Blur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Blur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Temmuz 2016 Cuma

IRKÇILIĞI MÜZİKLE YENMEK!


1.7.2016

Bu yıl İstanbul Caz Festivali'nin en merakla beklenen konseri, geçtiğimiz hafta Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi'nde gerçekleşti. Festivalin açılışını da yapan konserde rock müziğin üretken isimlerinden Damon Albarn ile şef Issam Rafea'nın yönettiği Suriyeli Müzisyenler Orkestrası'nı bir arada dinleme fırsatı bulduk.

Eski ve yeni üyelerin oluşturduğu 50 kişilik orkestra, savaşı yaşayan bir toplumun içinden çıkan müzisyenlerin yeniden bir araya gelerek konser vermesi açısından son derece anlamlı bir proje. Ayrıca Senegal, Tunus, Lübnan, Mali, Cezayir, Moritanya ve Amerika'dan sanatçıların katıldığı konserde Türkiye'den de rap sanatçısı Ceza yer aldı. Cezayirli şarkıcı ve rai müziğin en ünlü yorumcularından Rachid Taha, Amerikalı ozan şarkıcı Julia Holter, Senegal'in önde gelen müzisyenlerinden Baaba Maal, Malili nyogi ustası Bassekou Kouyate, Suriyeli ünlü rap şarkıcısı ve prodüktör Bu Kolthoum, Arapça hip-hop'ın en tanınmış kadın sanatçısı Malikah, yine Arap hip-hop sahnesinin en sevilen isimlerinden Eslam Jawaad, Tunus asıllı caz ve sufi müzik sanatçısı Mounir Troudi, dokuz yaylı arp olarak bilinen ardine'in ustası Noura Mint Seymali ve genç prodüktör TALA, Africa Express projesi kapsamında aynı sahneyi paylaştı.



Avrupa'da sadece altı kentte verilen bu konserin bu yıl İstanbul'da da gerçekleştirilmesi gerçekten önemli bir olanaktı. Ben konsere herhangi bir beklentim olmadan ve daha önce hiçbir konser kaydını izlemeden gittim. Açıkçası çoğunlukla Batı kaynaklı müziklerle iç içe olduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Teknolojiyi geliştiren Batı, kendi müziğini de her yere daha kolaylıkla yayıyor. Hemen sınırımızda olduğu halde Suriye müziğine, İzlanda müziğine olduğumdan çok daha uzağım. Elbette bunun kişisel beğenilerle de ilgisi var ama konser boyunca bu konuyu düşünüp durdum. Yine de Hamiyet Yüceses'in, Müzeyyen Senar'ın sesinden duyarak büyüdüğümüz  "Ada Sahillerinde Bekliyorum"u Suriye Orkestrası'ndan dinleyince sevinçle ortak nokta bulduğum anlar da oldu.



Damon Albarn, Blur'ün Britpop günlerinden sonra, kendisini çok iyi geliştirmeyi bilen bir müzisyen oldu. Farklı kültürlere duyguğu ilgiyi gerek Gorillaz gerekse The Good, The Bad and the Queen gruplarıyla hep daha ileriye taşıdı. Ortadoğulu ve Afrikalı müzisyenlerle çalışıp böyle bir projede yer alması, hem kendisi hem de bizler açısından büyük kazanç. Blur şarkısı "Out of Time"ı Suriye Ulusal Orkestrası ve Basseoku Kouyate ile birlikte yorumladığında, şarkının orijinalini daha çok sevsem de, Batı ile Doğu'nun müzik aracılığıyla buluşması ilginçti.



Hip-hop sanatçılarının dediklerinin tek kelimesini anlamasam da, enerjilerini hissetmek güzeldi. Bu arada Ceza'nın sahneye çıkışıyla sahneye kattığı heyecan bariz şekilde arttı. Canlı performanslarını oldukça beğendiğim bir müzisyen Ceza.

Birçok sanatçıyı arka arkaya dinlediğimiz konser boyunca, sahnedeki video ekranda kullanılan görseller çok ilgimi çekti. Savaşı yaşayan bir toplumdan spesifik sahneler, dayanışmayı, acıyı, umudu ve çaresizliği, özgürlüğü ve mücadeleyi anlatan simgeler ağırlıklı olarak kırmızı bir fonda kullanılmıştı. Görsel yönetmen kimdi henüz bilmiyorum ama yapılan iş çok başarılıydı.

İKSV ile Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği'nin ortak çalışmasıyla Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin de konserde yer alması sağlanmıştı. Konser öncesinde oruçlarını açıp, toplu fotoğraf çektirirken gördüğüm grubun konser sırasında nerede olduğunu merak edince, sol tarafta arkada bir yerde hepsi ayağa kalkmış dans edenleri gördüm. Aslında doğal olarak o anda icra edilen müziği en çok onlar duyumsayarak dinliyordu. Keşke en ön sıralarda onlar otursaydı, coşkuları sahnedeki müzisyenlere daha çok yansırdı diye düşündüm.


Son yıllarda tüm dünyada ırkçılığın ve faşizmin yükselişiyle imkansız gibi görünen kültürel buluşmanın sağlanmasında müziğin rolünü vurgulayan, zaman zaman dokunaklı melodileriyle hüzünlendiren ama yer yer de insanın içini kıpırdatan şarkılarıyla önemli bir konserdi. Özellikle Senegalli kora ustası Seckou Keita ve Malili nyogi ustası Bassekou Kouyate'yi canlı dinlemek benim için unutulmazdı.

İnsanlık kötülüğü, savaşı, farklılıkların yarattığı şiddeti yenmek için sahneye bakmalı; çünkü bambaşka kültürlerden gelsek de, o sahnede hepimiz aynı dili, sanatın yüce dilini konuşuyoruz!

(Fotoğraf ve videolar bana aittir.)

20 Mayıs 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 116: Damon Albarn - Dr Dee (Parlophone)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 20 Mayıs 2012

Blur grubunun yaşadığı çalkantılar sonrasında “Damon Albarn ve yeni projesi” diye başlayan çok cümle kurduk. Çünkü hiç durmadan farklı müzisyenlerle işbirliği yapıp yeni albümler, şarkılar üretti Damon. Jamie Hewlett ile animasyon karakterlere sahip Gorillaz’ı kurdu; brit-pop, dub, pop ve hip-hop karışımı müzikleriyle kayda değer bir başarı elde etti. Afrikalı davulcu Tony Allen’la Mali’ye seyahat edip Mali Music albümünü kaydetti. Kongo’ya gidip yerel bir grupla Kinshasa One Two adlı bir albüm yaptı. Ardından yine Tony Allen, Paul Simonon ve Simon Tong’u da yanına alıp The Good, the Bad & the Oueen adlı yeni bir süper grup kurdu. 2007’de jamie Hewlett’le tekrar buluşarak Uluslararası Manchester Festivali’nde sahnelenen ve 16. yüzyıla ait bir Çin romanından uyarlanan “Monkey : Journey to the West” adlı operanın müziklerini yaptı.Geçen yıl Red Hot Chili Peppers’ın bas gitaristi Flea ve Tony Allen’la Rocket Juice & the Moon adlı yeni bir projede bir araya geldi ve bu yıl ilk albümleri çıktı. Bu arada birçok grup ve müzisyenle yaptığı tek şarkı kayıtları ve film müzikleri oldu. Bobby Womack’in yeni albümünün prodüktörlüğünü üstlendi.

Son aylarda herkes, bu yaz Londra’daki Olimpiyat oyunları kapanışında Blur’ün vereceği konsere odaklanmışken o yine boş durmadı ve bu ay yeni bir stüdyo albümü çıkardı. “Dr Dee”, Albarn’ın uzun zaman sonra (2003 tarihli çeşitli demo kayıtlarından oluşan Democrazy adlı albümden sonra) yayımladığı ilk solo albümü.

Britpop sonrası farklı müzik türlerine olan ilgisini ve alternatif yollar keşfetme yeteneğini yukarıda özetlediğim projeleriyle gösterdi Damon. “Garip bir pastoral folk” olarak tanımladığı yeni albümünde ise, günümüze özgü çağdaş sound ile Ortaçağ ve Rönesans müziği arasında denge kurmayı başarmış. Klasik Batı müziğini icra eden yorumcularla BBC Filarmoni Orkestrası’nı, ortaçağ ve Afrika müziğine ait enstrümanlarla aynı albümde bir araya getirip alkışlanacak bir iş çıkarmayı çok az sayıda müzisyen başarabilir. Onlardan birisi de Damon Albarn.

16. yüzyılda İngiltere’de yaşamış ve I. Elizabeth’e danışmanlık yapmış bir matematikçi/ astrolog John Dee. 2011 Uluslararası Manchester Festivali’nde onun hayatını konu alan bir opera sahnelendi. Rufus Norris’in sahneye koyduğu eserin müziklerini yazmak da Damon’a düştü. “Dr Dee” albümü, bu yaz Olimpiyatlar’ın kültür etkinlikleri çerçevesinde İngiliz Ulusal Operası ile yeniden sahnelenecek olan operanın müziklerinden oluşuyor.

Prodüktörlüğü de Damon Albarn’ın yaptığı albümün kartonetinde, davulların Tony Allen’a, Gitarın Simon Tong’a, orgun Mike Smith’e teslim edildiği yazıyor. Emeği geçen isimler arasında ilginç birisi daha var: Malili kora çalgıcısı Mamadou Diabate. Batı Afrika’da koranın Tanrı’nın konuştuğu enstrüman olduğu yönünde bir düşünce var. Damon da bir röportajında, böyle bir şey gerçekleşecek olsa, bunun için ancak bu büyüleyici sese sahip enstrüman uygun olurdu diyor. Kora, ud, klavsen, theobore gibi enstrümanların gitar, davul ve diğer alışılmış orkestra aletleriyle kullanılması, albümün sound olarak hem çağdaş hem de eskiye dönük iki ayrı karakteri taşımasına neden olmuş. İngiliz tarihine ait bir operanın müziklerinde alışılmadık aletleri kullanmaktaki amacının, Elizabeth dönemi İngilteresi’nin üzerine biraz Afrika, biraz Arap etkisi eklemek olduğunu söylüyor Damon. İlginç bir şekilde sound açısından bir kan uyuşmazlığı söz konusu değil.

18 şarkının 8’inde Albarn’ın vokalini duyuyoruz. Geri kalanların bir kısmını opera sanatçıları seslendirirken, bir kısmı da tamamen enstrümantal. Akan bir su, kuş ve çan sesleri eşliğinde başlayan ve yine aynı seslerle sona eren 48 dakikalık albümdeki şarkılar üç ayrı türe ayrılabilir. Damon Albarn’ın vokaliyle süslediği folk şarkılar, erken dönem kilise müziğinden esinlenenler ve opera şarkıları. Albümdeki karışık soundun genel dinleyiciye uzak kalması olasılığı yüksek; müziğin arka planda dinleyiciden özel bir çaba gerektirmeden kendi kendine akıp gitmesini isteyenler için uygun değil. Çünkü ancak dikkatinizi müziğe verdiğiniz takdirde nüansları fark edebileceğiniz bir çalışma “Dr Dee”.

Benim favorim, Damon Albarn ile bir kadın opera sanatçısının birlikte seslendirdiği “The Moon Exalted”. Şarkının 3. dakikasında devreye giren koradan çıkan melodinin ve vokallerin güzelliği daha ilk dinleyişte etkiledi beni. 5 dakikalık şarkının ilk 2 dakikasında kadın şarkıcı anlatıyor duygularını, sonra devreye Damon giriyor. Sözlerine özel olarak dikkat ettiğim ilk şarkı da bu oldu. Bir yerde Damon, “In my book of thoughts / I have found written on my heart / The true history of a sadness that I start / Illuminated only by tears / Cinnamon girl I summon you here / Lay by my side until a light appears” diyor. Öylesine güzel bir şarkı ki, albümün geri kalanınından hoşnut kalmasanız da, bunu es geçmeyin.

Bu şarkıdan sonra albümün tümünü sadece sözlerine dikkat ederek dinledim. Damon Albarn, ülkesine karşı duygularını “The Good, the Bad & the Queen” albümünde yıllar önce net bir şekilde ortaya koymuştu. O albümde doğduğu topraklara biraz öfke ve biraz da alayla karışık bir sevgi duyduğu anlaşılıyordu. “Dr Dee”de özel olarak Elizabeth dönemi İngilteresi’ne odaklandığı için ve belli bir kişinin hayatını yansıtmaya çalıştığından sözler çıkan anlam daha karmaşık geldi bana. Öfke ve alaycılık belirsizleşmiş, o döneme özgü gurur ve ruhani duygular daha öne çıkmış. Damon’ın monarşi sistemine sempati duymadığından, İngiltere’deki ayrıcalıklı sisteme karşı olduğundan kuşku yok elbette ama albümü yazarken bunu İngiliz tarihinin bir parçası olarak kabul edip, onunla ilgili duygusal karşılığı yakalamaya çalışmış. Bana kalırsa, yakaladığı şey dürüst ve çarpıcı.

Daha önce de belirttiğim gibi, her zevke uygun olmasa da, benim gibi melodiler arasında keşif yapmaktan hoşlanıyorsanız “Dr Dee” size hitap edebilir. Ben tahmin etmediğim ölçüde sevdim.



Damon ve arkadaşları, The Guardian'ın stüdyosunda verdiği kısa konserin videosunda "Animate Us" ve "Apple Carts" adlı şarkıları çalıyor.









Albüm sampler'ı:

8 Nisan 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 111: Paul Weller - Sonik Kicks (Island)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 8 Nisan 2012

Paul Weller, müzik dünyasındaki saygınlığını, bugüne kadar hep bir süzgeçten geçirerek en iyi yönlerini dinleyiciye sunduğu çalışmalarla kazandı. 53 yaşında ama her çıkardığı albümle heyecan yaratıyor; çünkü gerçek sanatçıların yaptığı gibi kendini yenilemeyi her zaman bildi, garantili bir yol tutturup orada takılı kalmadı.

Mod dönemine The Modfather olarak damgasını vurup, The Jam ve The Style Council’den sonra 1990’da başlayan solo kariyerine başarı grafiğini düşürmeden devam etmesinin nedeni de bu oldu.

Geçen yıl Mercury Ödülü’ne aday gösterilen “Wake Up the Nation” albümünün ardından, uzun bir hastalığın sonunda babasını kaybetti ve ardından The Style Council’de geri vokalde yer alan Hannah Andrews ile evlendi. Alkol bağımlılığıyla mücadele ve ikiz çocukların doğumu derken hızlı seyreden bir özel hayatı sürdürdü.

“Wake Up the Nation” gibi belli bir çizginin epey üzerindeki albümden sonra Weller’ın ne yapacağını merak ediyordum. 11. solo albümü “Sonik Kicks” çıkınca gördük ki, yine değişiklik yapıp beklenmeyen bir yola sapmış. Bu defa elektronik seslerle her zamankinden daha çok haşır neşir olmuş. Bu, Weller elektronik bir albüm yapmış demek değil, şarkıların altyapısı yine rock elbette ama elektronik unsurlar albüm soundunda oldukça belirgin. “Bu albüme ne kazandırmış?” derseniz, yanıtın albüm adında olduğunu söylerim. Ses paleti çok genişlemiş ve ortaya çok enerjik bir sound çıkmış.

70’lerden bu yana müzik yapan bir sanatçının kendisini geçmişe hapsetmeyip çağdaş müziğe uyum sağlayışı gerçekten etkileyici ama asıl takdir ettiğim farklı tarzları aynı albümde böylesine organik bir şekilde buluşturması. Baladlar, krautrock, saykedelik rock, caz, reggae ve pop esintili şarkılar da var albümde, belli bir türe sokulamayan deneysel işler de... Sound konusundaki bu farkı, bazen Blur’ü, bazen de yeni dünyaya gelen ikizlerinden birine adını verdiği David Bowie’yi anımsatan vokaliyle gögüslemiş Weller.

“Sonik Kicks”te ünlü isimlerin de anılması gereken katkıları var. Blur gitaristi Graham Coxon, üç ayrı şarkıda katkıda bulunmuş; saykeledelik rock sounduyla albümün en dikkat çeken şarkılarından “Dragonfly”da hammond org çalıyor. Noel Gallagher, “The Attic” ve “When Your Garden’s Overgrown”da bas gitarda yer almış.

Albüm, Weller’ın babasına adadığı “Be Happy Children"da, ilk evliliğinden olma kızı Leah ile oğlu Mac’in vokalleriyle çok dokunaklı bir pop şarkısıyla sona erse de, ses çeşitliliği ve farklı tarzlarıyla belli bir türe ait değil; ama kuşkusuz Weller’ın rock müziğin hâlâ en büyük şarkı yazarlarından birisi olduğunun kanıtı.

Ayrıca, bu albümle David Guetta’yı İngiltere’de albümler listesindeki 1 numaradan indirmiş The Modfather. Birçok iyi albümün hiç yer alamadığı satış listelerine göre değerlendirme yapan bir müzik yazarı değilim ama bu durum hoşuma gitmedi de değil. Bu yakıştı Paul Weller’a!

29 Mart 2010 Pazartesi

Vitrindeki Abümler 12:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 28 Mart 2010

GORILLAZ-Plastic Beach (EMI)

Üyeleri karton karakterlerden oluşan ilk sanal müzik grubu Gorillaz, yeni albümü Plastic Beach'le popüler müzikte de deneysel çalışmaların yapılabileceğini ve bunun eğlenceli bir sound yaratmaya engel olmadığını bir kez daha kanıtlıyor.

Britpop’un ünlü ismi Blur’un vokalisti Damon Albarn ile çizgi roman Tank Girl’ün yaratıcısı Jamie Hewlett’in kurduğu grup, bu albümde yine farklı müzik türlerini buluşturmuş.

Hip-hop, dub, alternatif rock, funk, elektronik ve pop müzik karışımından oluşan, çok renkli bir soundu var Plastic Beach’in.

Albümü dinledikten sonra, sanki ağzınızda kalıcı bir tat bırakan tek bir ana yemek yemiş gibi değil de, her mezeden bir parça tatmış gibi hissediyorsunuz.

Bunun bir nedeni de, grubun farklı seslerle çalışma geleneğini sürdürmesi. İnsan, Snoop Dogg, Lou Reed, Mark E. Smith, Bobby Womack, Mick Jones, Paul Simonon ve Lübnan Ulusal Arap Müziği Orkestrası’nı aynı albümde dinleyince ilk anda garipsiyor.

Ancak Gorillaz ekibi, Plastic Beach’i, dünyadan farklı fotoğrafların bir pano üzerinde bir araya getirildiği tek bir görüntü gibi düşünmüş. Albüm, aslında bizleri, üzerinde insanoğlunun doğayla ilişkisinden kalan çeşitli tortuların yer aldığı terk edilmiş bir adaya götürüyor.

Yapay ama aslında gerçek dünyadan izler taşıyan, eğlenceli bir ada. Savaş, şiddet ve din sömürüsüne karşı duran şarkı sözleri de bu görüntünün bir yansıması tabii...

Rap şarkıcısı Bashy'nin "Respect the island, no stealing / And don't bring religion here" dediği "White Flag" adlı şarkı, bu durumu açıkça ortaya koyuyor.

Bu adada herkese, her zevke göre bir şey var. Benim ilk dinleyişte beğendiğim şarkı, Bobby Womack ve Mos Def’li elektro-funk türündeki “Stylo” oldu.

Ancak reggae şarkıcısı Eddy Grant, bu parçanın melodisinin kendisinin 1981 tarihli “Time Warp” adlı şarkısından kopyalandığını iddia ediyor. Doğrusu haksız da görünmüyor... Eddy Grant'in iddiasının doğru olup olmadığına şarkıyı dinleyip kendiniz karar verin. ( Time Warp )

Bir diğer dikkat çeken şarkı, vokalleri Lou Reed ve Damon Albarn'ın üstlendiği "Some Kind of Nature". Lou Reed, şarkıya elbette kendi damgasını vurmuş. Reed'in belirgin bir duygu yansıtmayan sesine karşılık Albarn'ın kırılgan vokali ilginç bir tezat oluşturuyor; ama hoş bir tezat bu...

Albümden çıkan ilk single Stylo'ya çekilen Bruce Willis'li video klip bugünlerde internette en çok izlenen videolardan biri. Güzel bir klip olmuş ama bana sorarsanız, keşke böyle savaş karşıtı bir albümün videosunda Cumhuriyetçiler'in kurultayına gidip George W. Bush'u destekleyen Bruce Willis yerine başkası olsaydı derim...


Gorillaz - Stylo
Yükleyen emipubfrance. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaÅ�ayın!

4 Ocak 2009 Pazar

Müzikte Büyük Geri Dönüşler Yılı


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/3 Ocak 2009

2009, müzik dünyasında büyük birleşmelerin yılı olacak gibi görünüyor. Led Zeppelin’in tam kadro bir araya gelme umudu, Robert Plant “Ben yokum,” deyince suya düştü, ama sevindirici başka birleşme haberleri var.

BLUR VE THE PRODIGY YENİDEN BİR ARADA

Britpop’un en büyük gruplarından Blur, gelecek yaz Londra Hyde Park’ta bir konser vermeye hazırlanıyor. Konser duyurusu öylesine heyecan yarattı ki, biletler tam anlamıyla kapışıldı. 50 bin bilet satışa çıktıktan tam iki dakika sonra tükenince, hemen ikinci bir konser planlandı.

Gitarist Graham Coxon, 2002’de Blur’dan ayrılınca, grubun dağıldığı söylentileri yayılmıştı. Fakat vokalist Damon Albarn, baterist Dave Rowntree ve basçı Alex James yollarına devam edip, 2003’te “Think Tank” adlı albümü çıkardılar. Rowntree ile o yıl Londra’da yaptığım bir röportajda bu dağılma konusunu da sormuştum. Böyle bir şey olmadığını söylüyordu; ama bu albümün sonrasında grup üyeleri, kendi özel projelerine yöneldi.

Bu dönemi müzik açısından en verimli kullanan Damon oldu. Mali’ye gidip yerel müzisyenlerle albüm yaptı; animasyon karakterlerden oluşan ilk elektronik rock grubu Gorillaz ile büyük başarı kazandı; The Good, The Bad and the Queen adlı rock grubunu kurdu; son olarak da “Monkey” adlı bir opera yazdı...

Graham Coxon, kendini solo albüm yapmaya verdi. Küçük bir caz grubuyla çalışmalar yapan Alex James’in peynir üreticiliğine soyunduğu, Rowntree’nin ise parlamentoya girmeyi düşündüğü haberleri geliyordu. Tam bu sırada Blur’un orijinal ekibiyle konser vereceği duyulunca, yüreğimize su serpildi.

Son zamanlarda duyduğum en iyi geri dönüş haberi ise, breakbeat'in unutulmaz üçlüsü The Prodigy’den geldi. Grup, kısa bir süre önce, yeni albümleri “Invaders Must Die”ın, 2009 Mart başında çıkacağını duyurdu. Albümle aynı adı taşıyan ilk single’ı internette dinledim. Yine old school rave ile teknolojinin geliştirdiği dans müziğini buluşturdukları anlaşılıyor.

Bu albümün bir özelliği de, 1997’de yayımladıkları “The Fat of the Land’den sonra grubun üç üyesini (Liam Howlett, Keith Flint ve Maxim Reality) buluşturan ilk çalışma olması. Ayrıca, rock grubu Foo Fighters’dan Dave Grohl ile işbirliği yapmış olmaları da, albüme yönelik merakımızı kamçılıyor.

THE SMITHS VE TAKE THAT İÇİN UMUT VAR

Kesinleşen bu birlikteliklerin yanı sıra, henüz tam olarak netleşmeyen ama olumlu işaretlerini aldıklarımız da var. Bunlardan birisi, gelmiş geçmiş en önemli gruplardan The Smiths!

Sadece 1982-1987 arasında müzik yaptılar ama adeta indie rock’ın alfabesini yazdılar. Synthesizer ağırlıklı new wave akımına karşı gitar temelli rock müziğini öne çıkararak birçok grubu etkilediler. Morrissey, yazdığı çarpıcı şarkı sözleri, olağanüstü güzel sesi ve güçlü kişiliği ile büyük beğeni kazandı.

Gitarist Johnny Marr ile Morrissey’in izlenecek müzikal rota konusundaki sürtüşmeleri artınca, grup, dört stüdyo albümü yaptıktan sonra bir anda dağıldı. 87’den bu yana, hayranları Morrissey’in solo çalışmalarını yakından izlemeyi sürdürse de, The Smiths hiç unutulmadı...

Son gelen haberlere göre, Marr ve Morrissey birkaç aydır görüşüyorlar. Basçı Andy Rourke ve baterist Mike Joyce’u da alıp eski kadroyla yeniden konser verirlerse stadyumlar dolmaz mı? Hele bir de “Meat Is Murder”ı çalarlarsa, muhteşem olmaz mı?

Son iyi haber de, 90’ların sevilen pop grubu Take That hakkında. Grubun Robbie Williams dışındakı dört üyesinin, 2005’den bu yana yeniden bir araya gelip albüm çıkardıklarını biliyoruz.

İngiltere’nin en sevilen müzisyenlerinden Robbie Williams ise, 95’te gruptan ayrıldığından beri çalışmalarını tek başına sürdürüyor. Bugüne kadar yaptığı albümlerle sayısız ödül kazandı, bir gün içinde 1.6 milyon konser bileti satıldığı için Guinness Rekorlar Kitabı’na bile girdi.

Fakat dünya çapında ün ve yığınla para, Robbie Williams’a pek de mutluluk getirmedi. Alkol ve uyuşturucu batağına saplandı genç müzisyen. Los Angeles kliniklerinde tedavi görüp hayata yeniden dönüş yaptı. Bir büyük dönüşü daha Take That'e katılarak yapabileceği söyleniyor. Kendisi de, bunu gerçekten istediğini internet sitesinden duyurdu. Geçmişte kavgalı olduğu vokalist/şarkı yazarı Garry Barlow ile konuşuyorlarmış bir süredir...

Bu arada, Take That’in geçen ay çıkan “Circus” adlı albümü, İngiltere’de tüm zamanların en hızlı satılan ikinci albümü oldu. Şimdi yanlarına Robbie gibi bir yeteneği yeniden alırlarsa, kimse tutamaz onları...

4 Ağustos 2007 Cumartesi

The Good, The Bad & The Queen İstanbul’da!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/4 Ağustos 2007



Bir festival hayal edin; hiç aynı sahnede görmediğiniz efsanevi isimleri bir araya getirsin. Örneğin, Britpop’un en ünlü temsilcilerinden Blur, 1990’ların alternatif rock gruplarından The Verve, punk rock grubu The Clash buluşsun. “Hadi canım, olmaz öyle şey!” dediğinizi biliyorum. Çünkü Joe Strummer öldü ve artık The Clash yok. Ama Blur’un vokalisti Damon Albarn, The Clash’ın bas gitaristi ve vokalisti Paul Simonon, The Verve ile Blur’un gitaristi Simon Tong bir araya gelir ve yanlarına Afrobeat akımının Nijeryalı temsilcisi Fela Kuti’nin Afrika 70 adlı grubunun davulcusu Tony Allen’ı da alırlarsa, buna ne dersiniz? Bu müthiş buluşma, 2006 yılında gerçekleşti ve ilk meyvesini bu yıl “The Good, The Bad and the Queen” adını taşıyan bir albümle verdi. İşte bu rüya gibi ekip, 11 Ağustos’ta Parkorman’da bir konser vermek için İstanbul’a geliyor!

Bu proje ilk duyulmaya başladığında Damon Albarn’ın Blur dışında yeni bir solo çalışmaya giriştiğini düşünürken, birden karşımızda bu muhteşem ekibi bulduk. Henüz belli bir adları da olmadığından albüm ismiyle anılıyorlar. Kurulduktan bu kadar kısa bir süre sonra ülkemize gelmeleri ise gerçekten bir şans.

BAŞARILI PROJELERİN ADAMI DAMON ALBARN

Damon Albarn henüz 39 yaşında, ama kariyeri genç yaşından umulanın çok ötesinde başarılarla dolu. Blur albümleriyle İngiltere’nin en iyi vokallerinden birisi olarak ün kazandı ama o noktada durmadı. Dünya müziğine karşı her zaman büyük ilgi gösterdi. 2002 yılında Afrikalı müzisyenlerle Mali Music projesini başlattı ve aynı adı taşıyan bir albüm yayınladı. Bu albümü, uluslararası alanda çalışmalarını yürüten İngiliz insan hakları ve yardım kuruluşu Oxfam’ı desteklemek amacıyla ziyaret ettiği Mali’de kaydetti. Aynı dönemde Tony Allen’la kayıtlar yapmak üzere Nijerya’ya gitti.

Albarn’ın müzikten duyduğu heyecan ve yaratıcılığı öylesine yüksek düzeyde ki, sonunda karton karakterlerden kurulu hip-hop grubu Gorillaz’ı kurmaya kadar gitti. Bu proje de çok başarılı oldu; çıkardıkları albümler tüm dünyada milyonlarca sattı. 2006 yılında beş dalda Grammy ödülüne aday gösterilip, En İyi Pop Vokal İşbirliği kategorisinde bu ödülü kazandı.

Fakat kendine özgü yumuşak vokali, savaşa ve ırk ayrımcılığına karşı muhalefetiyle herkesi etkilemeyi sürdüren Albarn’ın yenilik arayışı sona ermedi. Bu defa Gorillaz albümlerinin de prodüktörü olan Danger Mouse ile başlattığı proje, kısa bir süre sonra İstanbul’da da dinleme olanağı bulacağımız ekibi oluşturdu. Dört müthiş adam stüdyoya kapandı ve sonunda Londra’daki modern yaşam hakkında bir konsept albüm ortaya çıktı. Müzik çevrelerinde çok olumlu eleştiriler alan The Good, The Bad & The Queen, İngiltere’nin önde gelen müzik dergilerinden Mojo tarafından her yıl düzenlenen Mojo ödüllerinde Yılın En iyi Albümü Ödülü’ne layık görüldü.

BU KONSER NEDEN KAÇMAZ?

Albarn gibi grubun diğer üyelerinin her birisi de, çalışmalarıyla dünya çapında ün kazanan usta müzisyenler. Aynı zamanda besteci ve şarkı sözü yazarı olan Tony Allen, bugün birçok otorite tarafından dünyanın en iyi davulcularından birisi olarak değerlendiriliyor. Blur’un “Music Is My Radar” adlı çok bilinen bir şarkısı vardır; “Tony Allen got me dancing” diye tekrarlarla biter. Gerçektir bu; Tony Allen çalarsa ritim tutup dans etmemek pek mümkün değildir.

The Good, The Bad and the Queen ekibinin en genci 1972 doğumlu Simon Tong. Onu ilk olarak The Verve grubunda keyboard ve gitar çalarken tanıdık. Daha sonra Graham Coxon’un Blur’dan ayrılmasıyla bu grupta gitarist olarak izledik. Sonra da Gorillaz’ın “Demon Days” albümünde karşımıza çıktı. Öyle görünüyor ki, bundan sonra Damon Albarn ne yaparsa o da işin içinde olacak.

Ve Paul Simonon! Onu çok iyi tanıyoruz. The Clash’ın “London Calling” adlı albümünün kapağında bas gitarını yere çarpan yakışıklı genç adamı hatırladınız mı? İşte o Paul Simonon. Rock tarihinin unutulmaz imajlarından birisinde yer alarak ölümsüzleşti. Aynı zamanda en güzel The Clash şarkılarından birisi olan “The Guns of Brixton”ı yazan müzisyen de o. Kendisini sahnede canlı izlemek heyecan verici olacak.

11 Ağustos’ta Parkorman’a gitmek için herkesin farklı nedenleri olabilir. Kimisi PETA’nın yaşayan en seksi vejetaryan ünlüler listesinde yer alan Damon Albarn’ın güzel yüzünü görmek ve o çocuksu, masum sesini duymak istiyor. Kimisi özellikle Tony Allen’ın performansını görmek istiyor. Kimisi albümü beğendiği için gitmek istiyor. Ben hepsine hak veriyorum, ama duyduğuma göre konserlerde bis olarak The Guns of Brixton’ı çalıyorlarmış! Hiç kaçar mı bu konser?

9 Haziran 2007 Cumartesi

Bu Konserler Kaçmaz!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/9 Haziran 2007

Seçim nedeniyle 23 Temmuz’a kadar tatile çıkamadığınız için mutsuzsanız, bence yakınmadan önce iyi düşünün. Çünkü Cumhuriyet tarihinin en kritik seçimlerinden biri yapılıyor ve vatandaş olarak üzerimize düşen önemli bir görev var. Gün, ertelenen tatiller için yakınma günü değil. Ayrıca, İstanbulluların kentte kaldıkları için sevinmeleri gerek. Bu yaz, birbiri ardına gerçekleştirilecek festivallerle çok renkli geçecek. Bu festivallerden birisi de, 15-17 Haziran tarihleri arasında Parkorman’daki Efes Pilsen One Love. Bu yıl 6.’sı düzenlenen festivalin yine birçok ilginç konuğu var, ama ben bugün iki büyük grup üzerinde durmak istiyorum.

BÜYÜLEYİCİ UNDERWORLD PERFORMANSI

Festivalin birinci günü ana sahnede elektronik dans müziğinin dönüm noktalarından biri olarak değerlendirilen Underworld yer alacak. Karl Hyde ve Rick Smith’ten oluşan ikili, özellikle Danny Boyle’un kült filmi “Trainspotting”in son sahnesinde kullanılan ve daha sonra soundtrack albümünde yer alan 90’lı yılların en başarılı şarkılarından “Born Slippy. NUXX” ile dikkatleri çekti. Kent kültürünü çarpıcı bir şekilde yansıtan bu şarkı, hem filmin gördüğü ilginin etkisiyle, hem de muhteşem video klibiyle büyük bir başarı kazandı ve rave kültürünü 2000’li yıllara taşıdı.

Underworld’ü yurtdışında birkaç kez izleme fırsatı buldum. Bana, grubun konserini tek bir sözcükle tanımla derseniz, “Pearl’s Girl” adlı şarkıda dakikalarca tekrarlanan o sözcüğü söylerim: “Crazy”; yani tek kelimeyle çılgınca. Bugün 50 yaşında olan Karl Hyde’ın o ufacık siluetiyle bir yandan şarkı söylerken, diğer yandan da kendine özgü dansıyla sahnede yarattığı dinamizme ve miks masasının başından bir an bile ayrılmayan ses cambazı Rick Smith’in etkileyici performansına ancak şapka çıkarabilirim.

Elektronik müzik dünyası Underworld’e gerçekten çok şey borçlu. Birincisi, grup, “Elektronik müziğin konseri olmaz” diyenlere rock konserlerini aratmayan görkemli sahne şovlarıyla yanıt verdi. İkincisi, elektronik müziğin melodik olabileceğini en iyi şekilde kanıtladı. House, trance, ambient, techno gibi farklı formlarda müzik yapan ikilinin profesyonelliği, Danny Boyle’un bilim-kurgu türündeki son filmi “Sunshine”da bir kez daha ortaya çıktı. Underworld’ün imzasını taşıyan müziklerin filmin yarattığı etkiye katkısı çok büyük. Üçüncüsü, şarkılarında müzik kadar sözlere de önem vererek elektronik dans müziğinde farklılık yarattı.

Elektronik müziği seviyorsanız, bu konser kaçmaz. Ama bence, elektronik müziğin sadece bilgisayar tuşlarına basmak olduğunu düşünüyorsanız, bu konsere özellikle gitmelisiniz; yanıldığınızı göreceksiniz.

İLK BEYAZ HIP-HOP GRUBU: THE BEASTIE BOYS

Efes Pilsen One Love 6’nın son gününde, dünyanın en önemli hip-hop/punk gruplarından The Beastie Boys sahne alacak. Bugüne kadar 20 milyondan fazla albümü satılan, “Fight For Your Right”, “Sabotage”, “Intergalactic”, “Ch-Check It Out” gibi hitleriyle kitleleri ayağa kaldıran grup, yeni albümlerinin dünya turnesi kapsamında ülkemize geliyor. Yeni albümlerinin tamamen enstrümantal ve rock ağırlıklı olması, konseri daha da ilginç kılıyor. Şarkılarında popüler kültüre yaptıkları dikkat çekici referanslarla tanınan grup, siyahların egemenliğindeki hip-hop dünyasında ünlenmesine karşın, üç elemanı da beyaz ve hepsi üst orta sınıftan ailelerden geliyorlar. The Beastie Boys’un önemi, Reagan’ın neo-liberal politikalarının Amerika’yı altüst ettiği yıllarda siyah karşı kültürden yana tavır koyarak, ülkede değişime öncülük etmesinden geliyor.

The Beastie Boys elemanları konserlerinde öylesine enerjikler ki, onların heyecanı izleyiciye de aynen geçiyor. Grubu, 2003 yılında New Jersey’deki ünlü Giants Stadium’da yapılan The Field Day adlı festivalde izledim. Aslında New York’ta yapılması planlanan festival, son anda çıkan bir aksaklık nedeniyle New Jersey’e taşınmıştı. Radiohead, Underworld, Blur, Beck ve Spiritualized’ın da aralarında bulunduğu birçok grup ve sanatçı, yaşanan bu olumsuzluğa ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmura karşın festivale katılırken, bazı sanatçılar vazgeçmişti. Soğuktan titreyip sırılsıklam ıslanan binlerce insanı ısıtan gruplardan birisi de The Beastie Boys olmuştu. Hani bazı gruplar vardır, konserlerinde herkesten çok kendileri eğlenirler, The Beastie Boys da onlardan birisi. Onlar sahnedeyken yağmur da yağsa, biraz üşüseniz de, neşenizi kaybetmeniz pek olanaklı değil. Sıcak bir günde, Parkorman’da çok daha eğlenceli bir konser olacağından kuşkum yok!

24 Şubat 2007 Cumartesi

İyi Kötü ve Kraliçe...


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/24 Şubat 2007



Britpop’un yetenekli çocuğu Damon Albarn, yine farklı bir projeyle karşımıza çıktı. Onu, 90’ların en ünlü gruplarından Blur’un vokalisti olarak tanıdık. Sonra 2000’lerde animasyon karakterleri olan hip-hop grubu Gorillaz ile tüm dünyanın dikkatini çekti. 2001 yılında New York’ta Gorillaz’ın konserini izlemeye giderken, gerçek yüzler yerine animasyon karakterlere sahip olmakla ünlenen bir grubun konserinde sahnede ne göreceğimi çok merak etmiştim. Sonunda olağanüstü bir tasarımla, sahneye perde arkasından ve video ekrandan yansıyan gerçek insan boyutundaki animasyon karakterlerle karşılaşınca, adeta ağzımız açık izlediğimizi hatırlıyorum.

DAMON ALBARN’IN SON MÜZİK PROJESİ

Damon Albarn’ın müzik serüvenindeki arayışı, yıllar içinde Buena Vista Social Club’dan İbrahim Ferrer ile çalışmasına, sonra Fela Kuti’nin efsanevi davulcusu Tony Allen’la Nijerya’ya gidip Afrika müziğini yakından tanımasına kadar uzandı. 2004 yılında gerçekleşen bu yolculukta, ona The Verve’ün gitaristi Simon Tong da eşlik ediyordu. Başlangıçta sadece birlikte deneysel birtakım kayıtlar yaparken, bunların bir albüm olarak yayımlanması düşüncesi, Danger Mouse olarak da bilinen ünlü prodüktör Brian Burton’un devreye girmesiyle gündeme geldi. Punk rock devi The Clash’in eski basçısı Paul Simonon’un da aralarına katılmasıyla, muhteşem bir takım kuruldu. Fakat bu dörtlünün bir adı yok. Çünkü kendilerini bir müzik grubu olarak görmüyorlar. O nedenle, bu daha çok Damon Albarn’ın son müzik projesi olarak anılıyor.

Her biri birbirinden çok farklı müzikal akımlar içinde yer almış böylesine usta dört müzisyen bir araya gelip müzik yapar ve sonra da bunlar remiks projeleriyle ünlü bir prodüktörün elinden geçerse ortaya ne çıkar? “The Good, the Bad & the Queen”in prodüktörlüğünü Danger Mouse’un yapmış olmasına karşın, albüm şaşırtıcı ölçüde organik. Afrika müziğinden ve dub-reggae sound’undan büyük ölçüde etkilenmiş olmasının yanı sıra, buram buram bir İngiliz albümü ve ilginç bir şekilde elektronik seslerle tam bir uyum içinde. Burada, Danger Mouse’a içten bir “Bravo!” Ortaya çıkan müzik, Blur’un son dönemleriyle Gorillaz’ın bir karışımı olarak da nitelenebilir ama onlardan farklı. Büyük kariyerler yapmış, iddialı müzisyenleri buluşturmasına karşın, bana göre tam bir Damon Albarn albümü. Belirleyici olan, onun keyboard çalışı değil, o nerde duysanız anında tanıyacağınız kendine has sesi ve şarkı söyleyiş tarzı. Şarkıları bestelemiş, sözleri yazmış, yaşadığı dönem ve yerle, özellikle Londra’nın Batısı ile ilgili düşünceleriyle albüme yine damgasını vurmuş.

YİNE SAVAŞ, YİNE KÜRESEL ISINMA…

Albümdeki baskın kederli havayı belirleyen ana etkenlerden biri, Damon Albarn’ın sesi olsa da, asıl neden genel konsept: Irak Savaşı, küresel ısınmanın yarattığı tsunami korkusu, modern Londra yaşamına nostaljik bir bakış. İngiltere’de ardı ardına Irak Savaşı ve küresel ısınma endişelerinin biçimlendirdiği albümlerin çıkışı, elbette bir rastlantı değil. Önce Thom Yorke, sonra Jarvis Cocker, şimdi de Damon Albarn’ın bu yeni projesi, hepsi günümüzün en önemli sorunlarını şarkılarıyla anlatmayı seçtiler. Konuşmayan ve halklarına kulak vermeyen politikacılar yerine onlar mı konuşuyor dersiniz? Neredesiniz Mr. Blair?

Piyano sesinin baskın olarak kullanıldığı “80s Life” adlı şarkıda, “Bizim yaşadığımız dönemde bitmeyecek bir savaşı yaşamak istemiyorum” diyor Damon. Gitar, zil ve rüzgar seslerinin birbirine karıştığı “Kingdom of Doom”da ise, “Bütün gün iç, bütün gün/ Çünkü ülke savaşta/ Yakında sarayın duvarlarından düşeceksin” diyerek içinde bulunulan çaresizlik duygusuna atıf yapıyor.

“Nature Springs”, deniz sularının yükseldiği bir dünyada “herkesin savaşa yakalanmış bir denizaltı olduğuna” işaret ediyor. Albümde bir de, geçen yıl yolunu şaşırıp Londra’daki Thames Nehri’nin sularına giren ve kurtarılamayarak ölen balinanın acıklı hikayesini anlatan “Northern Whale” adlı bir şarkı yer alıyor.

“The Good, the Bad & the Queen”, aslında günümüz İngilteresi’ne Damon Albarn’ın gözüyle eleştirel bir bakış getiriyor. Yani hem iyinin, hem kötünün, hem de kraliçenin birlikte var olduğu, uzaklarda bir yerde süren savaşta baş aktör rolünü oynamayı daima sürdüren o eski ülkeye…

Translate