13 Kasım 2015 Cuma

TROPIC OF CANCER: KARANLIĞIN İÇİNDE GÖZ ALICI BİR PARLAKLIK


By on 18:14:00

13.11.2015

Son birkaç yıldır giderek içimde büyüyen bir özlem gibiydi Tropic of Cancer. Bazı müzikler vardır, sadece plaktan ya da CD’den dinlemekle yetinemezsiniz. Çünkü varlığını bilseniz ve çok yakın hissetseniz de, plaktan ya da CD’den dinlemek yetmez. Konserde canlı yaşayıp deneyimlemek, onunla sarmalanmak, içinde kaybolmak istersiniz. Garip bir tutkudur bu ama içinize bir kere yerleşirse karşısında durmak da pek olanaklı değildir; aradan birkaç yıl değil, 20 yıl geçse de bir gün bunu yaşayacağınıza dair inancınız hiç bitmez.

Tropic of Cancer ile geçen hafta Lyon’da buluşmam da böyle bir tutkunun eseri. O benim olduğum yere gelemiyorsa ben ona giderim diyerek düştüm yola. Hep ufak bir yeraltı kulübün karanlık atmosferinde dinlemeyi hayal etmiştim ama düşünebileceğimden daha iyisi oldu; çünkü nehir kenarında konuşlanmış bir teknede gerçekleşti konser. Teknenin canlı performans mekanına dönüştürülen alt katında 200 kişi bir araya geldiğinde, hınca hınç dolu ve dolayısıyla biraz havasız bir ortam oluştu ama zaten o konserin ruhuna da bu uygundu. Mekandaki ses sistemi pek iyi değildi; vokal kayıtlardakine oranla geri planda kaldı ve zaman zaman duyulmadı ve konser sadece 45 dakika sürdü ama müzik yine de bütün bunları aşabilecek kadar güçlüydü.

Sağımdaki 20’li yaşlardaki Goth genç ile solumdaki 40’lı yaşlardaki Alman kadını buluşturup aynı heyecanı yaşatan neydi? Ben neden onca kilometreyi katetmiştim o konser için? Tropic of Cancer’ın karanlık romantizmi miydi bizi birleştiren? Adeta dumanların arasından süzülen kırılgan melodiler mi ruhumuza dokunuyordu? Yavaş yavaş ama damarımıza basarak tınlayan bas gitara mı karşı duramıyorduk? Camella Lobo’nun sanki uzaktan yankılanan derin sesi miydi bizi cezbeden? Neydi tam olarak bizi kendin yapçı yaklaşımı benimseyen bu kült gruba çeken? Bu saydıklarımın hepsi vardı elbette ama belki de en temel neden, ölümün ötesinde varlığını sürdürebilen doğaüstü bir aşktan ya da gerçek hayatta insanın zayıflığını aşacak kadar güçlü olmayan diğer bir tür aşktan söz eden vurucu şarkılardı. Aslında karanlığın içindeki ışığı görebilmekle ilgili bu; ortam kararacak ki parlaklık ortaya çıksın...

Şu anda eşi olan Juan Mendez ile 2007’de başlattığı Tropic of Cancer’ı bugün tek başına sürdüren Camella Lobo’nun vokali, bilinçli olarak öne çıkarılmasa da, anlattıklarını hissettirme yoğunluğu çok yüksek. Bu ay yeni kısaçaları “Stop Suffering”i Blackest Ever Black etiketiyle yayınlayan Lobo ile konserden önce röportaj yapma olanağım da oldu. Camella Lobo ile kuliste buluştuğumuz anda 7 aylık hamile olduğunu öğrendim. Yakında bir kız annesi olacak ve buna rağmen turneyi hızlı bir şekilde sürdürüyor. Mekan çok gürültülü olduğundan röportajı sokakta nehir kenarına oturarak yaptık. Tren ve ambulans gürültüleri, ara ara engel olsa da, söyleşi ortamımız, güzel bir tesadüf sonucunda Tropic of Cancer’a yakışacak karanlık bir romantizm içeriyordu.

Röportajdan sonra tekneye döndüğümüzde hemen sahneye çıktı Camella Lobo. Bu turnede kendisine eşlik eden Taylor Burch (Dva Damas) ve Joshua Eustis (Telefon Tel Aviv) ile siyah kıyafetleri içinde, shoegaze tarzında sadece enstrümanlarına odaklanarak çaldılar. Şarkı söylerken gözlerini sürekli kapalı tutan Lobo ile dinleyici kitlesi arasındaki duygusal etkileşim, örneğine nadiren rastlanan ve ancak yaşanarak hissedilebilecek bir bağ. Söyleşimizde o bağı yaratan koşulların perde arkasındakileri öğrenmeye çalıştım.

Bir süredir turnedesiniz ve görüyorum ki hamilesiniz. Nasıl geçiyor?

Evet, çok ilerledi üstelik. (Gülüyor.) Bu muhtemelen turnenin en zor ayağı. Çünkü yedi ayrı kentte arka arkaya yedi konserimiz var ve dün gece çok geç saatlere kadar ayakta kaldık. Cenevre’de kaldığımız yerde bazı talihsiz durumlar oldu. Oldukça yorucu tabii. Ara vermeden önce iki konserimiz daha var. İki gün için Tel Aviv’e, sonra Londra’ya gideceğiz, ardından bitiyor. Neredeyse bitirdik diyebiliriz.

Tropic of Cancer’ı 2007’de Juan Mendez (Silent Servant) ile birlikte kurdunuz ama 2011’den bu yana tek başınıza sürdürüyorsunuz. Yaptığınız müziğin aklınızda ve ruhunuzda var olduğunu ilk fark ettiğiniz anları hatırlıyor musunuz?

Sanırım Juan ile birlikte müzik yapmaya başlamamdan epey önceydi. Şarkıları dinlediğimde nasıl bir vokal olması gerektiğini ve bunun gibi şeyleri bilirdim. Daima kendi müziğimi yapmak istedim. Juan ile uzun zaman önce bir punk konserinde tanıştık. O sırada o, yeni bir elektronik proje üzerinde çalışıyordu, bir stüdyoya sahip olma şansı doğmuştu. Çok kısa br süre içinde beraber çalışmaya karar verdik; 20 dakika ya da o kadar kısa bir süre içinde olup bitti her şey. “Bu harika! Bunu yapmaya devam etmeliyiz!” derken buldum kendimi ve çalışmayı sürdürdük.



Yetiştiğiniz ortam nasıldı? Katolik kiliselerinin korolarında şarkı söylediğinizi okumuştum. Sizi nasıl etkiledi bu?

Müzik, çocukluk ve yetişme dönemimin büyük bir parçasıydı. Katolik bir aile ortamında büyüdüm. Kilise korolarına gider, ilkokulda şarkı söylerdim. Babam Brezilyalı. Daima çok teşvik edici oldu. ben şarkı söylerken sesimi kasetlere kaydeder, “Camella, gerçekten buna devam etmelisin. Müzik kariyerin olabileceğine inanıyorum,” derdi. Ben de olur derdim. Annem Amerikalı, benim yetişme dönemimde New Wave’e çok meraklıydı. Babamdan geleneksel koro, Katolik kültürü, Brezilya müziği gibi etkiler gelirken, annemden New Wave ilhamı aldım.

İyi bir karışım!

Belki de her şey bu karışımdan çıkıyor. Annem The Cure ve Morrissey hayranıydı. Madonna gibi pop müzik de severdi, David Bowie dinlerdi. Annem ve babam sayesinde eklektik bir deneyim kazandım.

Los Angeles’ta büyüdünüz ve şu anda yine orada yaşıyorsunuz. LA, sanatın ihtiyaç duyduğu bütün tuhaf karakteristikleri barındıran arızalı bir yer. Müziğinizi ne yönde etkiledi?

Yaptıklarım üzerinde doğrudan etkisi oldu mu bilmiyorum. LA merkezinin dışında bir yerde büyüdüğümden üzerimde büyük bir etki bıraktı mı emin değilim. LA’de bir vilayet olan San Pedro’da büyüdüm; endüstriyel bir liman kenti. Oldukça karanlık ama aynı zamanda mavi rengin de olduğu, plajın yanında çok sayıda kayalığın olduğu bir yer.

Epey karşıtlık barındırıyor sanırım...

Evet, birçok farklı şey aynı anda var içinde. Sanırım San Pedro ve oradaki doğa benim için daha çok ilham vericiydi. Ama ayrıca yakın arkadaşlar ve birlikte büyüdüğüm insanların müziğim üzerindeki etkisi Los Angeles’tan daha fazlaydı. Babam LAPD’de cinayet dedektifiydi. Hollywood’un yükseliş ve çöküş hikayeleri, aydınlık ve karanlık yanları, oradaki tezatlık ilgimi fazlasıyla çekerdi. Doğrudan müzik üzerinde etkisi belirgin olmasa da, Tropic of Cancer’ın görsel estetiği üzerinde etkisi oldu.



Bir gün farklı bir ülkede, farklı bir kentte albüm kaydetmeyi düşündünüz mü?

Bu konuyu daha önce düşündüm. Bir noktada kayıt için başka bir yere gitmeyi gerçekten isterim. Bunu yapan insanlar hakkında epey okudum. Galaxie 500 mıydı yoksa Luna mıydı emin değilim ama Dean Wareham’in gruplarından birisi Minnesota ormanlarındaki bir kulübeye gider ve iki hafta kadar kalıp albüm kaydedermiş. Ben hiç o şekilde çalışamadım ama yapmak isterim.

Olanağınız olsa hangi ülkeye gidersiniz?

Kesinlikle İsveç’e giderdim, Stockholm ya da İsveç’te bir kent ideal olurdu.

Belki bir gün yaparsınız...

Umarım. Belki de gerçekleştirebilirim. Sadece para biriktirip, stüdyo bulmam lazım. Evet, bunu çok isterim.

Bir röportajınızda “Müziğimin temel estetiği üzerinde çok az kontrolüm var,” dediğinizi okudum. Öyleyse bu kontrolü yapan ne?

Oturup müzik yazmaya başladığımda hissettiğim şey şu ki müzik benim için çok rahatlatıcı. Müziği gerçekten karşılaştığım sorunları çözmek ya da yaşadıklarımla baş etmek için bir araç olarak kullanıyorum. O anda hiçbir meselem yoksa da, ondan bir şeyi duygusal olarak anlamak için yararlanıyorum; gerçeküstü olan unsurlar daima böyle ortaya çıkıyor. Bugüne kadar benim için soyut olan bir konseptten kaynaklanan bir şarkı yazamadım. Ama yapmaya çalıştığımda bile ortaya çıkan şarkı beni pek etkilemiyor ve fark ettim ki, dinleyiciler üzerindeki etkisi de aynı şekilde fazla olmuyor. Yazmaya çalıştığım birçok şarkı dinleyicileri fazla cezbetmedi ama bu sorun değil. İnsanlara gerçekten dokunan şarkılar, aynı zamanda benim için de anlamı büyük olanlar, yaşadığım bir şeyi aktarmakta önemli payı olanlar...

Oscar Wilde, bir sözünde şöyle diyor: “Hayatta iki trajedi vardır; istediğini elde edememek ve elde etmek.” Hangisi daha kötü?

Bu gerçekten iyi bir soru. (Gülüyor) Bence istediğini elde etmek bazen daha zor olabilir; çünkü ben kişisel olarak çoğu zaman savaşmamak için mücadele verdim ama zamanımın çoğunu, en azından yetişkinlik dönemimi, kendime hedefler koyup onları yerine getirmeye çalışmakla geçirdim ve bazen o hedefleri başarmanın hayatımdaki diğer şeyler üzerinde çok daha büyük etkisi oldu. Bunlar ilişkilerde yaşadığım acılar gibi şeyler... Evet, istediğini elde etmek zor; çünkü hiçbir zaman her şeye sahip olamazsınız. Bazen elde ettiğinizi sanırsınız ama bir şey hayatınızdan bir anda çıkabilir ve o zaman, “Ah, hayat bu işte!” diyerek gerçeği hatırlatırsınız kendinize. Her istediğinize sahip olamazsınız...

Sanırım müzik yapmak sizin için terapi gibi...

Kesinlikle öyle. Bu yüzden bazen müzik yapma isteğimi engellediği de oluyor. Çünkü bir şey yaşadıktan sonra, stüdyoya girip şarkı yapmaya başladığımda, olan biten her şeyin ortaya döküleceğini biliyorum ve bunu yaşamak zor. Aynı insanların başına gelenlerle tekrar yüzleşmemek için terapiye gitmek istememesi gibi. Benim için de öyle.



Bob Dylan, müzisyen olmanın insanın bulunduğu noktanın derinliklerine inmesi anlamına geldiğini ve her müzisyenin o derinliklere ulaşmak için her şeyi yapacağını söylemişti. Siz belli bir andaki ruh halinizin derinliklerine varmak için nasıl bir yol izliyorsunuz? Bunu soruyorum; çünkü çok güçlü duyguları inanılmaz bir yetkinlikle yansıtıyorsunuz şarkılarınıza.

Bu, tam olarak o andaki duygularımın kaydını yapmak anlamına geliyor. Belli bir ses öbeği yaratabilir ya da notaya basabilirim ve bu o anda içimde var olan hissi açığa çıkarabilir. Bunu nasıl yapacağımı, nasıl devam ettirebileceğimi biliyorum. Bunu yapamadığım her durumda, ortaya çıkan şarkıların insanları diğerleri kadar etkilemediğini düşünüyorum.

Vokal tarzınız klasik anlamda şarkı söyler gibi değil, daha çok derinden bir inilti gibi; sözler net duyulmuyor kimi zaman. Sesinizi de bir enstrüman gibi mi kullanmak istiyorsunuz?

Genel olarak bu tarzdan hoşlanıyorum. Şu anda üzerinde çalıştığım yeni şarkılarda, vokal daha yüksek tonda kullanılsa da, yine dış koşullardan etkilenmiş bir sound var. Sanırım bu koro müziğine olan sevgimden kaynaklanıyor; kilisedeki ya da büyük mekanlardaki gibi tınlamasını seviyorum. Etkisi daha büyük ve sanki farklı bir alemden geliyormuş gibi tınlıyor. Bana göre daha rahatlatıcı bir sound. Bazı insanlara göre değil bu, birçok kişiye de uygun olmayabilir ama sanatçının ne söylediğini tam olarak bilmek benim pek hoşuma gitmiyor. Dinleyicilerin ne söylediğimi harfi harfine bilmesinden daha çok onu hissetmesi fkrini seviyorum.

Bu durumda mikrofonun müziğinizdeki rolünü nasıl açıklıyorsunuz? Morrissey, benim mezartaşım diyor, size göre rolü ne?

(Gülüyor) Gerçekten mi? Bunu dediğini duymamıştım. Harika! Müzik yapmaya başlamadan önceki hayatımda ne yapacağımı düşünerek geçirdiğim uzun bir dönem var. Daha iyi bir kelime bulamadım ama içimde daima bu konuda bir ateş yanıyordu. Yazdığım şeyi aktarmak için kullanabileceğim ama ne olduğunu bilmediğim bir araç arıyordum. Sanatın farklı alanlarını denedim, arkadaşlarla çalışıp şarkıları coverladım. Bir şeye katkıda bulunmam gerektiğini biliyordum. Dünyanın geri kalanı için, kimse ilgilenmese de, benim için anlamı olan bir şeyi yaşamam gerektiğini biliyordum. Denediğim hiçbir şey bu isteğimi tam olarak tatmin etmedi. Ama müzik yapmaya başladığımda bana yardım ettiğini hissettim. Yarın ölmek istemiyorum ama artık biliyorum ki ölsem de gam yemem. Gençken bir şey başardım ve umarım diğer insanları etkileyip onlara bir şekilde yardım eden bir şey yaptım. Bunu belki 5 yıl, belki 10 yıl sonra keşfederler ama bütün bunlar benim içimi çok rahatlatıyor.



Müzik yaparken sürekli odaklandığınız ya da o olmadan olmaz diyeceğiniz tek bir özellik var mı?

Düşük tonlar, derin sesler. Yaratmaya çalıştığım duyguların ışığında, daima klavyenin başında neredeyse heyecandan kendimden geçmiş ya da sızmış bir hale geldiğim narkoleptik bir süreç söz konusu. Ne zaman sakinleşip rahatlayacağımı ve kendimi tamamen bırakarak, “İşte burası tam olmam gereken yer,” diyeceğimi biliyorum. Şarkılarda bu hissi etrafında ortaya çıkarmak istiyorum ki bir tür sıcak battaniye gibi hissettirsinler. Açıklaması zor ama benim beste yapma sürecimde daima var olan unsur bu. Hızlı tempoda, 90 BPM’in üzerinde şarkılar yazmak benim için olanaksız. O nedenle vuruşlar hep yavaş ve çok metodik. Aksi halde, içimdeki asıl özü ortaya çıkaramıyorum.

Başka prodüktörlerle çalışmayı düşünüyor musunuz?

Hayır, birkaç aydır Joshua Eustis ile çalışıyoruz. Gelecek albümde de muhtemelen birlikte çalışıp ne yaptığımızı göreceğiz. Joshua’nın şarkılara yansıttığı prodüksiyonu çok beğeniyorum. Parçaları alıp benim götüremediğim yerlere taşıdı. Uyguladığı yöntemle farklı unsurların birbirinin üzerine binmeden kendi alanlarında var olmasını sağladı. Bu nedenle yakın gelecekte de birlikte çalışacağımızı düşünüyorum.

Müziğinizin bana göre oldukça sinemasal bir soundu var. Şarkıları bestelerken aklınızda belli sahneler ya da mekanlar beliriyor mu?

Pek değil. Benim için o kadar kişisel ki, başka bir şey düşünmüyorum. Müziğimi karakterize etmek ya da karakterler çevresinde gelişen müzik yazmak konusunda zorlanıyorum. Bu belki de narsisistik ya da olgunlaşmamış bir özellik, bilmiyorum. Şarkı yazarken başka insanlar ya da olaylar hakkında düşünmek benim için kolay değil. Bir ruh halini nasıl yaratacağımı biliyorum ama hikaye anlatımı ve anlattıklarımı görsel olarak düşünmem pek söz konusu olmuyor. Yazarken ve bazı şeylerin üzerinden geçerken bazı şeyler düşünüp hayal ediyorum ama hiçbiri kalıcı olmuyor. Gece yattığınızda, uykuya geçtiğiniz ilk birkaç dakika hayal mi görüyorsunuz yoksa uyanık mısınız bilemediğiniz anlar var ya, onun gibi. Bu tür yarı geçiş hali çalışırken bende çok oluyor.



Tropic of Cancer albümlerinin görsel yanı da çok güçlü. Albüm kapaklarınızdaki minimalist imajları çok beğeniyorum. İlk başlarda hepsinde siyah hakimdi ama “Restless Idylls”da yeşil renge geçtiniz ve şimdi de “Stop Suffering”in kapağında da yeşil hakim. Siyah renk benim için daima hep çekici oldu ama bazı kültürlerde olumsuz anlamları var. Sizin bu renk değişimine ve siyah renge bakış felsefeniz nasıl?

Siyah, siyah beyaz ve monokrom uzun süre bana çok hitap etti. Fakat aynı şarkıları aynı yöntemle yazmanın bıktırıcı olması gibi, müzikle ilişkilendirilen estetiğin de aynı olması benim için bıkkınlık verici. Değişikliği seviyorum. Siyah ve beyaz renkleri, o estetiği hala seviyorum ama renklerin açtığı yolda gitmekten de kaçınmıyorum. Çünkü renkli bir imajın da siyah beyaz bir imaj gibi tuhaflık ve ilgi ortaya çıkarabileceğini düşünüyorum. Ayrıca siyah beyaz estetiğin her yerde kullanıldığı bir dönem de vardı. Bundan kaçış yoktu. Bana yeni hissi veren bir albüm ortaya çıkarmak için o rengi bastırmak istedim. Sanırım biraz kalıcı oldu.

“Restless Idylls” ve “Stop Suffering”i bu açıdan düşündüğümüzde söyledikleriniz daha iyi anlaşılıyor.

“Restless Idylls”da romantik, Gotik bir ton var. O albüm kapağını yaparken aklımda eski Hitchcock filmleri, annemle izlediklerim, çocukluğumun büyük bir parçası olan ve insana ferahlık hissi veren ve aynı zamanda ürkütücü de olan Technicolor Dreamworld vardı. Beni hem rahatlatıyor hem de korkutuyor. Albüm kapak tasarımı da buradan çıktı. Yeni kısaçalar “Stop Suffering”e baktığınızda onun kapağı da aynı duyguları canlandırıyor. “Ne oluyor bu fotoğrafta?” diyorsunuz. Bir odaya girmişsiniz ve gördüğünüz manzara karşısında, “Ne yapıyor bu insan?” diye şaşırıyorsunuz. Hep bir hareketin, olayın ortasında araya giriyorsunuz. Bu da hoşuma gidiyor.

Downwards ve Mannequin gibi bağımsız plak şirketlerinden sonra bir süredir Blackest Ever Black etiketiyle yayınlanıyor müziğiniz. Bugün bazı müzisyenler bağımsız plak şirketlerini büyük plak şirketlerine giden yolda bir araç olarak görüyor. Günümüzün deneysel müzik alanında en ufuk açıcı bağımsız plak şirketlerinden biri olan Blackest Ever Black’in kataloğunda yer almanın sizin için anlamı ne?

Ben de BEB’in aynı öyle olduğunu düşündüğüm için bu etikete uzun süredir bağlandım. Bununla birlikte bağımsız bir plak şirketi ile çalıştığınızda birçok işbirliği şansı doğuyor. Kiran Sande (ZK: Şirketin kurucusu aynı zamanda FACT mag’in editörü) ile çok iyi bir ilişkimiz var; birbirimizin fikirlerini gerçek anlamda besliyoruz. Belli albümler hakkındaki düşüncelerimiz hep aynı paralelde. Bu gerçekten çok güzel; çünkü geçmişte sanat alanında, müzik sektöründe birçok insanla çalıştım ve bir insanla sürekli aynı görüşte olmak nadir rastlanan bir durum. O beni sorgulamıyor, ben de onu sorgulamıyorum ve bu şekilde işler yürüyor. BEB’den başka bir etikete, daha büyük bir şirkete geçmek konusunda tereddüt içinde olmamın nedenlerinden biri de bu. Başka biriyle çalışmaya karşı heyecanımı kaybediyorum sanırım.

Müzik dünyasındaki cinsiyetçilik konusundaki görüşlerinizi merak ediyorum. Müzik endüstrisindeki erkek şovenizmi konusunda değerlendirmeniz ne? Özellikle turnedeki hamile bir müzisyen olarak yaşadıklarınızı da öğrenmek isterim.

Önceleri erkeklerin müziğim hakkında, müzisyen, sanatçı ve kadın olarak benim hakkında ne düşündüğünü çok daha fazla umursuyordum. Epey stres ve gerginliğe neden oluyordu bu. Müzik yapmaya devam ettikçe artık gerçekten kendime güven duyuyorum. Müzik endüstrisinde erkek odaklı, hep erkeklerin konuştuğu bir ilişki ağı var ve bu hep olacak. Fakat ben bunu önemsememeye çalışıyorum, insanlarla yarış içinde olmaktan da hoşlanmıyorum. Müzik yapma nedenim bu değil. Kendimi işime verip sadece kendi müziğimle ilgilenmeye ve geri kalan şeyleri görmezden gelmeye çalışıyorum. Ama turnedeyken başınıza gelen bazı şeyler var. Müziğiniz hakkında fazla bilgisi olmayan insanlarla her gün muhatap olurken, kadın ve erkek etrafında gelişen düşüncelerin ne kadar kutuplaşmış olduğunu görüyorsunuz. Hayatımdaki erkekler çoğu zaman çok teşvik ediciydi. Eskiden Juan’la çalışıyordum, şimdi Joshua ile çalışıyorum ama dışardan bazı insanlar yaptığım her şeyi bu erkeklere mal edebiliyor. Dün gece bir röportaj sırasında, “Müziğinizdeki yeni tarz, perküsyon çok ilginç. Tamamen yeni bir yaklaşım. Gerçekten elektronik bir sound... bla.. bla.. bla. Bahse girerim Joshua’nın katılımıyla ilgisi var,” dendi bana. “Hayır, aslında öyle değil. O şarkıyı ben yazdım ve sonra Joshua ile birlikte onun içinden çıkardık,” dedim. Joshua ile hiçbir ilgisi yoktu. Yeni bir elektronik davul almıştım ve o makinede programladığım ilk kalıptı o. Bu tür tuhaflıklar oluyor. Hamilelik konusuna gelince, herkes bu konuda gayet olumlu. Ama belirtmek isterim ki tam anlamıyla özgürleştirici bir yanı var çünkü bu durumda asla bir seks objesi gibi hissetmiyorsunuz. Ben öyle hissetmeyi hiçbir zaman istemedim zaten. Fakat şu anda bedenimden utanmak istemiyorum der gibiyim. Benim hamile olmamla ilgili bir sorunları var mı ya da sadece Taylor’ı ve beni seks objesi gibi gördükleri için gruptan hoşlanan var mıdır bilmiyorum, hatta insanlar bunları düşünür mü onu da bilmiyorum, ama artık bütün bunları hiç umursamamak müthiş özgürleştirici. Bebekten sonra ne olacak göreceğiz.

Son olarak, yeni albüm kaydı ne zaman?

Nisan ayına kadar olmaz ama nisan ya da mayıs aylarında başlayacağım. Kesinlikle programda var.


(Fotoğraflar bana aittir.)

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate