın!" diye sitemde bulunduğu ilginç bir şarkı bu. Ardından gelen iki şarkı da aynı albümdendi; önce "On My Own'u, sonra ana vokali Mimi Parker'ın üstlendiği "Holy Ghost"u dinledik. Böylece konser boyunca "Invisible Way"de yer alan üç şarkıyı konserin başında çaldılar.



Low şarkılarının tümü yavaş bir tempoyla başlayıp aynı şekilde devam etmiyor; kimi zaman her şey sakin görünse de giderek bir drone'a dönüştüğü anlar da var ve o anlarda sanki gözünüzün önünden güçlü bir akıntı geçip gidiyor, "Monkey" de bunlardan birisi; şarkıdaki ihtirası yansıtan bu tercih, Low'un zaman zaman başvurduğu etkili bir yol.

Konser sırasında müziğe ekranda boş tarlalar, gökyüzü, manzara görüntüleri eşlik ediyor ama büyük kısmı belli belirsiz. Kurgulanmış bir hikaye anlatmak amaçlanmamış açık ki; müziğin oluşturduğu atmosfere uygun düşebilecek bağımsız imajlar seçilmiş. Ara sıra gözüm kaydığında kuşları uçarken gördüm; her daim insanı rahatlatan bu görüntü, müzikle buluşunca ayrı bir huzur verdi.



Dün Salon'daki konser sırasında dinleyicilerden birisi, istek şarkılarının adını bağırınca, ilgisiz kalmadı Alan Sparhawk. Hatta bir başka dinleyici de "Lazy"i isteyince ona dönüp, "Sadece o arkadaş seçiyor istekleri," diye espri de yaptı. Ama sonunda ikisinin de taleplerini yerine getirdi. "Death of a Salesman"i de, en sevdiğim Low şarkısı "Lazy"i de canlı dinledik. Bana göre konserin en güzel anları da, 1994 tarihli ilk albümleri "I Could Live in Hope"da yer alan "Lazy"i biste seslendirdikleri dakikalardı.

Eğer Low konserine gidiyorsanız, müziğin karakteri gereği, grup çalarken yüksek sesle konuşarak gürültü yapmamanız gerektiğini de bilmelisiniz. Dün akşam müziğin kırılganlığını incitecek tavır içinde olanlar az da olsa vardı ne yazık ki. Bu durumu söyleye söyleye, yaza yaza bir gün aşacağız diye umuyorum. Bununla birlikte, Sparhawk'ın gitarının teli koptuğunda sessizce yeni teli takmasını bekleyenler de çoğunluktaydı. Sonuçta güzel bir konserdi ama ben "Lazy"den sonra Marmaray'ı yakalamak için konserden ayrılmak zorunda kaldım. Dünyanın en büyük metropollerinden birinde raylı sistemler gece 12'ye kadar çalışıyor. Konser bitti, geldik yine gerçek dünyanın dertlerine...

Indie rock'ın emektar grubu Low, bu akşam da Salon'da. Gündüz saatlerinin kaosundan kurtulup dingin bir müzik gecesi geçirmek isteyenler kaçırmasın.

No comprende - Plastic Cup - On My Own - Holy Ghost - Monkey - Soon - Words - Point of Disgust - Death of a Salesman - Pissing - Spanish Translation - Especially Me - Dinosaur Act - Landslide // Lazy 


 
(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

-

7 Nisan 2013 Pazar

Low - The Invisible Way (Sub Pop)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 7 Nisan 2013


Amerikalı indie rock grubu Low’un onuncu stüdyo albümü “The Invisible Way”, hayranlarını ikiye ayırmış görünüyor. Albümü vasat bulanlar olduğu gibi, grubun her zamanki içtenliğini müziğine yansıttığını söyleyenler var. Low, bağımsız plak şirketi Kranky Records’dan ayrılıp indie rock’ın güçlü destekleyicilerinden Sub Pop’a geçtiği 2004 yılından bu yana, müziğine bazı yenilikleri enjekte etme deneyimleri yapıyor. 2005’te çıkan “The Great Destroyer”, rock soundunun daha belirginleştiği bir albümken, bir kilisede kaydedilen 2011 tarihli “C’mon”da post-punk rotasına yöneliş dikkat çekmişti.

Aslında grup 1993’te kurulduğundan bu yana, hemen her albümlerinde benzer bir altyapı olmasına karşın, hiçbiri bir diğerinin tamamen aynısı değildi. Her zaman bağlı oldukları dini referansları da olan derin sözleri, minimal gitar tınılarıyla işleyen yavaş ritimli şarkılar yaptılar. Yeni albümlerinde de aynı yolu izlemişler ancak bu kez başrolde piyano var, gitar ise büyük ölçüde akustik gitar. Bir diğer yenilik ise, Alan Sparhawk’ın vokaldeki ağırlığının belirgin şekilde azalması ve eşi Mimi Parker’ın öne çıkması. Önceki albümlerde 1 ya da 2 şarkıda ana vokali üstlenirlen bu kez 11 şarkının 5’ini o söylemiş. Bunun sounda etkisini heyecanla karşılayanlar olsa da, bence albümün en güzel şarkıları yine Alan Sparhawk’ın söyledikleri.




Dingin melodilerin çevresinde akıp giden folk şarkıları, grubun son birkaç albümünde duyduğumuz sound yerine, daha çok ilk dönemdeki yalın çalışmalarına yakın duruyor. Sparhawk’ın ana vokalde, Parker’ın geri vokalde yer aldığı “Amethyst” ve “Mother”da davul sesi çok minimal düzeyde kullanılmış, ikilinin sesleri arasındaki uyumun en çarpıcı şekilde ortaya çıktığı şarkılar da bunlar.

Albümün çok usulca ilerleyen ritmi, yalnızca “Just Make It Stop” ve “On my Own” adlı iki şarkıda olumlu yönde bozulup hareketleniyor; ritim hızlanırken elektro gitar devreye giriyor. Fakat albümün bütününe baktığımızda tekdüzeliğe düşülen anlar da yok değil. Açılıştaki “Plastic Cup” ve sonrasında “So Blue”, “Waiting” gibi şarkılar duraklatıyor albümü. İlginç bir şekilde Low’un albümlerinde sık rastlanan bir durum bu; arada mutlaka ihmal edilebilir birkaç şarkı oluyor.

“The Invisible Way”, Low’un kariyerinin en iyisi olmasa da dürüstçe insanlığa dair hem iyi hem de kötü yanları dile getirdikleri, 20 yıldır inandıkları yoldan dönmedikleri bir albüm. Yine savaşlar, drug, aşk ve ilişkilerdeki yakınlıktan söz ediyorlar ama bu kez daha rahatlamış bir ruh hali içindeler gibi geldi bana. Sonuçta dinlediğimiz bir Low albümü ve her zamanki gibi şarkılara kendi karakteristik özelliklerini yansıtmışlar: İnsan ruhuna doğru ılık bir his geçiyor melodilerden. Nice yıllara Low!




_

2 Eylül 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 130: Swans - The Seer (Young God)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 2 Eylül 2012

Adını, hemen herkesin sevdiği, zarif görünümlü bir hayvandan, kuğudan alan bir müzik grubunun şarkılarının da ona uygun olarak çoğunluğa hitap edeceğini düşünenler olabilir; ama deneysel rock grubu Swans söz konusu olduğunda durum farklı. Grubun kurucusu Michael Gira, “Kuğular görkemli, fiziksel olarak güzel ama gerçekten kötü huyları var” diyerek grubun agresif müziği ile bağlantı kuruyor. (Gira’ya bu konuda katılmıyorum; kuğu gibi kırılgan bir hayvan kendisini avlayan insanlara ve diğer türdeşlerine karşı tetikte olmayı bilmek zorunda. Bu onu neden kötü huylu yapsın ki? Üstelik 15. yüzyıldan bu yana evcilleştirilip kentlerdeki göllerde yaşar hale geldiler. Bir kuğu, kendisine ya da yavrusuna kötülük yapılacağını hissetmediği sürece saldırmaz; ancak bunu hissederse gerçekten öfkelenir. Yazıya bu parantezi açarak başladım ama amacım aslında burada bilimsel verileri sıralamak değil. Bir gün Gira ile karşılaşırsam belki onunla sohbet ederim bu konuda.)

Michael Gira’nın hayvanlardan esinlendiği ya da bu konuya kafa yorduğu belli. Yeni Swans albümü “The Seer”ın kapağında da köpekle kurt arası bir hayvan yer alıyor. Arkadaşı İngiliz sanatçı Simon Henwood’un tasarladığı bu resmin özelliği, dişlerinin Gira’ya ait olması. Tam da algıları alışılagelmiş yönün dışına çekmeye eğilimli bir müzisyene uygun bir iş.

1982’den bu yana, sıradışı ve şiddetli şarkı sözlerini bağırır ya da ulurcasına bir vokalle, gürültüye varan bir drone üzerine işleyerek karanlık müzikler yapıyor Swans. Çoğu zaman No Wave ve endüstriyel müzik akımı içinde tanımlanırlar ama Gira hiçbir zaman öyle hissetmediğini söyler. Kafasındaki mükemmel rock müziğini yapabilmek için ses ve ritmi kullanarak yeni bir yol bulmaya çalıştığını, melodiyi tamamıyla bir kenara bırakıp sadece yeni seslerin ve ritimlerin peşine düştüğünü anlatır. Bunun için ilham aldıkları arasında Throbbing Gristle, The Stooges, Brian Eno, Kraftwerk ve David Bowie’yi sayar. Gira’nın yapmak istediği, şarkıların çıkış noktası akustik gitar olsa da, kendi ifadesiyle onları stüdyoda işkenceden geçirip baştan çıkararak farklılaştırmak. Konserde yaşananlarsa o ses ve ritimlerin bir tür yamyamlığa maruz kalması.

Gerçekten de Swans’ın müziği, algıları zorlayıp gerçekliği en yalın boyuta taşır, soyut ve vahşidir ama aslında gerçeğin ta kendisidir. Canlı performanslarında bu katı saflığın müziğin sunuluşuna da yansıdığı anlatılır. Ben grubu hiç canlı dinlemedim ama Gira’nın konserlerde önde duran izleyicilerin ellerine bastığı, headbang yapanı yakalarsa ısırdığını, mekanın tam bir kaos içine girdiğini okumuştum. Hatta son dönemde özel olarak konserden önce klimayı kapattırıp seyircilerin bayılana kadar dayanıklılığını test ettiklerini okudum. Sonuç olarak hiçbir şey yapmadan dinleyebileceğiniz bir müzik değil bu; aktif bir konumda olmanız, bedeninizle ve ruhunuzla bir ölçüde yıpranmanız gerekiyor dinlerken.

Konser salonundaki deneyim böyleyse, evde oturup dinlerken nasıl oluyor? Bu sorunun yanıtını “The Seer”i dinlerken bir kez daha düşündüm. Elime basan, ısıran yoktu, ortam bayılmama neden olacak kadar sıcak da değildi ama ruhen bir o yana bir bu yana çarpıldığımı hissettim. İki saatlik albümde yer alan 11 şarkı, dinleyiciyi sokmak istediği atmosfere yavaş yavaş sokmuyor, aniden tutup kolundan hızla fırlatıyor.

Low grubundan Alan Sparhawk ve Mimi Parker’ın geri vokalde eşlik ettiği “Lunacy”de çocukluğunuzun masum günlerinin bittiği söylenerek bir cinnet halinden dem vuruluyor. Hiçbir zaman düz aşk şarkıları yapıp, iyiliklerden, güzelliklerden söz etmedi Swans. Hep anlatılmayan, gizlenen konulara, dünyadaki tuhaflıklara işaret etti. Bu albümün de farklı olacağını düşünmek için bir neden yok. Geleceğe dair kehanetlerini sıralarken, aslında içinde bulunduğumuz anda görülmek istenmeyenleri de aktarıp bir çeşit yaşanan anın kaşifi de oluyor Michael Gira.

Ardından 10 dakikalık “Mother of the World” sürekli tekrarlanan bir gitar riff’i ile hipnotik bir etkiyle devam ederken, 7. dakikadan sonra Gira, petrolü ve diğer kaynaklarını tükettiğimiz dünyada katliam zamanının geldiğini haber veriyor. Şarkının son 1 dakikası, çok güzel bir melodiyle biterken Swans’ın neredeyse tek bir loop’un üzerine döşediği seslerle yarattığı atmosfere saygı duyuyorsunuz.

Albümle aynı adı taşıyan 32 dakikalık “The Seer”, sanki bir orkestradaki müzisyenler performanstan önce akort yapıyormuş izlenimi uyandıran bir ses curcunası ile başlıyor. Ardından adeta bir jam session'a dönüşüyor. 8. dakikadan itibaren Gira’nın “I See It All” diye sürekli tekrarladığı kusursuz vokali devreye giriyor. 15. dakikada kısa bir süre durulur gibi olsa da, son derece sert gitar ve davul performanslarıyla zifiri karanlığa doğru ilerliyor. Bana göre, açılışta “Lunacy” ile başlayan çıldırma hali “The Seer”da zirve yapıyor.

The Seer Returns”, Swans’ın şarkılarında sık rastladığımız kıyametin habercisi. Bu haberciyi etkili kılmak için de kullanılabilecek en iyi sesten yardım alınmış. Swans’ın kemik ekibinden şarkıcı/klavyeci Jarboe, geri vokaldeki haykırmalarıyla müziğe sadece gizemli bir hava vermekle kalmamış, ürperti düzeyini de en üst noktaya çıkarmış. Gira ise, yıkılan dağlardan, gümbürdeyen vadilerden söz ederken, devam eden savaşlara atıf yapıyor. Başka ülkelere savaşa gönderilen askerleri kastederek, Amerika’da son yılların en çok kullanılan sloganlarından biriyle bitiriyor şarkıyı “Bring back the children home.”

Albümün ortasında bir ünlü müzisyen daha ağırlıyor Swans. Yeah Yeah Yeahs’den Karen O’nun “Song for a Warrior”daki vokali, şarkı kendi içinde değerlendirildiğinde oldukça başarılı. Country esintili şarkı, soundu açısından albümün geri kalanıyla bir uyuşmazlık içinde gibi gelse de, bir konsept içinde düşününce, o noktada bir savaşçıya “Artık bu toprağı bulutlardan yapılma bir at üzerinde ele geçirecek bir savaşçısın / Kumları aşındıracaksın / Bazıları Tanrı’nın uzun zaman önce öldüğünü söylüyor / Ama ben senin göğsüne kafamı koyduğumda bir şeyler duydum” diyerek savaşçının içindeki ışığı bulması için sesleniyor. Böyle bir şarkıda noise rock sularından ayrılıp, başrolün piyano ve akustik gitara verilmesi, çok uygun olmuş.

Yaklaşık 9 dakikalık “Avatar”, albümde en sevdiğim şarkılardan birisi oldu. Sadece “Your life is in my hand”, “Your mind is in my eye”, “Your eye is in my mind” sözlerinin arka arkaya dokuz dakika boyunca yinelendiği şarkı, duyduğum en güzel post-rock şarkılarından birisi. 8. dakikaya yaklaşırken kilise çanını anımsatan seslerle her şey duruluyor ve piyanoyla birlikte ortalık yeniden karışıyor, fırtına çıkıyor, deniz coşuyor, bulutlar kararıyor. Birileri başkalarının hayatına hükmederken, hayatın da sonuna geliniyor...

Hemen ardından gelen “A Piece of the Sky”la Avustralyalı müzisyen Ben Frost’un akustik ve elektronik aletlerle yarattığı yangın seslerini duyuyoruz. Sonra titreşen seslerin kulaklarda uğultu gibi inlediği atmosferde gökyüzüne doğru yolculuk başlıyor. Sarı bir ışığın süzüldüğü yağmurla dolu bir tünelden geçilerek başka bir evrene yolculuk başlıyor. Kısa bir yolculuk değil bu. 19 dakika 10 saniyelik şarkıda yine geri vokallerde Jarboe’nin yanı sıra, deneysel folk-rock grubu Akron/Family’yi duyuyoruz. Bir yerde “The Sun fucks the dawn” diyor sözlerde. (Michael Gira’nın olaylara farklı açıklamalar getirmesi, hep ilgimi çekmiştir. Yağmur yağdığında sürekli şikayet eden bir arkadaşıma bir gün espriyle, “ Buhar tanecikleri soğuk hava ile sevişiyor. Öyle düşün. O zaman fantastik bulabilirsin” demiştim. Hiç öyle düşünmediğini söylemişti, gülmüştük. Bu sözüyle aklıma o anımı da getirdi Gira.) Şarkının sonu, “Orada mısın? Ay’da mısın? Havada mısın? Elimde mi parçalandın? Ateşe mi atıldın?” sorularını duyuyoruz. Belli ki giden gitmiş, nerede olduğu belli bile değil...

Son şarkı, 23 dakikalık “The Apostate”, Can’i anımsatan endüstriyel bir soundla başlayıp, ilerledikçe rotayı adeta Tom Waits’e doğru kırıyor. “Çık aklımdan / Bir yalanı yaşıyoruz / Tanrı’ya giden yol!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyor Michael Gira. Aynı anda kulakları yırtarcasına çalan klarneti de duyunca diyorsunuz ki, olan biten bunca şeyden sonra delirmeyip de ne yapacaktık bu dünyada? Albümün son bir dakikasının ritmik olmayan perküsyon seslerine ve haykırışlara ayrılması ise, işte o an geldi çattı diyor. 21. yüzyılda modern toplumun delirme anını kayda almış Swans. Michael Gira ve ekibi, bugüne kadar Swans’ın kaydettiği bütün albümlerin zirve noktasına ulaşmış. “The Seer”i yapması 30 yıl sürdü demeleri boşuna değil. Bana göre grubun en güzel albümü olmasının yanında, kuşkusuz bu yılın da en iyilerinden birisi.

Hem teması hem soundu ile bütünlüklü, çok iyi kurgulanmış ve yorumlanmış şarkılarla dolu, usta işi bir albüm. Heavy metalden country’ye, drone’dan post-rock’a black metal’den ambient’a farklı etkileri kaynaştırıp müthiş bir ses deneyimine girişmiş Swans. Müziğin türü herkesin kulağına uygun olmayabilir ama bu yapılan işe saygı duymamayı gerektirmez. Albümlere numara ile not vermiyorum; verseydim tam not alırdı benden.




-

Translate