Brendan Perry etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Brendan Perry etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2013 Salı

VEGAN LOGIC XXII- EN SEVDİĞİM ERKEK VOKALLER-


20.05.2013 tarihinde Dinamo FM'de (103.8 live.dinamo.fm) canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı ve şarkı listesi. (Programın bir yerinde şarkı sıralamasını şaşırdım ve anons hatalı oldu, sonra da diğer anonsu zor toparladım ama kusura bakmayın, canlı yayında bazen oluyor böyle aksilikler.)







1- Brendan Perry - Wintersun
2- Scott Walker - Alone (Jacques Brel cover - live @ BBC/1969)
3- Marc and the Mambas (Marc Almond) - Black Heart
4- Tindersticks  (Stuart Staples) - (Tonight) Are You Trying to Fall in Love Again?
5- David Sylvian & Ryuichi Sakamoto - Forbidden Colours
6- Mark Lanegan - Deep Black Vanishing Train
7- Leonard Cohen - A Thousand Kisses Deep (Recitation) - Live in London
8- Nick Cave and the Bad Seeds - Opium Tea
9- Nick Drake - Northern Sky
10- Joy Division (Ian Curtis)  - Transmission
11- The Sound (Adrian Borland) - Total Recall
12- Depeche Mode (Dave Gahan) - Should Be Higher
13- David Bowie - I’m Deranged (reprise)
14- Morrissey - Whatever Happens, I Love You

-

19 Ocak 2013 Cumartesi

HINÇLA MÜZİĞE DEVAM



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 19 Ocak 2013



1980 ve 90’lı yıllarda Britanya’daki alternatif müziğin önde gelen gruplarından Cocteau Twins, dünya çapında çok sayıda insanın hayatında yeri doldurulamayacak bir iz bıraktı. Ne Elizabeth Fraser’ın muhteşem vokali unutuldu, ne de grubun kurucusu Robin Guthrie’nin insanın içine işleyip iz bırakan gitar tınıları...

Grup, 1997’de dağıldı ama Guhtrie, solo kariyerini sürdürdü, albümler yayınlayarak ambient ve dream pop’un enstrümantal ses evreninde bize yepyeni hayal dünyaları kurdu. 

2011'de Dead Can Dance'den Brendan Perry ile turneye çıktığında İstanbul'a uğrarlar belki diye çok heveslenmiştim ama olmadı. Sonunda İstanbul'a geleceğini geçen sonbaharda öğrendim. O günden beri de içimde ayrı bir kıpırtı var. Kasetlerden, plaklardan, CD'lerden, MP3'lerden, radyodan dinlediğim müzikleri ilk kez canlı çalınırken dinleyeceğim. Anılarım canlanacak; hem üzüleceğim hem sevineceğim. O müzikleri yaşayacağım! Birkaç ay önce yeni solo albümü "Fortune"u yayınlayan Guthrie'nin kendi adını taşıyan üçlüsüyle birlikte İstanbul'daki ilk konseri 19 Ocak'ta Borusan Müzik Evi'nde gerçekleşecek. 

Yılın en heyecan verici konserlerinden birinden önce Guthrie’yi Fransa'daki evinden telefonla arayıp sohbet etme olanağı buldum. Bunca yıldır röportaj yaparım; ikinci kez röportajdan sonra teşekkür maili aldım. 40 dakika süren konuşmamız boyunca son derece alçakgönüllü ve samimiydi Robin Guthrie. Bazen bazı müzisyenlerle konuşunca, yaptıkları müzik ile yansıttıkları kişilik arasında paralellik kuramazsınız, bu kez öyle değildi; Guthrie'nin müziği de kendisi gibi çok samimi ve naif. Onunla konuşmak büyük bir zevkti.



İstanbul'da ilk konseriniz ama daha önce hiç geldiniz mi kente? 

İlk kez geleceğim İstanbul’a. Daha önce ne turnede geldim ne de turistik olarak ziyaret ettim. O nedenle heyecanlıyım.

Bir süredir Robin Guthrie Trio olarak konserler veriyorsunuz. Nasıl gidiyor? 

Şu ana kadar toplam 20 kadar konser verdik. Biliyorsunuz zaman zaman farklı müzisyenlerle işbirliklerimiz oluyor. Klasik anlamda bir grup olarak anılmak istemiyoruz aslında. Arkadaşlarımın diğer projelerine saygı duyuyorum, ben de farklı çalışmalar yapıyorum. Davulcumuz Finlandiya’dan, bas gitaristimiz Avustralya’dan. O nedenle pek sık bir araya gelemiyoruz.

Uzunca bir süredir Fransa’nın kuzeyinde yaşıyorsunuz. Orada hayat nasıl?

Çok yavaş, sessiz. Ailemle 10 yıldır burada yaşıyoruz. Daha önce Londra’daydım. 

Londra’yı özlüyor musunuz? 

Hayır, hiç özlemiyorum. Çok fazla İngiliz (British) var orada. New York, Paris ve Tokyo’yu özlüyorum ama Londra’ya bir düşkünlüğüm yok. Dünyada merak ettiğim bir sürü yer var. Bazen İngiltere’yi aradığım zamanlar oluyor; mesela iyi bir İngilizce kitap almak istediğimde... Fransa’da sürekli Fransızca konuşmak zorundasınız. Bazı yiyecekleri özlediğim de oluyor ama sonuçta ben Avrupalı’yım; kendimi İngiliz diye nitelendirmiyorum.

Yeni albümünüz “Fortune” çok güzel. Siz kutluyorum ve bir dinleyici olarak teşekkür ediyorum. Albüm adı için bu kavramı tercih etmenizin nedeni neydi?

Son 30 yıldır hayatımı müzik yaparak kazanıyorum. İstediğim işi yaparak bunu sağlayabilmem büyük bir talih. Yaşarken kontrolümüzde olmayan birçok şeyi şans eseri bize sağlıyor hayat. Albümü yaparken gitarı çalabilme şansına sahip olduğumu düşünüyordum. Bu, hayatı hem çok kırılgan hem de ilginç kılıyor.

Çok dokunaklı, sıcak ve melodik bir müzik yapıyorsunuz. Gitar çalışınız bana Vini Reilly’i hatırlatıyor; siz gitar çaldığınızda ortamda farklı bir atmosfer oluşuyor, dinleyenin ruh aleminde özel duygular yaratıyorsunuz. 

Benim akademik bir müzik eğitimim yok. Vini Reilly ile benim aramdaki fark şu: Onun çok daha ilginç, çok daha etkileyici bir tekniği var. Gitari bir gitarist gibi çalabilir; ben öyle çalamıyorum, sadece kendi yöntemimi biliyorum. Bazı insanlar bir başkasını gitar çalarken dinler, şarkı hoşuna gider ve akorları çıkarıp kendisi de çalmaya başlar. İlk zamanlarda gençken çevremdeki bazı arkadaşlarım da öyle yapardı. Ben bunu hiç yapamadım. Bir grupta olup müzik yapmak istedim. Elektronik aletler ve sound konusunda çok fazla bir bilgim de yoktu.  Tek istediğim gitarımdan çıkan soundun farklı olmasıydı. Sonuçta basit bir enstrümanı çok daha ilginç bir hale getirmek için bana bunu öğretebilecek insanlardan, aletlerden yararlandım. 


Bence başardınız. Sizin gitar çalışınızı hemen tanırım; çünkü farklı. İlk gençlik yıllarınızda beğenip etkilendiğiniz bir gitarist var mıydı? 

O dönemlerde gitaristlere karşı çok büyük merakım olduğunu sanmıyorum. Bir grupta davul çalmayı hep istemiştim ama davul setim yoktu. Bas gitar çalmak istedim ama o da yoktu. Ağabeyimin çalmadığı bir gitarı vardı; onu ödünç alıp gitar çalmaya başladım. Ben müzik dinleyip yapmaya 70’lerde başladım. 10-13 yaş dönemiydi. O yıllardaki rock müzikten, Pink Floyd, Genesis gibi gruplardan pek hoşlanmıyordum. Çocuktum, 10-13 yaş dönemiydi. ABBA, T-Rex, David Bowie, Roxy Music’i seviyordum. Pink Floyd’un 70’lerde yaptığı müziği daha sonra 1990’larda keşfettim. Punk rock’ın doğuşu gitar çalmamda etkili oldu. O da müzikle ilgili değildi, kendine güvenini kazanmaya çalışan bir gencin çabasıydı. O aşamadan sonra 1960’larda rock müzik yapan gruplara eğilmeye başladım.

Gitarın müziğinizde rolünü bir metaforla açıklamak isteseydiniz ne derdiniz?

Benim duygularımla hoparlörler arasındaki bağ derdim. Metaforlar konusunda çok iyi değilim, bilmiyorum. Benim yaptığım bütün müzikler duygusal, fazla düşünsel bir niteliği yok; müziğim hakkında kafa yorup ona entelektüel bir özellik katmaya çalışmıyorum. Şarkılarımın insanlarda mutlu ya da hüzünlü hisler uyandırmasını seviyorum. Gitarımı bu hisleri yansıtmak için kullanıyorum. Kitap, şiir ya da şarkı sözü yazma gibi bir yeteneğim olsa bunları yapardım. Yaptığım müzik, içimdeki hisleri aktarmak için kullanabildiğim tek yol. 

Enstrümantal müziğin içine bir kez dalmayı başarırsanız önünüzde kocaman yeni bir dünya açılıyor.

Benim yaptığım bütün müziklerin kaynağı yaşanan deneyimler. Oldukça soyut olgular bunlar. Benim müziğimi ya da başka enstrümantal müzikleri dinleyenlerin, gerçekten yorumlayabilmek için müziğin bir parçası olması gerektiğine inanıyorum. Onlara işin içine kendi duygularını katmaları için gereken özgürlüğü veriyorum. Morrissey gibi sözler yazabilseydim, dinleyiciler şarkıları benim istediğim gibi yorumlardı. Enstrümantal müzikte kendi hayalgücünüzü kullanmak için daha fazla olanağınız var. Bu nedenle filmler için yapılan müzikleri de seviyorum. Son 2 yıldır yaptığım albümler sırasında kendimi yoğun bir hayal dünyasının içinde buldum. Müziklere o kadar bağlanıyorum ki duygusal açıdan yorgun hissediyorum. “Bu benim sadece işim” diyemiyorum. Bazı şarkılarım çok hüzünlü. Onları yazarken kendimi müziğe tamamen açıyorum. O şarkılar beni, hayatımda olanları yansıtıyor.

Şarkı sözleri bazı insanlar için bir tür konfor sağlıyor. 

Bazı insanların hayal gücü geniş, bazılarınınki çok sınırlı. Bazıları yaşar, bazıları olanı takip eder. Herkese hitap edecek müzik yapmak olanaklı değil; kendim için yapıyorum ilk olarak, geri kalan herkes sonradan gelir. Ben bu konuda korkunç derecede bencilim. Müzik yaparken onu başkaları dinler mi, sever mi diye hiç düşünmem. Ben kendimi müzisyen olarak da tanımlamıyorum; daha çok sanatçı olarak görüyorum. Bir fotoğrafa ya da resme bakmak gibi..

Blixa Bargeld ile röportaj yaptığımda o da aynı bakış açısına sahip olduğunu anlatmıştı. 

Müzisyenler, piyanodaki siyah tuşların işlevini bilir ama sanatçıların bir fikri olmayabilir. (Burada güldü.) Gerçekten resimdeki dışavurumcular gibi hissediyorum. Bir resimden, fotoğraftan ya da seyahatten çok daha fazla esinlenebilirim. 

Bir röportajda, “Müzik olarak esin kaynağım yok. Okumayı çok seviyorum ve her şeyi deneyimlemekten hoşlanıyorum. Müziğimi bu yolla yapıyorum” dediğinizi okumuştum. 

Evet, garip ortamlarda sık sık kayıt yapıyorum. Çok fazla müzik dinlemiyorum. Çalışırken kayıt sırasında dinliyorum ama çalışmadığım zamanlarda kitap okuyorum. Televizyon  izlemiyorum ama film seyrediyorum. İçinde yetiştiğim topluma kendimi yabancılaştırmış durumdayım. Şimdi Fransa’da birçok şeye hakim değilim. İngiltere’yi düşündüğümde de bugün orada olanları tam anlamıyla anlamaktan uzağım.  

Öyleyse “Fortune”u bir kitap, seyahatte gördüğünüz bir manzara ve bir renk olarak hayal ederseniz, neler çıkar ortaya? (Not: Bu, benim müzisyenlere zaman zaman sorduğum ortak bir soru. Yanıtları, hayal dünyalarını ya da akıllarındaki çağrışımları ortaya çıkarması bakımından ilginç oluyor.)

Tek bir kitap olmaz; bir yazarın kısa öykülerden oluşan bir kitap olur. Çünkü hepsinin farklı bir yanı öne çıkmalı. Albümde de tek bir öykü yok, kısa kısa öykülerden oluşan bir bütün o.  Rengi kırmızı olurdu. Benim rengim. Rulet oynasam hep kırmızıyı seçerdim. Nedenini bilmiyorum ama kırmızı beni çok etkiliyor. Manzara ise ne olurdu? Eşim okyanus manzarasını, kıyıdan okyanusa bakmayı çok seviyor. Beni çıldırtan bir his o. Ben çöl manzarasını severim. 2007’de “Continental” adlı albümü trenle Fransa’da doğudan batıya seyahat ederken yaptım. Bulunduğum ortamın benim müziğime etkisi büyüktür. “Fortune” ise kesinlikle ıssızlık hissi yansıtan bir çöl albümü değil. Bordeaux’da kaydettim albümü ama düşününce tek bir yerle özdeşleşmiyor kafamda. O yüzden bu albüm için manzara zor bir konu...


Yeni albümde “Forever Never” adlı bir şarkınız var. Benim favorim o. Öyküsünü, nasıl ortaya çıktığını öğrenebilir miyim?

Benim en sevdiğim şeylerden birisi örümcekler. O şarkı, seyahatte olduğum bir sırada ortaya çıktı. Turnede olmadığım zamanlarda etrafta çok seyahat ederim. Yine o seyahatlerden birinde yanımda bilgisayarım vardı. Daha önce eğitim almış bir müzisyen olmadığımı size anlatmıştım ama gitarımdan çıkan sesleri bilgisayarımda kullanabiliyorum. Bir yerde birkaç günlüğüne kamp kurmuş müzik yapıyordum. “Forever Never” o sırada oluştu.  Çocuklarımdan birisi, “Baba, bu bir örümceği dinlemek gibi” dedi. Epey tuhaf bir konsept diye düşünmüştüm ama insanlar müziğimden benim algıladığımı algılamak zorunda değil. 

Konserde çalacak mısınız onu?

Hayır, sanmıyorum. Konserde o albümden bir şarkı çalarım herhalde. Canlı performanslarda çalınanla stüdyodaki kaydedilen arasında büyük değişimler olabilir. Konserde sadece üç kişiyiz, albümlerimdeki sound çok daha yoğun, karışık bir iş. Bazen şarkılar daha basit çalınabilir ama bu her zaman olmuyor. Son 10 yılda yaptığım müziklerden bir seçme olacak konserde.

Cocteau Twins hakkında bir iki soru sormak istiyorum ama eğer sizin için hassas bir konuysa, yanıt vermek istemezseniz anlarım.  

Hayır, öyle hassas bir konu değil.

Grubun birleşmesi söz konusu mu? Bazen bu tür haberler çıkıyor medyada...

Eminim birleşme olmasını isteyen çok sayıda insan vardır. Ama benim buna yönelik bir planım yok. 

Grup, 1997’de dağıldı ama etkisi hala sürüyor. İngiliz alternatif müziğinin üç sacayağının, The Smiths, New Order ve Cocteau Twins’in bunca zaman sonra hala unutulmamasını neye bağlıyorsunuz?

Bana göre rock müzik ölüyor. Burada rock terimini genel anlamıyla kullanıyorum. The Rolling Stones gibi gruplardaki müzisyenler bu dünyadan ayrıldığında, o da gerçekten son olacak. Ben müzik anlamında artık yeni hiçbir şey duyamıyorum. Yeni gruplar kuruluyor ama çoğu birbirinin aynısı ya da çok benzeri; yaptıkları müziğin daha iyisi geçmişte yapıldı. Sorunuzun bununla ilgisi var. 

Robert Smith, Cocteau Twins’in “Treasure” adlı albümünü kendisini evlilik törenine hazırlamak için dinlediğini ve onun duyduğu en romantik sound olduğunu söylemişti. Siz “Treasure”ı dinleyince ne hissediyorsunuz? 

Dinlemeyeli uzun zaman oldu. Bütün katalog yaklaşık 5 yıl önce yeniden elen geçirildiğinde duymuştum en son. O müzikler, benim bir parçam, gençlik yıllarımın önemli bir kısmı, 22 yaşındaydım o zaman, şimdi 51’im. Çok uzun zaman geçti. O zamanlar seveni çok olan bir gruptaydım, dergiler hep bizden söz ederdi, büyük destek vardı, çok göz önündeydik. O ortamda hayatım daha kapalıydı. Bugün yıllar sonra birisi çıkıp müziğimi dinlediğini söyleyince çok gururum okşanmış hissediyorum. İnsanlara müzikle o yoğunlukta dokunabilmek muhteşem bir duygu. 30 yıldır birilerinin müziğinizi dinlediğini düşünün; olağanüstü bir şey bu. Geçmişte yaşananlar, o yıllara ait duygular çok değerli. 

Cocteau Twins sonrası müzik yapma sürecinizdeki değişimler nelerdi?

Benim için en olumlu değişiklik, “music business” denilen sektörden uzaklaşmaktı. Plak şirketlerine bağlı olarak çalışmak, ruhumu öldürüyordu. Ondan kurtuldum. Plak şirketlerinin hiçbir şekilde yaratıcılıkla ilgisinin olmadığını anlamıştım. Tek düşündükleri çok sayıda satış yapıp para kazanmaktı. Korkunç bir deneyimdi. Müzik yapma isteğimi öldürdü. O dönemdeki plak şirketi ile ilşkimi bitirmek hayatımı kurtardı ve müziğe geri döndüm. 


İki soundtrack albümü yayınladınız. Sizi film müziği yapmaya çeken neden ne? Az önce enstrümantal müziğin sadece sizin algılarınızı, deneyimlerinizi yansıttığını anlattınız. Film müziği yaparken, hem yönetmenin isteklerine bağlı kalıp hem de yeni fikirler geliştirmeyi nasıl başarıyorsunuz?

Çok sevdim sorularınızı. Filmler için birkaç çalışma yaptım. Temel olarak yöntem şöyle gelişiyor: Yönetmen bana filmin çekimi hakkında bilgi veriyor, ben öykünün ne olduğunu ve yönetmenin yansıtmak istediğini anlıyorum ve her şey ona göre gelişiyor. Benim için çok ilginç bir durum bu. Çünkü yaptığım diğer müziklerde aslında kendime dönüyorum. Hep ben, ben, ben ifadesi var onlarda. Filmde ise yönetmenlere ve oyunculara yardımcı rolündeyim. Tamamen farklı bir disiplin söz konusu. Zor olan, yönetmen bir sahnede özel bir şey yaratmaya çalışıp müzik kullanmak istediğinde, ne olduğunu tam olarak anlayıp kontrol etmem gerekiyor. Bu tür deneyimleri edinmek, benim açımdan çok yararlı. 

Çalışmayı arzuladığınız bir yönetmen var mı?

Hayır, özel biri yok. Komedi ya da aksiyon filmleri için iyi bir tercih olacağımı sanmam. Benim müziğim, duygusal yanı ağır basan filmlere uygun olur ancak. Birden bire değişemem, şu anda olduğumdan farklı bir sanatçı olamam. Bu değişimi bir anda yapabilen kişiler tanıyorum. Rock müzik yaparken, film için gerekirse çok ticari işler yapabiliyorlar. Ben bunu yapamam. 

Bugüne kadar aralarında Siobhan de Mare, Eraldo Bernocchi, John Foxx, Harold Budd gibi isimlerin olduğu müzisyenlerle işbirlikleri yaptınız. Birlikte çalışacağınız isimleri belirlerken belli bir kriteriniz var mı?

Daha önceden tanımadığım kimseyle işbirliği yapmadım. Bundan sonra da yapacağımı düşünmüyorum. Müzik, o kadar duygusal bir alan ki, onu bir yabancı ile paylaşmak istemem.  

30 yıldan fazla bir süredir müzik yapıyorsunuz. Yaşadığınız onca sıkıntıya karşın, her defasında size devam etme gücü veren şey ne?

Size komik bir yanıt vereyim mi? Hınç! (Gülerek verdi bu yanıtı.) Son zamanlarda bu konuda epeyce düşündüğüm için söylüyorum bunu. Müzik yapmaya devam etmek bir mücadele. Son 10-15 yıldır yaptığım albümler medyanın ilgisini çekmiyor. Televizyona çıkmıyorum, albümlerim hakkında yazmıyorlar ama ben müzik yapmayı sürdürüyorum. Gençliğimde kendime güvenim çok azdı ve başka insanların beğenisini kazanma ihtiyacı içindeydim. Yaşım ilerledikçe buna gereksinim duymamaya başladım. Ama yine de bazen albümlerim hakkında eleştiri yazılmamasından dolayı üzülüyorum. 

Müziğiniz insanlara dokunuyor. Ben de onlardan biriyim. Ben hep albümleriniz hakkında yazıyorum. Az da olsa başka yazanlar da var. 

Müziği kendim için yapıyorum ama sonuçta onu insanlarla paylaşmak istiyorsunuz. Ben de turneye çıkıyorum. Konserlerden sonra albümlerimi almak istiyor dinleyiciler. O kadar çok albüm yayınladığımı bilmediklerini söylüyorlar...
-

29 Ağustos 2012 Çarşamba

“BU, BÜYÜK BİR AŞK HİKAYESİ”


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 30 Ağustos 2012

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=362460

80’li yılların başında kurulan en özgün müzik gruplarından Dead Can Dance (DCD), 16 yıllık bir aradan sonra 19 Eylül’de bir kez daha İstanbul’a merhaba diyecek. Brendan Perry ve Lisa Gerrard gibi muhteşem sese sahip iki büyük yeteneğin kurduğu grup, çağdaş müzik formlarını Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’nın etnik tınılarıyla birleştirerek kendine özgü müziğiyle dünyada geniş bir hayran kitlesi kazandı. 1998’de dağıldıktan sonra 2005’te bir dünya turnesi için bir araya geldiler. Geçen yıl sürpriz bir şekilde duyurdukları yeni albüm “Anastasis”in yayınlanmasından sonra turne haberi de geldi. Şu anda Amerika turnesini sürdüren gruptan Lisa Gerrard, sorularımı yanıtladı.

Brendan Perry ile yollarınız ayrıldıktan sonra her ikiniz de kendi solo projelerinize ve farklı işbirliklerine yöneldiniz. Tekrar yeniden DCD çatısı altında toplanmanızı ne sağladı, ilk adımı kim attı?

Brendan ve ben ilk gençlik dönemimizde tanıştık ve müziğe karşı her zaman aynı hisleri taşıdık. Geçmişte yaşadıklarımızı ve yıllardır paylaştığımız deneyimleri düşününce yollarımızın yeniden kesişmesi bizim için çok şaşırtıcı değildi. Brendan benimle 2009’da Avustralya’da meydana gelen orman yangınları sırasında temas etti. O bölgenin annemle birlikte yaşadığım yer olduğunu biliyordu.

Geleceğe yönelik bir değerlendirmede bulunursanız, hem DCD ile çalışmaya devam edip hem de solo albümler mi yapacaksınız?

Daima dışardan başka işler de olur. Brendan ile yolculuğumun bitmesine daha çok var. Her şeyin nasıl gelişip sonuç vereceğine bağlı ama ben böyle hissediyorum.

“Anastasis”, DCD’nin çok boyutlu yönlerini ortaya koyan bütünlüklü bir belge gibi. Eski Ortadoğu ve Kelt kültürlerinin müziğiniz üzerinde büyük etkisinin olduğu açık. Ama ben bunların dışında bu albümde özel olarak sizin estetik duygunuzu besleyen diğer etkenleri ya da akımları merak ediyorum.

Bizans kültürü ve İrlanda’nın korsan kraliçesi Grace O’Malley, çıktığımız yolda ilerlemek açısından esinlendirici bir rol oynadı ama Brendan’ın sözlerinde öykü anlatımının getirdiği derin bağlantılar var.

(ZK- Grace O’Malley’i tanımıyordum. Biraz araştırınca internette şu bilgiyi buldum: Tahmini olarak 1530’lu yıllarda İrlanda’da Gal aristokrasisi içinde doğan O’Malley’yi İngilizler tehlikeli bir isyancı, yandaşları ise korkusuz ve kurnaz bir lider olarak tanımlar. Babası Owen O’Malley, klanın şefi ve filoların kaptanıdır. Denizi çok seven Grace, kızların denizci olamayacağı düşünüldüğü için saçlarını keser, erkek kıyafetleri giyer. Aile tarafından “kel” lakabı takılan Grace’e babasıyla denize açılması için izin verilir. Babasının yanında iyi bir denizci olan Grace, 16 yaşında politik bir kararla O’Flaherty klanının varisiyle evlendirilir. İrlanda’nın batı kıyısı dışındaki suları kontrol altına alırlar. Grace O’Malley, kocası Cork Kalesi’ni savunurken ölünce, kaleyi basarak geri alır. Denizlere geri dönen Grace, batı kıyısında güvenli geçiş için haraç almaya başlar, vermeyen gemileri  talan eder. 1586’da yakalanan ve idama mahkum edilen korsanların kraliçesi Grace, Kraliçe I. Elizabeth’e dilekçe yazar. Bir araya gelen iki “kraliçe”nin arasında geçen konuşma bilinmiyor ama Kraliçe I. Elizabeth, Grace ve ailesinin affedilmesi için emir çıkarır. Grace O’Malley’in 70’li yaşlarında bir gemi filosunu yönettiği biliniyor ve 1603’te Rockfleet Kalesi’nde öldüğüne inanılıyor.)

"SEVGİYİ KUTLAYAN BİR ZEYTİN DALI"

Ekonomik, siyasi ve manevi bir çöküşün tüm dünyaya hakim olduğu bugünlerde, Anastasis’in insanlara vermek istediği mesajı sizden duyabilir miyim?

Yüreğimizde yeşeren sevgiyi kutlayan ortak bağa dair bir zeytin dalı...

Farklı katmanları buluşturan bir müzik yapıyorsunuz ve onu yorumlarken tarifsiz bir içtenlik sergiliyorsunuz. Yöntemlerinizi merak ettiğim için, sorumu iki sözden yardım alarak genişleteceğim. Bob Dylan bir keresinde, “Müzisyen olmak, bulunduğunuz yerin derinliklerine inmektir. Çoğu müzisyen o derinliği yakalamak için her şeyi yapar; çünkü müziği icra etmek, bir kanvas üzerine hesaplayarak resim yapmanın tersine anlıktır” demişti. Brendan Perry’nin ise bir röportajında, “İstediği tonu yakalamak için çok sayıda renk kullanan bir ressam gibi biz de birçok enstrüman kullanıyoruz; müziğimize enstrüman tercihlerimizle renk veriyoruz” dediğini okumuştum. Bu durumda müziğinizi, bir ressamın katman katman ortaya çıkardığı bir resim gibi yaptığınızı söyleyebilir miyiz? Müziği icra etme konusunda ise Dylan’a katılır mısınız?

İkisine de katılırım. Brendan’ınki müzik yapmak için benimseyeceğiniz duygusal ve kurgusal yapıya nasıl başlanacağına dair bir referans. Bob Dylan ise, duyguları açıklamanın içtenliğine işaret ediyor. Her ikisinin de devam eden süreçte yeri var.

Ressam Georgia O’Keeffe, şarkı söylemeyi duyguları anlatmanın en mükemmel yolu olarak nitelemişti. Tersine çevirerek sorarsam, Anastasis’in kaydı bittiğinde, yüreğinizdeki his, hayalindeki resmi henüz yapıp bitirmiş bir ressamınki gibi olabilir mi?

Benim bakış açıma göre, müziğin kayıt aşaması, müziğin hayata gelmeye başladığı evre. Organik bir şekilde sürekli devam eden gelişim süreci bu. Bana göre yapılan iş, başlangıçtan şu ana kadar geçen kısmıyla, zaman ilerledikçe ortaya çıkıp beliren uzun bir seyrin arka arkaya çözülen katmanları olduğundan, bir albümü ya da belirli bir zaman dilimini ayırmak olanaklı değil.



“Amnesia” adlı şarkıyı ilk dinlediğimde öyle derinden etkilendim ki o gece uyuyamadım, saatlerce aynı şarkıyı dinleyip onun hissettirdikleri hakkında yazı yazdım. Bana kim olduğumu, nereden gelip nereye gitmekte olduğumu düşündürten müthiş bir iç yolculuk yaşattı. O şarkı nasıl ortaya çıktı bana anlatır mısınız?

Brendan, onu bas soundu üzerinden bir ritimle başlattı. Şarkı sözleri mesajını ortaya koyuyor zaten. Bana göre orada barış, tarih içinde zamanın akışıyla farkına varılan hafıza kaybından ve içinde bulunduğumuz anda dahi daha yüce bir aşamaya varmak için taşıdığımız potansiyeli görmezden gelişimizden söz ediyor. Açık ki, kırılgan, çok hoş bir insansınız. Sabah erken saatlerde dinlemenizi, uyku düzeninizi bozmamanızı öneririm.

Eski şarkılarınızı seslendirirken sözler, sizi yeniden geçmiş dönemlere mi götürüyor, yoksa zamanın geçişiyle yeni anlamlar mı yükleniyor?

Onları söylerken dudakların aldığı şekiller tanıdık ama kalpten boğaza giden yol bir evrim geçiriyor. Özlerinde olan ve kendi kendine uyanışa geçecek özellikler taşıyorlar fakat derinlikleri ve izleyecekleri yön, içinde bulunduğunuz andaki ruh haline göre değişebilir.

DCD’nin eski yıllarına kıyasla müzik yaparken bugün izlediğiniz yöntemlerde değişiklik oldu mu? Sadece yaratım sürecini açmak için soruyorum: Şarkılar adeta size başka bir yerden, bilinçaltından gelen bir ilhamla ulaşıyor gibi mi hissediyorsunuz yoksa entelektüel bir çabayla mı ortaya çıkıyor?

Şarkı yazma süreci fazla değişmedi; çünkü bu konuda teknik çok değişmedi. Ama kayıt ve miks açısından yenilikler var. Bu süreçte her zaman entelektüel materyalle ilgiliyiz. Müzik ve şiirdeki kültürel referanslara sıklıkla başvuruyoruz. Bu kez de albümde Akdeniz ritimleri ve mitolojiyle güçlü bağlar var.

İNSANLARI HİSSİZLEŞTİREN DÖNEM

Sizi müzik yapmaya yönelten en temel motivasyon kaynağı ne?

Bu konuda hem Brendan hem de kendi adıma içtenlikle yanıt verebilirim. Bizi harekete geçiren şey başkalarını etkilemek, ruhları canlı tutmak. İnsanları tamamen hissizleştiren bir dönemde yaşıyoruz ve birbirimizi teşvik etmek için elimizden geleni yapmak zorundayız.

DCD’in müziği yıllar geçse de hep canlı, konserleriniz her zaman çok tutkulu. Sizinki gibi bir kariyere sahip olan bir sanatçı, onca başarıdan sonra içindeki heyecanı ilk günkü gibi nasıl güçlü tutuyor?

Yaptığımız işler o enerjiyi canlı tutuyor. Müzik üretmeye devam etmesek kesinlikle tükenirdik. Eğer sanatçı bir ruha sahipseniz, yaşam gıdanız yaratıcılığı kucaklamak. Biz yıllardır sahip olduğumuz dinleyiciler açısından çok şanslıydık. Bu harika bir yolculuk ve büyük bir aşk hikayesi.

Müzik endüstrisine bugün yeni adım atıyor olsaydınız, nasıl bir yol izlerdiniz? Siz yıllar önce bağımsız şirketlerle çalışıp müziğinizi kendi yöntemlerinizle duyurdunuz. Bugün büyük çıkış yapan çoğu isim müzik dünyasındaki güçlü figürlerin desteğini arkasına alıyor. Müziğin geleceği hakkındaki düşünceleriniz nasıl?

Evet, bu bir endüstri değil mi? Ne üzücü bir durum... Müziğin yok olmayacağından emin olabiliriz. Yeni çalışma yöntemleri beni endişelendiriyor; çünkü giderek zorlaştı. Ama neyse ki kızım onlar hakkında bilgi sahibi. Aslında ben gelecekte ne olacağını gerçekten bilmiyorum. Sorunun yanıtına en içten yanıtım bu.

Uzun bir zaman sonra İstanbul’da yeniden konser vereceksiniz. O dönemde olduğu gibi şimdi de çok sayıda hayranınız heyecan içinde. Bunca yıl sonra aynı kente gelmek sizde nasıl bir his uyandırıyor?

Çok heyecanlıyım. O büyük taksilere binip, mümkün olduğunca oradaki müzikleri yaşamaya çalışacağım. İstanbul’da kocaman yürekli insanlarla çok güzel zaman geçirmiştik. Şimdilik hoşça kalın. Yakında görüşürüz!

19 Ağustos 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 128: Dead Can Dance - Anastasis (PIAS)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 19 Ağustos 2012

Yılın en heyecanla beklediğim albümlerinden biriydi Anastasis. Dead Can Dance grubunun yeni albüm yayınlayacağı geçen yıl duyulduğundan beri nasıl olabileceğini hayal ettim. İngiliz müzisyen Brendan Perry’nin Avustralyalı sanatçı Lisa Gerrard ile başlattığı DCD macerasını, her zaman ilgiyle ve yakından izledim. 1981’de grup kurulmadan önce Melbourne’de The Little Band adı verilen deneysel post-punk akımı sırasında tanışmış ikili. (Lisa Gerrard, Perry ile tanıştığında 17 yaşında olduğunu söylemişti bir röportajında, demek ki Perry de 19'undaymış o sırada.) Brendan Perry, enstrümanları alışılmışın dışında deneysel yöntemlerle çalan ve ticari başarıdan çok, sanatsal açıdan gelişime önem veren birçok ufak grubun bir araya geldiği o atmosferde Lisa Gerrard’ı ilk kez santur çalarken görmüş. Kendisi o sıralarda Scavengers adlı bir punk grubunda bas çaldığı için, Gerrard’ın müziğini ilk zaman oldukça avangart bulduğunu anlatır.

Perry 1981’de grubu kurduktan kısa bir süre sonra, Gerrard da elektronik perküsyon ve geri vokalde katkıda bulunmak üzere ona katılır. 1982’de Londra’ya taşınmalarının nedeni, müziklerini daha geniş kitlelere ulaştırmaktı. Bağımsız plak şirketi 4AD ile anlaşma imzalamalarıyla bu yol önlerinde tamamen açıldı.

Aradan geçen onca yılda DCD’nin müziğini anlatmak hep zor oldu; çünkü müziğe yaklaşımlarının temeli, farklı kültürlerin buluşma noktasından hareketle iç seslerini dinleyip, kendilerine ait özel soundu bulmaktı. O soundun, dünya müziği, neo-klasik, new age, ambient, goth rock, post-punk, dark wave gibi farklı türleri barındırmasındaki ana neden bu. Çevreden gelen etkilere her zaman açık kalarak, onların kendi potalarında özünü çıkarıyorlar ya da onlara yeni bir karakter veriyorlar. Bu aşamada o farklı etkiler üzerinde bir kontrollerinin olmadığını; çünkü her şeyin bilinçaltına yerleşip ortaya döküldüğünü söylüyor Brendan Perry. Dolayısıyla DCD’nin yaptığı müzik, mistik, büyüleyici ve karanlık. İnsanı heyecanlandıran bir his var şarkılarında ama bu neşe ya da coşku değil, dinledikçe insanı bir bilinmeyene doğru çeken, cazibesine karşı koyulamayan bir güç gibi.

Bütün bu özelliklerin yanına Lisa Gerrard’ın benzersiz alto sesini ve Brendan Perry’nin güçlü bariton vokalini ekleyince, DCD’nin müzik sahnesindeki en ilginç kadın/erkek ikilisi olarak yeri iyice belirginleşiyor. 1984’te grupla aynı taşıyan ilk albümden 1996 tarihli Spiritchaser’a kadar 7 stüdyo, 1 konser albümü yayınladı grup. 1998’de hem romantik ilişkilerini hem de müzikteki birlikteliklerini sonlandırarak yollarını ayırdılar. Her güzel şeyin bir gün biteceğini biliriz ama DCD gibi zengin müzik yapan bir grubun dağılması gerçekten üzücüydü. Sonunda Gerrard da Perry de kendi solo çalışmalarına döndüler. Gerrard, Hans Zimmer ile çalıştı, “Gladiator” filminin müziklerini yaparak Altın Küre kazandı ve çeşitli işbirliklerinde yer aldı. Perry, Kuzey İrlanda sınırındaki 1855’te yapılan Quivvy kilisesini alarak muhteşem bir stüdyoya çevirdi. Aynı zamanda içinde yaşadığı bu yapıyı türlü enstrüman ve ekipmanla donatarak solo albümlerini burada kaydetti.

Artık tamamen bittiğini düşündüğümüz DCD’nin 2005 yılında bir turne için bir araya gelmesi, sevindirici bir sürpriz oldu. Bu turne sırasındaki bazı canlı kayıtların yayınlanmasıyla bir süre avunduk ama sevenlerinin içinde hep yeni bir albümün özlemi vardı. Geçen yıl hiç beklemediğimiz bir anda önce albüm ve ardından da dünya turnesi haberi geldi. Bu yıl haziran ayında Anastasis’den ilk şarkı Amnesia internette yayınlandı. 25 Haziran 2012 tarihinde şarkıyı duyduğumda hissettiklerimi bloga yazmıştım. (Blogdaki o yazı bu linkten okunabilir: http://zulalmuzik.blogspot.com/2012/06/kimsenin-ulasamayacag-yere-ulasan.html) Brendan Perry’nin sesini hep çok sevdim ama bu albümde içimde daha derin noktaları sarstı; DCD’nin ilk dönem albümlerini dinleyince sesinin zaman içinde olgunlaştığını söylemek mümkün.



Sekizinci stüdyo albümlerinin adı Anastasis, Yunanca “yeniden diriliş” anlamına geliyor. Küllerinden yeniden doğan Dead Can Dance için kanımca bundan daha anlamlı bir albüm adı seçilemezdi. Grup, Anastasis’te tam anlamıyla ayağa kalkıp dimdik durmuş. DCD’nin daha önceki albümlerini bilenler için çok değişik ya da sıradışı bir albüm değil Anastasis; ama hiçbir açıdan onlardan geride de değil. Toplam 8 şarkının yer aldığı 56 dakika, bana göre Dead Can Dance kariyerinin en başarılı kayıtlarından birisi.

Albüme Yunanistan, Türkiye, Kuzey İrlanda (Kelt), Kuzey Afrika ve Ortadoğu müziklerinden belirgin etkiler yansımış; ilginç olan dünyanın farklı yerlerinden gelen bu seslerin İrlanda’ya ulaşıp Quivvy Stüdyosu’nda aldıkları şekil. Perry ve Gerrard, bugüne kadar yaptıkları müziğe daima deneysel bir bakış açısıyla yaklaştılar; bu albümde de ortaya koydukları müzik işçiliği ve sanatı çok yüksek seviyelerde.

Anastasis boyunca tema olarak yine insana ve hayata dair ilginç tespitler var. Mitoloji ve mistik referansları şiirsel bir akıcılıkla anlatma yeteneği var Brendan Perry’de. Amnesia'da insan gelişiminde hafızanın önemine değinirken, açılışı yapan Children of the Sun'da çağlar boyu verilen savaşlardan sonra insanoğlunun artık evrildiğini, Woodstock kuşağının ideali barış ve sevgi dolu bir dünyanın iktidarlara hizmet edenler tarafından engellenemeceği mesajını veriyor. Orkestra enstrümanlarını, üflemeli ve yaylıları ön plana çıkaran şarkı Perry’nin vokaliyle yer yer görkemli bir marş havasına bürünüyor.

8 şarkıdan 4’ünde Perry, 3’ünde Gerrard ana vokaldeyken, Return of the She-King'de birlikte söylemişler. Kelt gaydalarının sesiyle uzun bir girişten sonra Gerrard’ın başka bir evrenden geldiği hissini uyandıran pürüzsüz sesine arkadan bir koro eşlik ediyor. Üflemelilerin ve perküsyonun devreye girişiyle 5. dakikada şarkı bir dönüşüm geçiriyor ve Perry’nin sesi duyuluyor. Arkasından ikilinin düeti başlayınca sanki dev bütçeli bir tarihi filmin tematik müziğine dönüşüyor şarkı. Şarkın kendi içindeki değişimi ve ikili karakteri, taşıdığı isim gibi Perry- Gerrard ikilisinin geri dönüşünü simgeliyor adeta. Kurgusu, enstrümantasyonu ve vokalleriyle albümün en önemli şarkılarından birisi bu.

Amnesia’dan sonraki favori şarkım Opium'da, “Bazen bütün anıları geride bırakıp ayrılmak istediğimi, kapıdan çıkıp gitmek istediğimi hissediyorum. Kara gece beni çağırıyor ama bütün yollar birbirine benziyor, hiçbir yere varmıyorlar” diyor Perry. Yine albümün etrafında döndüğü noktaya, geçmiş ve gelecek arasında durduğu yere dönüyor. Sözleri depresif olsa da müziğin bana verdiği duygu farklı; sevinçten değil ama sıkışıp kaldığınız bir yerden kanatlanıp uçmak istediğiniz anlarda içinizde doğan o rahatsız ama tutkulu savrulmayı hatırlatıyor. Bu duyguları tek bir benzetme ile anlatabilmek Perry'nin yeteneği; rüzgara tutuklu kuştan söz ettiğinde hissettiklerimi bir anda özetliyor.

Gerrard’ın vokali üstlendiği şarkılar arasında Agape, bana albümde en uzak duran şarkı oldu. Vokalle ilgili bir sorun yok elbette ama melodideki Ortadoğu etkisi bana biraz fazla geldi; ben daha çok Kuzey Afrika kabile ritimlerini içeren şarkıları tercih ediyorum. Kapanıştaki All In Good Time, “Bana sabrın bir erdem olduğunu öğrettin. İşi doğaya bırakıp zamanın geçmesini bekledim. Her şey iyi bir anda oluverdi” diyor Perry. Yıllar geçip yaşlandıkça sabretmeyi ve her şeyin aynı anda olmasını beklememeyi öğrenmeyi tavsiye ediyor herkese. Sonunda istediklerinin olması, yeniden dirilişin olumlu sonuçlandığını anlatıyor muhtemelen.

Dead Can Dance’den yeni albüm gelsin diye 16 yıl bekledik ama buna fazlasıyla değdi. Albüm kapağında gözüken ayçiçekleri, 16 yıldır hüzünle boynunu büküp güneşte susuzluktan kurumuştu belki ama umut bitmemişti; çünkü kökler sağlamdı, bir umut doğdu, yağmur yağdı, kuraklık bitti. DCD yeniden doğdu!

(Not: Albümün tümü Dead Can Dance'in sitesinde stream yoluyla dinlenebiliyor.
http://deadcandance.com/presaleassets/anastasisplayer.html)

25 Haziran 2012 Pazartesi

Kimsenin Ulaşamayacağı Yere Ulaşan Şarkılar


Bugün benim için çok güzel bir gün. Çünkü Dead Can Dance'in ağustos ayında yayımlanacak yeni albümü "Anastasis"ten ilk single "Amnesia"yı dinledim. Bazı şarkılar vardır; hiçbir insanın, hiçbir canlının yüreğimde dokunamayacağı yerlere dokunurlar. O şarkıları yapanlar da insandır elbette ama ben müzik dinlerken bire bir o insanlarla değil, yaptıkları şarkılarla ilişki kuruyorum.

Bu anlamda müzikle ilişkim son derece özel ve dokunulmaz bir alanı kapsıyor. O alana her şarkı da giremiyor. Kapıları açıp açmamak benim elimde değil; şarkı kendi yolunu kendisi belirleyecek kadar güçlüyse onun karşısında direnmem olanaksız. Öyle zamanlar oluyor ki, bazı şarkıları duyduğum anda kıpırdayamıyor, olduğum yerde kalakalıyorum; bazen aniden gözümden yaşlar iniyor, bazen gecenin bir yarısında sokakta yürürken buluyorum kendimi...

Bugün de yine böyle oldu; "Amnesia"yı ilk duyduğumda ciddi bir sarsıntı oldu iç dünyamda. Sonra gece karanlığında sokağa çıktım; şarkıyı iPod'da tekrara alıp uzun süre yürüdüm. Birtakım anılar canlandı hayalimde, geleceğe yönelik kimi endişelerimle yüzleştim. Şarkı hafıza kaybından söz ediyordu. Brendan Perry'nin güçlü sesini sanki en yakın dostum benimle söyleşiyormuş gibi dinledim. Sesindeki tınılar beynime kazındı; sonra ona dedim ki: "Hayatımın bugüne kadar geçen bölümünde yaşadıklarımın hiçbir anını unutmak istemiyorum. İyisiyle kötüsüyle benimdir o anılar. Her sözümün, her kararımın arkasındayım. 'Geriye dönsem farklı yapardım' dediğim birkaç şey var ama sen de ben de biliyoruz ki bu dünyada geriye dönüş yok, geleceğe bakacağız."

Anlaştık Brendan Perry ile... Bu yazdıklarımın içinde hüzün bulabilirsiniz belki ama aslında çok mutluyum bu akşam. Dead Can Dance şerefine kadeh kaldıracağım bu gece! Her zaman bu kadar etkilendiğim şarkılar çıkmıyor. 19 Eylül'de "Amnesia"yı Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde canlı dinlerken gözümden yaşlar akarken görürseniz bilin ki mutluluktandır.

6 Aralık 2010 Pazartesi

2010'un En İyi Albümleri


Her yıl aralık ayında adet olduğu üzere, ben de yine "Yılın En İyi Albümleri" listesi yaptım.
Elbette listeler kişiye göre değişir; birisinin çok sevdiği bir albümü diğeri hiç beğenmeyebilir.
Ancak ne kadar öznel olsa da, ben listeleri seviyorum. Hem geçen yılı gözden geçirmek hem de iyi albüm yapan grupları desteklemek için faydalı oluyor.

"Ne var ki liste yapmakta?" demeyin... Yıl boyunca yayımlanan yüzlerce albümü takip edip dinlemek ve sonra da hepsinin arasında bir değerlendirme yapmak oldukça fazla emek ve zaman istiyor. Ayrıca belki herkesin en çok beğendiği ilk birkaç albüm bellidir; ama 50 albümlük bir liste yapıyorsanız, bu biraz daha zor oluyor.

Ben aşağıda isimleri yer alan albümleri tekrar anlatma gereği duymadım. Onun yerine ilk 20 albümde en sevdiğim şarkılara ait videoları ekledim. (Zaten bir kısmı hakkında daha önce de yazılar yazmıştım; blogda arama yaparsanız, o yazılara ulaşabilirsiniz.)

Bu albümler, 2010 yılında benim en yakın dostlarımdı. Sevincimi, üzüntümü, endişemi, heyecanımı bu albümlerle yaşadım. Özellikle "The Durutti Column"ün "A Paean to Wilson" adlı albümü olmasaydı, 2010 benim için çok daha zor geçerdi. Yürekten bağlıyım o albüme; dilerim ki herkes bulup dinlesin.

Gelecek yılı yeni dostlarımla tanışmak için büyük bir heyecanla bekliyor, herkese bol müzikli ve konserli iyi bir yıl diliyorum!

1-The Durutti Column - A Paean to Wilson
Albümde yer alan "Chant"ın YouTube'daki videousu var ekte. (Resmi video değil ama kim koyduysa ona da teşekkürler burdan.) 10 dakika 37 saniye ayırıp bu parçayı dinlemenizi öneririm.

Bir de yine aynı albümden "How Unbelievable"ı YouTube'dan ekledim. Video tam 4' 56'' 'ya geldiğinde Tony Wilson İngiltere'deki ekonomik durumla ilgili şunları söylüyor: "How Unbelievable... The Labour could be in power for 10 years and the wealth gap in this country gets worse..."

Tam 7'11''de ise bu kez şöyle diyor Wilson: "Socialism is not complex. It means a deep, central belief, natural in your heart that the poor should not be so poor and the rich should not be so rich. In Britain, the gap between the rich and the poor has got wider..." Tony Wilson'a saygıyla şapka çıkarıyorum!





2-Brendan Perry - Ark
Ne yazık ki, Brendan Perry'yi Sofya'ya kadar gelmesine karşın bu yıl turnede yakalayamadı İstanbul... Bir gün olağanüstü güzellikteki bu albümü canlı dinlemeyi hayal ediyorum. Albümden en sevdiğim şarkı "Wintersun"ın resmi olmayan videosu aşağıda. Videodaki ses kalitesi iyi değil, en iyisi siz bu albümü alın:)



3-Brian Eno - Small Craft on a Milk Sea
"Dust Shuffle"


4-Autechre - Oversteps
"see on see".


5-The National - High Violet
"Afraid of Everyone"


6-Bill Callahan - Rough Travel for a Rare Thing
"Rock Bottom Riser"


7-Forest Swords -Dagger Paths
"Miarches"


8-Oneohtrix Point Never - Returnal
"Returnal"


9-The Fun Years - God Was Like, No
"Division of Labor"


10-Arcade Fire - The Suburbs
"Modern Man"


11-Olafur Arnalds - “.......and they have escaped the weight of darkness”


12-Owen Pallett - Heartland
"E is for Estranged"


13-Walls - Walls
"Soft Cover People"


14-Flying Lotus - Cosmogramma
"And the World Laughs with You" (Feat. Thom Yorke)


15-Olöf Arnalds - Innundir Skinni
"Surrender" (Feat. Björk)

Ólöf Arnalds - Surrender (Official Video) from One Little Indian Records on Vimeo.



16-Gil Scott-Heron - I'm New Here
"Me and the Devil"


17-Matthew Dear - Black City
"Soil to Seed"


18-Gonjasufi - A Sufi And A Killer
"Sheep"


19-Dark Star - North
"Ostkruez"


20-Laurie Anderson - Homeland
"The Beginning of Memory"


21-Joanna Newsom - Have One on Me


22-Deerhunter - Halcyon Digest
"Helicopter"


23-Max Richter - Infra
"Infra 3"


24-Dollboy - Ghost Stations
"Oranienburger Strasse"


25-Pantha du Prince - Black Noise
"Es Schneit"


26-Ryuichi Sakamoto - Playing the Piano
"The Sheltering Sky"


27-Jonsi - Go
"Kolnidur"


28-Crystal Castles – Crystal Castles ( II )
"Not in Love" (Feat. Robert Smith of The Cure)


29-Swans - My Father Will Guide Me Up a Rope to the Sky
"Reeling the Liars In"


30-Wyatt, Atzmon, Stephens - "......for the Ghosts Within"
"Laura"


31-Beach House - Teen Dream
32-These New Puritans - Hidden
33-Glasser - Ring
34-Eluvium - Smiles
35-Les Savy Fav - Root For Ruin
36-Future Islands - In Evening Air
37-John Grant - Queen of Denmark
38-The Octopus Project - Hexadecagon
39-Eleven Tigers - Clouds are Mountains
40-Blonde Readhead - Penny Sparkle
41-Gold Panda - Lucky Shiner
42-Shed - The Traveller
43-Liars - Sisterworld
44-Holy Fuck - Latin
45-Paul Weller - Wake Up the Nation
46-Caribou - Swim
47-Ikonika - Contact, Love, Want, Have
48-Brian McBride - The Effective Disconnect
49-Keith jarrett-Charlie Haden - Jasmine
50-Autre Ne Veut - Autre Ne Veut

_

6 Haziran 2010 Pazar

Vitrindeki Abümler 21:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 6 Haziran 2010

BRENDAN PERRY-Ark (Cooking Vinyl)

Bu yıl en heyecanla beklediğim albüm sonunda çıktı! Uzun zamandır bir albümü bu kadar sabırsızlıkla beklememiştim.

Eklektik tarzı ile müzik tarihinin kendine has gruplarından Dead Can Dance’in iki üyesinden biriydi Brendan Perry. Grup, 1988'de dağıldığından bu yana solo çalışmalarını sürdürüyor.

İngiliz şarkıcı/multi-enstrümantalist, bu ikinci solo albümünde baştan sona her şeyi kendisi yazıp çalarak, prodüktörlüğü de kendisi üstlenerek tam bir bağımsız çalışma yapmış.

Perry'nin belirttiğine göre, "Ark", bir konsept albümü değil; insanlığın bugün içinde bulunduğu koşullarla ilgili gözlemleri yansıtıyor. Bu çerçevede, kimlik, yabancılaşma, savaş, insanoğlunun doğa katliamı, politik sömürü gibi temaları işleyen albümde toplam sekiz şarkı var.

Ancak bu karamsar konulara karşın, içerdiği müzik umuttan yoksun değil. Çünkü Perry, “Ark”ı gerçek dünyanın yıkıcı gerçeklerinden arınmak için bir kanal olarak düşünmüş. İnsan albümü dinleyince, dışardaki onca kargaşaya karşı, huzuru yine müzikte bulacağına dair bir umutla doluyor.

Sound olarak, Brendan Perry’nin ilk solo albümü “Eye of the Hunter”dan farklı; daha çok Dead Can Dance dönemini andırıyor. 1999 tarihli o albümde, canlı kaydedilen gitar, bas ve davul öne çıkıyordu.

Perry, bu kez bilinçli bir tercihle, önemli ölçüde sample ve synth kullanımına yönelmiş. Çünkü müzik yapmanın giderek daha çok makinelere bağlı bir hale geldiği dünyayı albüme yansıtmak istemiş. Ama ilginç bir şekilde bu sentetik soundu, yaylılar, obua, darbuka ve bazı etnik enstrüman sesleriyle bütünleştirmiş.

Albümdeki birbirinden güzel şarkıların arasında benim favorim, Brendan Perry’nin mükemmel vokaliyle unutulmaz kıldığı 6 dakikalık “Wintersun”.

The Bogus Man”, “This Boy” ve “Babylon” ise, yeni sömürgecilik ve dini istismar aracılığıyla yükselen politik yozlaşma ile savaşları anlatan bir üçleme olarak dikkat çekiyor.

Perry, "Babylon" ve "Crescent" adlı şarkıları, 2005'te Dead Can Dance'in yeniden bir araya geldiği turne için yazmıştı. Şimdi her ikisini de bu albümde bulmak olanaklı.

"Ark", sanatçının adeta bir kuyumcu gibi işlediği muhteşem bir albüm! Ne yapın edin, bu albümü dinleyin. Bağımlılık yapacak kadar güzel. Kanımca, yılın en güzel ikinci albümü. "İkinci" yazarken elim titriyor ama mutlaka bir sıralama yapılacaksa ikinci. Çünkü birincisinin beni nasıl darmadağın ettiğini müzik yazılarımı takip edenler biliyor.

Belki de en iyisi, birinciliği ilk iki albüm arasında paylaştırmak... Çünkü gerçekten bu kadar güzel bir albüme ikinciliği vermek içime sinmiyor... Yüreğine, aklına, eline, diline sağlık Brendan Perry!

Albümü bu kadar beğendikten sonra konser organizatörlerine bir çağrım var: Brendan Perry uzun zamandır turnede. Kısa bir süre önce Romanya'ya kadar geldi. Turne şu anda Avrupa'da devam ediyor. Acaba kendisini konser için ülkemize getirmek olanaklı değil mi?

("Utopia"yı ücretsiz indirmek için buraya tıklayın. )

-

18 Mart 2010 Perşembe

Piano Magic yine büyüleyecek


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 18 Mart 2010

İstanbul, 19 Mart’ta alternatif müzik sahnesinin önemli bir grubunu ağırlıyor.

Kurulduğu ülke İngiltere’den daha çok Avrupa’nın diğer ülkelerinde kült bir dinleyici kitlesine sahip olan Piano Magic, cuma akşamı Babylon’un konuğu.

Türkiye’de ilk kez 2007’de Radar Live festivalinde dinleyicilerle buluşan Piano Magic, aynı yıl Babylon’da unutulmaz bir konser vermişti. Albümleri ülkemizde bulunmayan bir grup olarak gördükleri ilgi dikkat çekiciydi.

Konsere gelenlerin kaçı daha önce Piano Magic albümlerini dinlemişti bilmiyorum. Ama o akşam salona yayılan enerji öylesine güçlüydü ki, grubun müziklerini ilk kez duyanları bile sarsacak nitelikteydi.

Benzer bir deneyimi, bu kez daha etkili bir şekilde yaşayacağımızı düşünüyorum. Çünkü Piano Magic, bilinen şarkılarının yanı sıra, Ekim 2009’da yayımladığı “Ovations” adlı albümden yeni şarkıları da çalacak. O albüm ki; geçen yılın en iyilerini sıraladığım listede 1 numaradaydı.

Nedir Piano Magic’in müziğini bu kadar iyi yapan?

Grubun kurucusu ve vokalisti Glen Johnson’ın kaleme aldığı, bir duygu ve bilgi birikiminden süzülüp gelen şiirsel şarkı sözleri mi? Yoksa kaliteden hiç ödün vermeyen müzikal duruş mu? Elbette dinler dinlemez insanı içine çeken o müziği yaratan şey, bu ikisinin özgün karışımı...

1996’da kurulduğu günden bu yana, çeşitli müzik tarzlarında ürün veren, deneysel çalışmalara yakın duran bir grup Piano Magic. Organikle elektronik sentezini yansıtan müziklerinin ambient-pop, indietronica, post-rock, ghost rock vb. farklı şekillerde açıklanması da bundan...

Bütün bu tanımlamaların mutlaka ortak bir noktası bulunacaksa, belirgin bir melankolizmden söz etmek gerekir. Müzikleri, açık bir Joy Division etkisinin yanı sıra, etkilendiklerini söyledikleri Dead Can Dance, New Order, The Durutti Column, Disco Inferno, Felt, This Mortal Coil ve Cocteau Twins'in her birinden izler taşıyor.

Şarkılarındaki karanlığın derecesi bazen yoğunlaşsa da, an geliyor bir dinginlik yansıyor melodilerden. İnsanın kendi iç dengesini bulması gibi, onların albümleri de kendi içinde hassas bir denge kuruyor.

Piano Magic’in müziğindeki karanlık, dışarıya yıkıcı bir agresiflik olarak değil, herkesin kendisini yakın hissedebileceği kadar zarif bir hüzün olarak yansıyor...

Örneğin “Ovations”ın açılış parçası “The Nightmare Goes On”da vokalde Dead Can Dance’den Brendan Perry’nin muhteşem sesini duyuyoruz. Perry’nin sesinin titreşimleri, hiç bitmeyen bir kabustan söz edeken bile öylesine ölçülü ki, ancak saygı duyulur bu ustalığa.

March of the Atheists”te din adına yapılan kanlı savaşları anlatan Glen Johnson’ın sesinin sakin kararlılığı da bir o kadar etkileyici...

Cuma akşamki konserde, gruba, vokalde Radar Live'da dinlediğimiz Angele David-Guillou’nun da ipeksi sesiyle eşlik edeceğini belirtmek gerek.

Şu bir gerçek ki; ister vokalli olsun ister vokalsiz, Piano Magic ne çalarsa çalsın, müzikleri adeta büyülüyor dinleyenleri. Glen Johson, yıllar önce “Music won’t save you from anything but silence” adlı bir şarkı yazmıştı. Doğru; ama o rahatsız edici sessizliği bozmak da az şey mi?

_

Grubun son albümünde yer alan "On Edge" adlı şarkının videosu:


Piano Magic : 'On Edge'

Piano Magic | MySpace Music Videos

-

7 Kasım 2009 Cumartesi

Alkışlar Piano Magic’e!


OKUYUCULARA NOT: Bugünkü Cumhuriyet Hafta Sonu'nda yayımlanan yazımda teknik bir hata olmuş ve yazıda geçen hiçbir "ş", "ğ" harfi ve kesme işareti basılmamış. Okunması çok güçleşmiş yazının... Nasıl olmuş bilmiyorum ama çok üzgünüm... Yazıyı bloga koyuyorum.

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 7 Kasım 2009

2009 bitmedi ama ben bu yılın en iyi indie rock albümünü ilan ediyorum. Kalan 54 günde daha iyi bir albüm çıkmazsa; ki çıkacağına dair bir beklentim yok, benim bu kategori için adayım, "Ovations". Piano Magic, yeni yayımlanan bu albümüyle, adı gibi coşkulu bir alkışı hak ediyor.

Ülkemizde de yakından tanınan gruplardan biri Piano Magic. İki yıl önce Radar Live festivalinde verdikleri kısa konserle dinleyicileri büyülemişlerdi. Sonra Babylon’da dinledik onları.

Babylon’un 10. yıl kitabında, bazı kişilere o salonda görüp unutamadıkları konseri sormuşlar. Bana sorulsaydı, Piano Magic derdim. Müziklerinin yansıttığı içtenlikten çok etkileyiciydi. Aynı hissi “Ovations”ı dinlerken de hissettim.

Albüm, İngiltere’de tam bağımsız bir plak şirketinden çıktığı için ülkemizde satılmıyor. Make Mine Music adlı bu plak şirketinin sahibi sanatçıların kendisi. Herkes albümünün yapım masraflarını tümüyle kendisi karşılıyor ve elde edilen bütün geliri de kendisi alıyor. Tam bağımsız dememin nedeni bu.

Ancak albüm Türkiye’de satılmasa da, internet üzerinden CD ya da MP3 olarak almak olanaklı. Ben de öyle yaptım.

DEAD CAN DANCE ETKİSİ

Gelelim Ovations için neden bu yılın en iyi albümü dediğime... Piano Magic’in 10. stüdyo çalışması bu albüm ve bugüne kadar yayımladıklarının içinde en dinamik olanı. 80’lerin Manchester soundunu başarılı bir enstrümantasyonla günümüze taşımışlar. Bunu yaparken de, indie rock soundunu Ortadoğu ve Akdeniz ile buluşturmuşlar.

Bana birçok şarkıda Joy Division ve New Order’ı hatırlattı albüm. Zaman zaman Depeche Mode yansımaları da geldi kulağıma. Ama işin ilginci, albümü dinlerken sadece 80’lerin Manchester soundunu duymuyorsunuz; duyduğunuz şey, bir tür Joy Division ve Dead Can Dance bileşimi...

Bunun gerisindeki en önemli neden, bu albümde gruba katılan iki efsanevi müzisyen: Gotik çağın müziklerini günümüzün ritim ve perküsyon aletleriyle yeniden yorumlayan ünlü grup Dead Can Dance’den Peter Ulrich ve Brendan Perry.

Peter Ulrich’in perküsyondaki yeteneği ve Brendan Perry’nin hafızalarımızdan hiç çıkmayan sesi, albüme çok şey katmış. Santur, viyolonsel, çello, analog synth, gitar, piyano, darbuka, orkestra çanı, clave, bas ve davul, flamenko ile özdeşleşen el çırpmalarla birleşince ritmik ve canlı bir albüm çıkmış ortaya.

Brendan Perry'nin seslendirdiği iki şarkı, “You Never Loved This City” ve “The Nightmare Goes On”, özellikle Tindersticks sevenleri mest edebilecek türden çok etkileyici şarkılar. (Grubun Myspace sayfasında bu şarkıları dinleyebilirsiniz. www.myspace.com/lowbirthweight ) Perry, bu albüme katkıda bulunduğu için çok mutlu; uzun zamandır duyduğu en iyi müziği Piano Magic’in yaptığını söylüyor.

ATEİSTLERİN YÜRÜYÜŞÜ

Bir Piano Magic albümü, sözleri incelenmeden anlaşılmaz. Çünkü vokalist ve şarkı sözü yazarı Glen Johnson, günümüzün en şair ruhlu müzisyenlerinden birisidir. Yazdığı sözlere farklı anlamlar katıp düşündürür, sözcüklerle oynar, çeşitli metaforlar kullanır...

Bu albüm de yine melankolik ve nostaljik. Kendisiyle yaptığım bir röportajda, şarkı yazarken hayatının hayaletlerinden kurtulmaya çalıştığını söylemişti Johnson. O çabasına yine devam ediyor. Bu defa kurtulmaya çalıştıklarının arasında dinci yobazlar da var.

March of the Atheists” adlı şarkıda, “Senin inançlı olduğunu kabul edebilirim / Ama sen de benim öyle olmadığımı kabul etmelisin” diyor. El çırpmalar yaylılarla karışırken, “Kalbinde tanrı var ama ellerin kan içinde” diyerek, din adına yapılan savaşlara ağır eleştiriler getiriyor.

Albümdeki en dikkat çeken parça “The Faint Horizon”, hayatı yakalamaya çağırıyor insanları... Gençlik geleceği düşünerek, yaşlılık da gençliğe duyulan özlemle harcanıyor; sonunda da hayat ıskalanıyor diyor...

Synth ve gitarların baskın kullanıldığı “On Edge”, albümdeki en elektronik şarkı. Benim favorimi soracak olursanız, “The Blue Hour” derim. O kadar çok Joy Division’ı hatırlattı ki takılıp kaldım...

Albümde fark ettiğim bir değişikliği de söylemeden geçmeyeceğim. Bu defa yağmurdan hiç söz etmemiş Glen Johnson. Rüzgâr var, bulut var, deniz var ama yağmur yok... Oysa Piano Magic şarkılarında sık sık yağmur yağardı...

Bu arada, albüm kapağındaki resmi bulmak için grupla temas kurdum. Glen Johnson'ın kendisinden bir e-posta geldi. Şöyle diyor mesajında: “Belki yakında yine Türkiye’ye geliriz." Konser organizatörlerine hatırlatmak isterim; Piano Magic albüm tanıtımı için Avrupa turunda... İstanbul'da yine coşkulu bir şekilde alkışlayabilir miyiz onları?

Translate