Iggy Pop etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Iggy Pop etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2012 Cuma

"Cesur Olun!"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 18 Şubat 2012

70’lerin ortalarında dünyanın yüzüne tokat gibi inen punk rock akımını etkileyen gruplardan Buzzcocks, sonunda Türkiye’ye ayak bastı. Çarşamba akşamı Babylon’un giriş katı pogo dansı yapılan bir alana döndü. O ortamı yaratan müziği yapanlarsa, 20’li yaşlarındaki gençler değildi. Grubun kurucusu Pete Shelley de, ondan sonraki en kıdemli üye Steve Diggle da 56 yaşında; ama görüldü ki yıllar enerjilerini bitirmemiş.

30 yıl önce Buzzcocks müzik sahnesinde fırtınalar estirirken gelseler elbette daha büyük olay olurdu; ama bu yıl az sayıdaki konserlerinin arasına İstanbul’un da eklenmesi başarıdır.

Grubun 1980 öncesi eski şarkılarını çaldığı bir saatlik konser, kısa ama coşkuluydu. Biste en bilinen şarkılarından “Ever Fallen In Love” ve “Orgasm Addict”i dinleyerek, tarihi geceyi punk rock’ın enjekte ettiği enerjiyle mutlu noktaladık.

Konser öncesinde vokalist/gitarist ve şarkı yazarı Pete Shelley ile punk akımı üzerine konuşma fırsatı buldum.

Bu yıl yine yoldasınız. Yazın Coachella festivalinin sahnesinde siz de varsınız. Bunca yıl sonra size turneye çıkartan en önemli neden ne?

Konser vermek, bu dünyadaki en heyecanlı işlerden birisi. Yeni yerlere gitmek, yeni insanlarla tanışmak çok güzel. İlk kez Türkiye’ye geldik. Dün Mexico City’de bir konserimizin olabileceğini öğrendik. Seyahat etmekten hoşlanıyorum. Şükürler olsun ki, çok sayıda insan Buzzcocks’ı tanıyor. Bu hepimiz için bir rüyanın gerçekleşmesi demek. Havaalanlarında beklemek, otel odalarında kalmak pek rahat değil, tura çıkmanın sıkıcı tarafları da var; ama müziğimizi çalmak, insanların bizi dinlemek için gelmesi gerçekten ilham veriyor. Aslında her gece partiye gitmek gibi!

Buzzcocks 1989’dan itibaren zaman zaman farklı isimleri de gruba alarak yoluna devam etti. Şu anda grup içinde hava nasıl?

Her şey gayet iyi gidiyor. Bu yıl sonuna doğru stüdyo gireceğimizi umuyorum.

Yeni albüm mü kaydediyorsunuz? Ne zaman yayınlanacak?

Evet, kaydedeceğiz. Umarım yaz sonrasında yayınlarız. Her zaman yapılacak yeni işler mevcut. Bunların hepsi bizim için çok mutluluk verici.

Punk akımı ilk başladığında, 36 yıl sonra hâlâ onun hakkında konuşulacağını düşünmüş müydünüz?

Hayır, biz bunun 36 dakika bile süreceğini düşünmemiştik.

Gerçekten mi?

Çok heyecan verici bir şey yaşadığınızda onun ne kadar süreceğini düşünmezsiniz. Aşık olmak gibiydi. Bir anda, bir el şıklatması kadar bir zamanda oluverir ya her şey, öyleydi o da.

“YAPACAK BİR ŞEY YOK" DEMEK YERİNE, “YAPMAK İSTEDİĞİMİ YAPARIM”



O zaman olup bitenler sizi de çok şaşırtmış olmalı.

Evet, öyle oldu. BBC bir ara İngiliz müziği üzerine belgesel hazırlıyordu. Benimle röportaj yapmak istediklerini söyleyen bir e-posta geldi. “Punk rock çok önemli!” şeklinde cümleler vardı. Punk rock, ortaya çıktığı dönemde bizim için gerçekten önemliydi ama başka insanların bu konuda ne düşündüğü umurumuzda değildi. Onu herkes için önemli bir konuma getirmek için asla çaba göstermedik. Orada dürüstlük vardı; yaptığınızı sadece kendiniz istediğiniz için ve kendiniz için yapmak. Yaptığınız işten başkaları hoşlanmayabilir ama bunun önemi yok. Önemli olansa şu; bu bakış açısı başka insanları da müzik yapmaya teşvik etti. Müzikleri bazen birbirinden farklı olsa da... Örneğin R.E.M.’in soundu Buzzcocks’tan farklıdır ama Buzzcocks’tan esinlendiler. Punk’ın özü buydu: “Yapacak bir şey yok demek” yerine, “yapmak istediğimi yaparım” diyorduk. İlk başlarda bir konser vermek istiyorsak, bunu organize edecek birisiyle anlaşmıyorduk; kendimiz salonu bulup kiralıyorduk. Yapılması gerekenleri bizzat kendimiz yapıyorduk.

Şimdi konser için organizatör bulmak gerekiyor.

Eğer insanlar bir şeyin gerçekleşmesi için organizatör olmayı istiyorlarsa bu da bir yoldur. Tanıştığım organizatörleri seviyorum. Onlar çok büyük firmalar değiller, bu işe gönül vermiş insanlar. Onların çabası da ilham verici. Aynı şeyi plak şirketleri için de düşünebiliriz. Bağımsız plak şirketlerini seviyorum. Onlar da punk ruhundan esinlendiler. Yayınlanmasını istedikleri albümler vardı ve biz yaparız diye çıktılar ortaya.

Punk akımının patladığı dönemi düşünürsek, İngiltere’deki punk sahnesinin etkisi ve başarısı karşısında hâlâ New York punk sahnesinden gelen bir tür kıskançlık da seziliyor. Sizce bu tür düşünenler haklı mı? Yani İngiltere’deki punk sahnesi New York’takinden bağımsız gelişebilir miydi?

Hiç düşünmemiştim bunu.... İngiltere’de müzik sahnesi her zaman ilginçti ama...

(Pete Shelley, bu soruyu yanıtlamak için uzunca düşündü; bir süre sonra soruyu açmak gereği duydum. Ama soruma tam yanıt alamadım. Belli ki gerçekten konuyu bu yönüyle hiç düşünmemiş Shelley. ) Bazı insanlar punk rock’ın Iggy Pop ya da The Ramones ile Amerika’da başladığını düşünüyor.

The Stooges, aynı dönemlerde adını duyurdu. The Stooges, The Velvet Underground’dan etkilendi ama bunun hangi ölçüde olduğunu bilemem. Belki de bunları bir bütünün ayrı yönlerini geliştiren unsurlar olarak düşünmek lazım. Sonra The Ramones vardı o dönemde. 20 dakika sürerdi konserleri. 2 dakikalık şarkılardan oluşan 20 dakikalık konserlerin ne kadar eğlenceli olabileceğini gösterdiler bize. 50 ve 60’lardaki gibi single’ların yaygın olduğu döneme geri gidilmesinde etkili oldular. Bence o dönemde The Ramones bu açılardan çok ilham vericiydi.

The Sex Pistols’ın Manchester’da verdiği ilk konseri düzenleyerek Manchester’daki punk rock akımını başlattınız. O konserde salondaki 30-40 kişinin arasında sonradan kurulacak Joy Division, The Smiths, The Fall grubunun üyeleri de vardı. O konser fikri nasıl doğdu?

Bu bazı olayları baştatmak açısından önemliydi. Onları şubat ayında Londra’daki konserde gördüğümüzde Manchester’a gelmeleri gerektiğini düşündük ama kimse konser düzenlemekle ilgilenmiyordu. “Biz kendimiz neden yapmıyoruz?” dedik ve işe giriştik.

Konserdeki atmosfer nasıldı?

Garipti aslında. The Sex Pistols adı çok duyulmasa da yeraltı kültüründe yaygınlaşıyordu. Daha önce onları gören herkes bir başkasına öneriyordu; bu nedenle bir merak doğmuştu. Bazı insanlar hiçbir beklentileri olmadan gelmişti. Çünkü o günlerde internet, YouTube yoktu. Ne göreceğinizi bilmeden meraktan giderdiniz konserlere. Çok az sayıda müzik dergisi vardı. Hiçbir şeyin fazla ciddiye alınmadığı bir ortam söz konusuydu. Bir tür "observance theatre" gibiydi. The Sex Pistols’ı izlediğinizde eğlenirdiniz, komikti ama onlar eğlenceli olmaya çalışmazdı. Sonuçta bir komedi şovu değildi. (Burada çeviriyle anlamı bozmamak için “observance theatre” ifadesini onun söylediği gibi bırakıyorum. Z.K.)


"HÂLÂ 21 GİBİ HİSSEDİYORUM!"



1976’da 21 yaşındaydınız. 21 yaşındaki Pete Shelley, bugün 56 yaşındaki Pete Shelley için ne derdi?

Bilmiyorum... Bu soruyu yanıtlamak için zaman tüneline girip geriye gitmek gerekli sanki. Bence olumlu düşünürdü. Çıktığım noktaya fazla uzak değilim. Annemin 80 yaşında ettiği bir laf vardı: “Hâlâ 18 yaşında hissediyorum” derdi. Ben de aynı şekilde hâlâ 21 gibi hissediyorum! Sanırım daha mutluyum. Çünkü yaşlandığınızda, durulacak en iyi yeri biliyorsunuz. Geçliğinizde eğilimli olduğunuz aşırılıkları yapmak istemiyorsunuz artık. Hâlâ sahnede olmaktan mutluyum.

Punk dönemini yaşamamış gençlere o akımın müzikte ve toplumda yarattığı etkiyi anlatmanız gerekse, nasıl özetlerdiniz?

Müzikte sürekli yenilikler oluyor. Punk ortaya çıktığı sırada disco da gelişiyordu. Punk gerçekten büyük ilham kaynağıydı. İnsanlara yapmak istediklerinden vazgeçmemelerini söylüyordu. Yeni bir şeydi ama aslında zamanla sınırlı olmayan bir bakış açısıydı.

Neden bu kadar kısa süreli bir müzik akımı böylesine etkili oldu?

Çünkü işin içine insanları kattı. Fikri olan insanları bunu ortaya koyup gerçekleştirmeye yöneltti. Böylece insanlar kuyrukta beklemek yerine karar verici konumuna geldi. Bu büyük bir güçtü ve insanlar güçlerinin farkına vardı. Herkes kendi fikrini hayata geçirmek için toplumda gözlemci ve uygulayıcı haline geldi. Sadece müzikte değil, sosyal alanda da çok boyutlu etkileri oldu.

Kendi yaşantınızda bugün de punk tavrını sürdürüyor musunuz?

Evet, sürdürüyorum. Hâlâ bilgilenip, kendi fikrimi açıklıyorum. Karar alım süreçlerinde katılımcıyım. Doğaçlama bir şekilde oluyor bu. Kendiliğinden bir anda gelişen kararlar alabiliyorum.

Her zaman her istediğinizi yapıyor musunuz? Yıllarla gelen bazı sınırlamalar olmadı mı?

Hayır, olmadı; her istediğimi yapıyorum. Sabah gidip akşam çıkmak zorunda olduğum günlük bir işim hiç olmadı.

"KENDİMİZ REKLAM HALİNE GELDİK"

Punk ilk ortaya çıktığında hiç ticari olmayan bir müzikti. Neden daha sonra reklamlarda bile kullanılır oldu?



Garip olan şu ki, biz en ticari olmayan müziği yaparken, kendimiz reklam haline geldik...

Siz de şarkılarınızın reklamlarda kullanılmasına izin verdiniz. Bundan hiç pişmanlık duydunuz mu?

Neden duyayım? Reklam yapanlar müziğimizi kullanmak üzere bize başvurdu. Biz şarkıların duyulmasını düşündük. İnanmadığım bir şeyi asla desteklemiş değilim. Hiçbir zaman bir reklamda rol almadım. Bunu onaylamazdım zaten. Mesela İngiltere’de Muhafazakar Parti müziğimi reklamında kullanmak istese, ona da hayır derim. Ama mesela John Lydon İngiltere’de bir tereyağı reklamında oynadı, Iggy Pop sigorta şirketinin reklamında oynadı.

Bu beni rahatsız eden bir şey.

Öyle mi? Peki o reklamda kimi görmeyi tercih edersiniz? Parayı hoşlanmadığınız birine vermelerini mi istersiniz?

Bu durumda öyle.

Ama sevmediğiniz kişiyi göreceksiniz ve ona para verecekler...

Evet, ama para umurumda değil. Sevdiğim müzisyeni şirket reklamında görmekten hoşlanmıyorum.

Ben her gece vakti uyumuyorum; desteklediğim bir şey varsa uyuyorum.

(Burada İngilizce’de “sleep” kelimesine yüklenebilecek yan anlam, hem Shelley’i hem de beni güldürdü. Benim ona değil de, onun bana sorular sormaya başlaması da ilginçti ama konuyu böyle kapadık. Z.K.)

Punk döneminde ilk bağımsız single’ı yayınladınız. Teknolojinin DIY anlayışı (do-it-yourself : kendin yap kültürü) ile ortaya çıkan müzik üretimleri üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazıları bunun sıradanlık getirdiğini söylüyor.

Bence bu fikriniz olup olmadığına bağlı. Daktilonun bulunuşundan bu yana insanlar bir metni yazıp dağıtıyorlar. O metnin iyi olup olmaması ya da okumak isteyenin bulunup bulunmaması değil önemli olan. Yazan kişi, romanımı yazdım diyecek, reddedilse de romanını yayınlatmak için yayıncılara götürecektir, hatta artık internette kendi kendine de yayınlaması olanaklı. Aynı şekilde insanların akıllı telefonları ya da dijital kameraları var. İnsanlar, geçmişte olduğu gibi bu konuda detayları öğrenmek zorunda kalmadan fotoğrafçı haline geliyor. Müziğe de böyle bakarsak, daha çok insanın müzik yapması iyi bir şey. Ben insanların kendilerini açıklamasını teşvik ediyorum. Bir alanda yaratıcı olmak iyidir. Kavgaları, saldırganlığı da azaltır, dünya daha iyi bir yer olabilir.

Paul McCartney, geçen hafta bütün albümlerini Spotify ve diğer stream servislerinden çekti. Siz stream hakkında ne düşünüyorsunuz, yeni radyo olduğu görüşüne katılıyor musunuz?

Öyle mi? Duymamıştım bunu. Stream’in yeni radyo olduğuna katılıyorum tabii. Üstelik ne dinlemek istediğinizi kendiniz seçiyorsunuz. Ben Spotify’i çok beğeniyorum. Eskiden kalkar plakçıya gider, albüm alır, eve gelip dinlerdiniz ve çoğunlukla da içinde bir ya da iki şarkıyı severdiniz. Ama şimdi şarkıyı dinleyip ona göre almak olanaklı. Ayrıca konserleri duyurmak için de iyi. Radyo zamanında biliyorsunuz karışık kasetler yapardık. Ben de çok yaptım. Sonuçta bir şekilde müziği yaymak ve dinletilmesi açısından faydalı bu stream servisleri.

1976 yılında başlayan punk döneminden bu yana müzik yapan ve sahnede de varlığını sürdüren bir müzisyen olarak, bugün bir mesajınız var mı?

Eski dönemdeki ben ile şimdiki ben arasındaki en belirgin farklardan birisi belki de, mesajlar aracılığıyla uzlaşma yaratma çabamın daha azalması olabilir. Ama şunu söyleyebilirim : Kendinize karşı dürüst olun. Eski yıllarda çoğumuz yasalara karşı çıkardık. Aslında o dönemde düşündüğümüzden daha çok özgürlüğe sahiptik ve bu şaşırtıcıydı. Hiçbir şey için yapamam, olanaksız demeyin; şarkı söylemek istiyorsanız çıkın söyleyin. Dinleyen yoksa da önemli değil. Duşta kendiniz için söylediğiniz gibi söyleyin; hem kendiniz mutlu olursunuz hem de mutlaka dinleyen çıkacaktır. Cesur olun!

Geçen aralık ayında Mike Joyce İstanbul’daydı. Buzzcocks tutkusunu bildiğim için, sizinle röportaj yaparsam ne sorayım dedim kendisine. “Mayıs ayında Manchester’da verecekleri konserde sadece biste davul çalmam olanaklı olabilir mi?” diye sorabilirsiniz demişti. Ben de soruyorum.

O konserde bis olur mu emin değilim. Bir tür kutlama partisi gibi çünkü. Üç grup olacak sahnede...

(Aşağıda konserde çektiğim video "Sick City" ve "Moving Away from the Pulse Beat" adlı şarkılarını çalıyor Buzzcocks.)



Setlist: Boredom / I Don’t Mind / Autonomy / Get On Our Own / Whatever Happened To? / Girl From the Chainstore / Sick City / Moving Away from the Pulse Beat / Nothing Left / Noise Annoys / Breakdown / Promises / Love You More / What Do I Get? / Harmony In My Head / Ever Fallen In Love / Orgasm Addict

(Fotoğraflar Gökhan Göktaş, video benim tarafımdan çekildi.)

-

8 Ocak 2012 Pazar

Rock'ın Yaşayan Efsanesi 65 Yaşında!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 8 Ocak 2012


Hangi Bowie’yi daha çok seversiniz? 60’ların sonunda folk-rock ile pop’u birleştiren ilk albümünü çıkaran masum yüzlü genç Bowie’yi mi? 70’lerin başındaki androjen görüntülü glam-rock yıldızı Ziggy Stardust’ı mı, funk/disko/soul ve R&B ile flört eden The Thin White Duke’ü mü?

70’lerin ikinci yarısında minimalist, ambient müziğe yakınlaşıp, Brian Eno ile kariyerinin en güzel albümlerine imza atan Berlin dönemindeki uçuk Bowie’yi mi? 80’lerde Queen, Tina Turner, Pat Metheny gibi isimlerle işbirlikleri yapıp megastar olarak yükselen Bowie’yi mi? Rock ile elektronik müziği buluşturduğu “Outside” dönemindeki halini mi?

Müzik tarihinde bu kadar çok alter ego geliştirip, bunca farklı türle haşır neşir olan terk müzisyendir Bowie. Unutulmaz şarkılara imza atıp, sayısız müzisyene ilham veren, popüler müziğin tarihinin akışını değiştiren isimdir o. İşte bu yaşayan efsane, 8 Ocak’ta 65 yaşını kutluyor.

15 yaşında ilk grubunu kurduğunu düşünürsek, 50 yıldır müzik dünyasının en esinlendirici ikonlarından birisi. Kendisi, işin başında bugünlere varacağını hiç düşünmemiş aslında. Müzik yazarı Paul Trynka’nın 2011’de yayımlanan “David Bowie: Starman” adlı kitabı şöyle başlıyor:

1991 yılında çocukluğundaki gibi soğuk ve yağışlı bir kasım ayında, David Bowie şoförüne Brixton Academy’ye giden manzaralı yolu izlemesini söyledi. Son birkaç haftadır konuşkan, açık ve şaşırtıcı şekilde kırılgandı, ama camdan bakarken birkaç dakika sessiz kaldı. Sonra arkasına döndüğünde, yanında oturan gitarist Eric Schermerhorn, yanaklarına düşen gözyaşlarını gördü. ‘Bu bir mucize’, diye usulca mırıldanıyordu Bowie. ‘Muhtemelen muhasebeci olmam gerekirdi. Her şey nasıl oldu bilmiyorum.’

Bu satırları okuyan herkes, Trynka gibi şunu sormuştur sanırım: “Yıldız olmak, böylesine göz kamaştırıcı bir insan için kaçınılmaz değil midir?” Bowie’nin Londra’da doğduğu yer olan Brixton bölgesine gittiğinde duygulanıp söylediği sözlerin çok içten olduğu kesin. Dışardan bakıldığında bizler için yeteneğiyle doğru orantılı şekilde gelişen olağanüstü kariyeri, onun için sürpriz olmuş. Bu durum ilk anda insanı çok şaşırtsa da, Trynka’nın Bowie’nin hayatına girmiş ikiyüzden fazla kişiyle röportaj yaparak yazdığı biyografiyi okuduğunuzda, onun neden böyle düşündüğünü anlamak daha kolay.

Savaş sonrası İngiltere’de John Lennon ve Eric Clapton gibi annesiyle sorunlar yaşayan, kendini toplumdan dışlanmış hisseden bir genç olarak yetişmiş Bowie. Trynka’ya göre, bugün olsa her üçünün de yetiştiği evlerin kapısını bir sosyal hizmet uzmanı çalardı. Yaşadığı sorunlardan müzik sayesinde çıkış yolu bulan insanlardan biriydi Bowie de.

Son yıllarda hasta olduğu ve müziği bıraktığı söylentileri dolaşıyor. Hatta bu söylentilere yenisini geçen yaz verdiği bir röportajda Paul Trynka ekledi ve “Eğer müziğe dönerse bunun mucize olacağına inandığını” söyledi. Şunu eklemeyi de unutmadı: “Ama mucizeler de gerçekleşebiliyor.

2003 tarihli “Heathen” albümünden sonra Bowie’den ses çıkmadı. Geçen yıl sürpriz bir şekilde, 2001’de yayınlanması düşünülen ama sonra vazgeçilen “Toy” adlı albümü internete sızdı. 1960’larda kaydedilmiş şarkıların daha önce duyulmamış versiyonlarının yer aldığı albüm konusunda Bowie’den hiçbir yorum gelmedi.

2011 Aralık ayında müzik dünyasını heyecanlandıran bir olay da, Bowie’nin BBC Top of the Pops programında 38 yıl önce “Jean Genie” adlı parçayı seslendirdiği performansa ait görüntülerin ortaya çıkması oldu. İngiliz Film Enstitüsü tarafından düzenlenen bir basın toplantısında, arşivden kaybolduğu düşünülen görüntünün tek kopyasının bir kameramanda bulunduğu açıklandı. Bowie’nin İngiltere’yi büyülediği o görüntüler, onunla ilgili medyaya yansıyan son haberdi.

Bowie müzikten emekli oldu mu?” sorusu, kendisi bir açıklama yapıncaya kadar sorulmaya devam edilecek. Çünkü benim bildiğim Bowie, böyle sessiz bir ayrılık yapmaz. Ama dönerse de büyük ve sarsıcı bir işle döner. Bugüne kadar izlediğim yüzlerce müzisyen içinde sahne performansı en etkileyici olan o. 65 yaşını kutluyorum ve müthiş sesini yeniden canlı dinleyeceğim günü bekliyorum.



-

18 Ocak 2009 Pazar

Bowie'nin Berlin Yılları


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/17 Ocak 2009

Hangi David Bowie sizi temsil ediyor? İnternet, bu soruya yanıt arayan testlerle dolu. Yanıtlarınızı veriyor ve sonunda hangi Bowie karakterine daha yakın olduğunuzu buluyorsunuz.

Kırmızı saçlı, uzaylı Ziggy Stardust; onun yüzü boyalı, Amerikalı versiyonu Aladdin Sane; “The Labyrinth” adlı filmdeki yaratık misali Jareth the Goblin King; kısa sarı saçlı, beyaz eldivenli The Thin White Duke...

Bunların hepsi 20. yüzyılın en esin verici müzisyenlerinden David Bowie’nin “alter ego”ları. 8 Ocak’ta 62 yaşına giren Bowie, kariyeri boyunca öyle farklı alternatif kişiliklere girdi ki, sonunda “rock müziğin bukalemunu” dendi ona...

Mutlaka bir Bowie karakterini daha çok sevmek gerekir mi emin değilim... Her biri onun farklı bir müzikal dönemini temsil ettiği için ayrı bir öneme sahiptir. Sıkı Bowie hayranlarının bunlar arasında bir tercih yapması kolay da değildir... Ben de onlardan biri olarak, bu konuda oldukça zorlansam da, Bowie’nin Berlin Üçlemesi’ne karşı daha eğilimli olduğumu yadsıyamam...

New York’un en güzel kitapçılarından St. Mark's Bookshop’da “Bowie in Berlin” adlı yeni bir kitaba rastlayınca, adeta mutluluktan uçmamın nedeni de bu... Bowie’nin 1976-1979 arasında Berlin’de geçirdiği dönemi anlatan kitabın yazarı Thomas Jerome Seabrook... Bu ismi görünce ilk tepkim, “Bu bir şaka mı?” şeklinde oldu. Ama şaka değil gerçek bu!

İlginç bir tesadüf gerçekten... Bowie’nin 1976 tarihli “The Man Who Fell to Earth” adlı filmde canlandırdığı karakterin adı Thomas Jerome Newton’dı. Gelmiş geçmiş en güzel bilimkurgu filmlerinden biri olan bu yapımda Bowie, sonu gelmekte olan gezegeni için su bulmak üzere Dünya’ya gelen insana benzeyen uzaylıyı oynuyordu. Kitabın yazarı olan Thomas Jerome ise, gerçek bir dünyalı; müzik yazıları yazan bir İngiliz...

YENİ BİR KENTTE YENİ BİR KARİYER

Bowie’nin Berlin yıllarının ilgi çekmesinin iki önemli nedeni var. Birincisi, elbette o dönemde yayımlanan üç albüm: Low (1977), Heroes (1977) ve Lodger (1979). Krautrock’tan etkilenen, prodüktörlüğü efsanevi Tony Visconti’nin üstlendiği, bir diğer büyük isim Brian Eno’nun şarkı yazım ve yapım aşamasında etkin bir rol üstlendiği, dinlendiğinde başka bir dünyaya aitmiş duygusu veren ve üretildikleri dönem için oldukça ilerici, olağanüstü albümler...

İkinci nedense, uyuşturucu bağımlılığı ile boğuşan ve Los Angeles’ın şatafatlı hayatından bunalan, bitik haldeki bir müzisyenin yeni bir kente taşınıp orada yeni bir kariyere başlama macerası... Bowie’deki o müthiş yetenek ve azim olmasa, Berlin yılları bir facia ile noktalanabilirdi. Ama o, içindeki cevherden mucizeler yaratıp yeniden doğmayı başardı.

O yıllarda yalnızca kendisini değil, bugün “Punk Rock’ın Büyükbabası” olarak anılan Iggy Pop’ın kariyerini de şekillendirdi. Pop’ın ilk iki solo albümünün (“The Idiot” ve “Lust For Life”) çıkmasına yardım ederken, turnesinde de sıradan bir müzisyenmiş gibi geri vokal yapıp, klavye çaldı.

Bowie’nin dibe vurduğu o dönemde Iggy Pop ile kurduğu yakınlık, aslında her ikisinin de dayanağı oldu. Ve bugün rock müziğin en güzel albümleri arasında sayılan çalışmalar ortaya çıktı. Bunalımlı Soğuk Savaş yıllarında, komünizm ve kapitalizm arasında ikiye bölünmüş bir kentte, kendilerini bulmaya çalışan iki sıra dışı müzisyenin ilişkisi, kanımca, rock tarihinin en ilginç konularındandır.

David Bowie hayranı olduğum için, sık sık “En sevdiğin Bowie albümü hangisi?” sorusuyla karşılaşırım. Her albümünde ayrı bir tat bulduğum için olsa gerek, bir ayrım yapmayı pek istemem. Ama ısrar edilirse, “Low” derim... Kraftwerk esintili soundu, sonik sesleri ve enstrümantal parçaları ile adeta soyutlanmış bir atmosfer sunar bu albüm. Bana çekici gelen de, tam da bu soyutlanmışlık halidir...

Berlin Üçlemesi’nin yaratım sürecini merak edenler için Thomas Jerome Seabrook’un bu yeni kitabı iyi bir kaynak olabilir. Daha önce Bowie hakkında yazılan kitaplarda okuduğumuz anekdotlara yer vermekle birlikte, ayrıntılı müzikal değerlendirmelere de yer veriyor bu çalışma.

Bowie’nin yanlış anlaşılan mesajı nedeniyle medya tarafından Nazileri desteklemekle suçlanması, uyuşturucunun etkisiyle çıkardığı skandallar, aşırı kilo kaybı ve ölümden dönmekten kurtuluşu gibi olaylar, 70’li yıllarda çok konuşuldu.

Ama o günler geldi geçti... Bowie, bugün 70’lerin hedonistik tarzından çok uzakta bir yaşam sürüyor... Mick Jagger, İngiltere Kraliçesi’nin verdiği “Sir” unvanını kabul ederken, o, sadece müzisyen olmak istediğini söyleyip bunu reddetti.

Berlin yıllarından geriye ne kaldı derseniz; “Heroes”u dinleyelim derim. Berlin Duvarı yıkılıp tarihe karıştı; ama o duvarda buluşan iki sevgilinin hikayesini anlatan bu şarkı hala dillerde... Erkek kral, sevgilisi kraliçe olacak; her şeye karşın duvarın dibinde buluşup, hiçbir şey yıkılmayacakmış gibi öpüşecek ve bir günlüğüne kahraman olacaklar... Çok yaşa Bowie!

Translate