Artık kasım ayı geldiğinde birçok farklı ülkeden müzikseverin içini güzel bir heyecan kaplıyor. Nedeni Hollanda’nın Utrecht kentinde düzenlenen Le Guess Who? festivali! İki yıldır izleme olanağı bulduğum dört günlük etkinlik, kusursuz denilebilecek bir müzik festivalinin nasıl olması gerektiğinin somut kanıtı. Geçen yıl festival hakkında yazdığım yazıda (https://www.redbull.com/tr-tr/zulal-kalkandelen-le-guess-who-festivalini-yazdi) kent içinde birçok farklı salona yayılan etkinliğin, TivoliVredenburg adı verilen çok amaçlı bir kompleksi ana mekân olarak kullanmasının sağladığı işlevsellikten söz etmiştim. Her müzik türüne uyan salonlara sahip böyle bir kültür merkezi, LGW’nun en büyük artısı.
KÜRATÖRLÜK KAVRAMININ ÖNEMİ
Buna ek olarak, geçen yıl 10. yılını kutlayan festival, yıllar içinde belli bir saygınlığa erişmiş olması nedeniyle hem kamu kurumlarından hem özel sektörden hem de medyadan önemli bir desteğe sahip. Elbette böyle bir desteği kazanmanın ve iyi bir müzik festivali düzenlemenin ilk koşulu, yalnızca iyi müzik yapan isimlerin programda olması. Farklı müzik türlerini ve dünyanın değişik kültürlerini yansıtan ufuk açıcı programa baktığınızda, LGW’da sahneye çıkabilmek için önemli ortak bir kriter olduğunu anlıyorsunuz. Az sayıda insan tarafından tanınsa da çok iyi müzik yapan birçok yeni yeteneği canlı dinleme olanağı sunuyor festival. Elbette uzun yıllardır sahnede olup saygınlık kazanmış efsaneleri de aynı festivalde görmek olanaklı. Hepsinin ortak noktası, ticari kaygıdan uzak durup iyi müzik yapmaları. Bunu sağlamanın yolu da, festival programını oluştururken küratörlük kavramını hakkını vererek uygulamaktan geçiyor.
Genel programa ek olarak, bu yıl altı müzisyen küratör olarak belirlenmişti. Perfume Genius, Han Bennick, Jerusalem in My Heart, Shabazz Places, James Holden ve Grouper. Ayrıca New York merkezli sanat merkezi Basilica Hudson tarafından gerçekleştirilen Basilica Sounscape festivalinin küratörlüğü üstlendiği bir seçki daha yer aldı festivalde. Her biri farklı müzik türlerinde yaratıcılığını ortaya koyan bu müzisyen küratörlerin belirlediği isimlerin festivale kattığı çeşitlilik ve kalite çok belirgindi. Kuşkusuz bunun sonucu olarak, LGW’yu izleyenlerin yarısı Hollanda dışından geliyor. Her yıl aynı ekibin sınırlı bakış açısıyla festival hazırlayan organizatör ekiplerin, uluslararası alanda başarılı olmak için bu yöntemden ders almasını dilerim. Bu anlayışla, 2007’de sadece 800 kişinin izlediği, tek bir mekânda yapılan bir etkinlikken, bugün dünyanın hemen her yerinden 15-30 bin arasında katılımcının izlediği, Tivoli’nin içindeki farklı salonlar hariç 13 ayrı mekâna yayılarak tüm kenti kaplayan büyük bir festivale dönüşmüş Le Guess Who?.
Bu yıl özel olarak kendi adıma sevindiğim bir gelişme daha vardı festivalde. Geçen yılki izlenim yazımda ana festival mekânı Tivoli’de vegan yiyecek bulmakta zorlandığımı yazmıştım. Festival ekibi yazımı Google tercümesiyle okuduğunu bildirmişti. Bu yıl Tivoli’ye girdiğimde bir de baktım ki vegan yemek standı açılmış! Yıllardır kendi ülkemde yazıp durdum ve böyle bir gelişme henüz sağlanamadı ama Hollanda’ya sesimi bir seferde duyurabildim!
Geçen yılki festivale göre bir diğer farlılık, performans saatlerinin biraz daha geç saatlere kaydırılmasıydı. Perşembe ve cuma günleri bile gece 2‘den sonra başlayan konserler vardı. Ben kentteki tüm oteller dolduğundan Amsterdam’da kaldığım için epey zorluk yaşadım. Bu yüzden göremediğim birkaç performans oldu. Ama bu yıl da her türlü zorluğa değecek kadar yoğun ve tatmin edici bir müzik deneyimi yaşadığımı söylemeliyim. Deneysel müziği, çeşitli işbirliklerini ve alışılagelmişin dışına çıkan yaratıcıları buluşturan her etkinlikten zenginleşerek çıkıyor insan.
TÜRKİYE’DEN MÜZİSYENLER DE KATILDI
Hollanda’da çok sayıda Türkiye kökenli göçmen yaşasamasının etkisiyle de olsa gerek, ülkemizden müzisyen ve gruplar, her yıl LGW’da dinleyicilerle buluşuyor. Bu yıl ülkemizden katılan isimler arasında ambient/shoegaze/drone besteleriyle tanıdığımız Ekin Fil, Grouper’ın küratörlüğünü üstlendiği programın konukları arasındaydı. Derya Yıldırım & Grup Şimsek de, LGW kapsamında dinleyicilerle buluştu. Vokalist Derya Yıldırım ile Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’dan müzisyenlerin bir araya geldiği Anadolu rock grubu, Özdemir Erdoğan ve Aşık Mahzuni Şerif’in eserlerini yorumlarken, saykedelik rock tarzındaki kendi bestelerini de çaldı. LGW sahnesindeki bir diğer Türkiye kökenli grup, Amsterdam’da kurulan Altın Gün oldu. 70‘lerin Türk rock klasikleri ve türkülerin modern halini yorumlayan saykedelik folk grubu, Libyalı müzisyen, multienstrümantalist ve modern Arap müziğinin öncülerinden Ahmed Fakroun ile birlikte çaldı; ayrıca solo konser de verdi.
EN BEĞENDİĞİM PERFORMANSLAR
LGW’nun en güzel yanlarından birisi, seçenekler çok olduğundan, herkesin o büyük etkinlik içinden kendisine özel bir festival yaratabilmesi. Birkaç kişi birlikte gidip festivali ayrı ayrı izleseniz, dört günün sonunda tamamen farklı müzisyenleri dinleyip ayrılabilirsiniz. Ben 150‘den fazla ismin katıldığı festivalde toplam 22 performansı yakalayabildim. Arada sahne saatleri çakışınca kaçırdıklarım da oldu ne yazık ki... Bu 22 performans içinde beni en beğendiklerimden söz etmek isterim.
Oiseaux-Tempête
Festivalin ilk gecesinde ilk kez canlı dinleme olanağı bulduğum Oiseaux-Tempête, üzerimde en çok etki bırakan grup oldu. TivoliVredenburg’dan yarım saat yürüyerek De Helling adlı konser salonuna ulaştığımda çok iyi müzik dinleyeceğimi biliyordum elbette ama canlı müziğin etkisini yaşayarak hissetmek ayrı bir duygu. Çok karanlık bir salonda, arkalarındaki ekranda farklı coğrafyalardan kentlerin ve eski dönemlerden siyah beyaz görüntülerin eşliğinde çaldı grup. Genellikle bu tür konserlerde video görüntüleri sürükler insanı ama ben nadiren ekrana bakıp daha çok müziğin içinde kayboldum. Paris merkezli bu kolektif, fırtına kuşu anlamına gelen ismi seçmiş kendisine ve 2012‘den bu yana yaptığı kayıtlarla enstrümantal rock, ambient, krautrock ve serbest caz etkilerini buluşturan, kimi zaman kaotik, kimi zaman da dingin ama daima sarsıcı bir müzik yapıyor.
The Bug vs Dylan Carlson of Earth
Drone metalin elektronik müzikle büyüleyici buluşması! The Bug adıyla tanınan ve birçok türde kendini kanıtlayan prodüktör Kevin Martin ile drone metal, enstrümantal/saykedelik rock müziğin saygın gruplarından Earth’ün üyelerinden Dylan Carlson, bu yılın en güzel kayıtlarından birisine imza attı. De Helling’in neredeyse zifiri karanlık salonunda, müzisyenleri göremeden, sadece sese göre hareketlenip adeta dans eden ışıkları izleyerek dinledik müziği. Güçlü ve özgün bir sound için ortak bir çabayla sınırları yok ediyordu iki müzisyen. Bunu kelimelerle tam olarak anlatmak pek olanaklı değil; ancak yaşanabilecek bir canlı müzik deneyimiydi.
Mario Batkovic
Bosna kökenli akordeon sanatçısı ve besteci Mario Batkovic, enstrümanını geleneksel tarzın dışında kullanıp sıradışı sesler yaratan olağanüstü bir yetenek. Akordeonun sınırlarını ve müzik türlerini aşarak, daha önce onu kimsenin çalmadığı şekilde çalıp virtüözlüğü ileri bir boyuta taşıyor. Kendisini ilk kez canlı olarak 2016’da,15. yüzyıldan kalma bir gotik kilisede dinlediğimden beri yakın takibimde. Bu yıl TivoliVredenburg’un içindeki Ronda adlı geniş salonda çaldı. Sun Ra Arkestra’nın da sahneye çıktığı yaklaşık 2800 kişilik salonu tamamen doldurdu. Kendisi de şaşırmış olmalı ki, konsere başlarken, “Siz harika görünüyorsunuz. Ben ise sahnede tek başımayım, biraz tuhaf geliyor ama teşekkür ederim,” dedi. James Holden’ın küratörlüğü üstlendiği programda yer alıyordu Batkovic. Aynı müzisyene iki sene arka arkaya programda yer vermesi, LGW ekibinin de iyi müziği ne kadar yakından takip ettiğini gösteriyor.
Protomartyr
Bugüne kadar çok yakından izlediğim bir grup değildi Protomartyr. Performansları, bana bir grubu konserde dinlemenin nasıl fark yaratabileceğini bir kez daha gösterdi. Post-punk’ın yoğun hissiyatı Joe Casey’in şiirsel şarkı sözleriyle donatılınca çok güçlü bir performans ortaya koydular. Dinden psikolojiye toplumsal konularda çarpıcı sözleri mikrofonun önünden ayrılmadan, takım elbisesi içinde büyük bir ciddiyetle dile getiren Casey, kendine özgü yöntemiyle son derece etkileyici. Uzun zamandır özlemini çektiğim karanlık post-punk atmosferini doyasıya yaşattı ama grubu daha ufak bir salonda da dinlemek isterim.
The Residents
LGW’da bu yıl Glastonbury Festivali’ni andıran bir uygulamayla gizli konserler gerçekleştirildi. Son ana kadar organizasyonu yapan ekibin dışında kimsenin bilmediği bu konserlerden birisi benim için gerçek anlamda sürpriz oldu. Bant ekibinden Cem Kayıran ve Busen Dostgül, konserden kısa bir süre önce “Bu akşamki sürpriz performansı kaçırma!” diyerek uyarmasalar, belki de kaçırabilirdim. Çünkü aynı saatlerde izlemeyi düşündügüm başka bir performans vardı. Ronda’da kendime iyi bir yer bulup beklerken, salonda da dedikodunun yayılmış olduğunu gördüm. Herkes The Residents’ı bekliyordu! Dünyanın en gizemli, en sıradışı, en tuhaf ve en yaratıcı grubu The Residents! Bu yıl mart ayında yeni bir albümü yayınlayan grubun üyeleri, 1969‘da Amerika’da kuruldukları günden bu yana 48 yıldır kimliklerini saklamayı başardı. LGW sahnesine de yine tanınmalarını engelleyecek kostümler ve maskelerle çıktılar. Sanat akımlarının içinden doğan The Residents, Batı müziğinin kalıplarını ve kurallarını yıkıp, yeni bir yaklaşımla geliştirdiği avangart müziğini canlı performansında büyük ölçüde sahnedeki görsellik, göz alıcı ışıklar, vokalistin gerçeküstü şarkı sözleri ve tuhaf tavırlarıyla sundu. Konserde hem geleneksel popüler müziği yapıbozuma uğrattığı albümlerden hem de bir tema çerçevesinde gelişen albümlerden örnekleri multimedia sanatının olanaklarından faydalanarak izleyiciya aktardılar. Müthiş kıvrak bir zekayla sahnelenmiş bir “freak show” gibiydi. Elbette herkese göre değildi; nitekim sürpriz konser diye koşarak gelenlerin bir kısmının kısa bir süre sonra salondan ayrılması şaşırtıcı olmadı. Çok ender canlı performans yapan The Residents’ı sürpriz olarak sahneye çıkartması da LGW ekibinin hanesine bir artı olarak yazıldı. Çünkü önceden açıklansa bilet satışını artırırdı. Ama zaten bilet satma sıkıntısı yaşamayan bir festival LGW.
Keiji Haino & Han Bennink
Japon noise ve avangart müzik ustası Keiji Haino ile Hollandalı davulcu/perküsyonist Han Bennink’i aynı anda sahnede görmek, her zaman bulunabilecek bir fırsat değil. LGW’daki performansları, değişen yer, obje ve duruma göre müziği şekillendirme yeteneklerini sergiledikleri bir ders gibiydi. Han Bennink, sahnenin ortasına oturup elindeki davul bagetlerini yere vurarak değişik sesler yaratırken; Haino, bir basketbol topunu yerde duran elektro gitarın tellerine sürterek ve aynı topu tavandan asılı akustik gitara vurarak alışılmadık sesler çıkarıyordu. Deneysel müziğin üretim süreçlerinin mekân ve araç kullanımı açısından sınırsızlığını ortaya koyması da ilginç ve önemliydi.
Liu Fang
Festivale gitmeden önce radyo programım Vegan Logic için LGW keşiflerinden oluşan iki seçki hazırlamıştım. Ancak o seçkilerde atladığım bir müzisyeni LGW sayesinde dinledim. Basilica Soundscape, Çin’in folklorundan doğan guzheng müziğini icra etmek üzere, geleneksel pipa enstrümanının en iyi yorumcularından biri olan Liu Fang’i Utrecht’e davet etmiş. Üzerinde geleneksel kıyafeti, önünde bir vazo içinde sahneye konulan çicekleriyle hayranlık uyandırıcı bir zarafet içindeydi Fang. Müziği de bu görüntüyle tam bir uyum içinde hassas bir ruhun yansımasıydı ama kırılgan değildi; zengin bir birikimin ürünü olarak güçlü bir varlığın simgesiydi. Enstrümanına böylesine hakim bir virtüöze saygı duymak düştü bize de.
James Holden & The Animal Spirits
Prodüktör ve müzisyen James Holden, bu yıl yayınladığı albümü “The Animal Spirits”i LGW’da başarıyla tanıttı. Elektronik müzik ile saykedelik sesleri, soyut drone ile krautrock ve Afrika perküsyonunu buluşturduğu albümlerden sonra, yeni albümünde trans müzik ile Fas’ın Gnawa müziğini iç içe geçirdiği bir kayıtla çıktı karşımıza. Kendisine eşlik eden yerel müzisyenlerle birlikte elektronik setinin başında çekici bir karmaşanın yaratıcısı ve yönlendiricisiydi. Doğu müziğinin saykedelik tınılarını, elektronik seslerin dinamizmi ile organik bir yapıda birleştirmeyi başarmış Holden. Ortam tamamen karartılarak, tüm dikkat dev ekrana yöneltildi konser sırasında. Anlamlandırılması zor birtakım renk ve şekil dönüşümleriyle dolu videoya kendinizi kaptırırsanız, halüsinasyon gördüğünüzü sanabilirdiniz. Tahmin ettiğimden daha fazla keyif aldığım bir performans oldu.
John Maus
Başını kaçırsam da James Holden performansından çıkıp ancak bir bölümünü yakalayabildiğim John Maus konseri, tahmin edilebileceği gibi şahaneydi. 2011’de Arka Oda’nın havasız ufacık mekânını hıncahınç dolduran kalabalığın içinde, bol terli bir ortamda izlemiştim Maus’u. Herhalde en fazla 100 kişi sığabilecek bir salondu. Tam önümüzde kendini duvardan duvara atmış, içindeki isyanı da tutkuyu da içimize işlemişti. Bugüne kadar gördüğüm en unutulmaz canlı performanslardan biriydi. Aradan tam 6 yıl sonra bu kez Utrecht’te yaklaşık 1000 kişilik salonu tamamen doldurmuştu. Koşarak salona vardığımda kapıdaki görevli, ancak içeriden çıkan olursa bizleri salona alabileceğini söyledi. O nedenle biraz bekleyince girebildik. Bu kez daha geniş bir sahnede olduğundan yakınında duvarlar yoktu ama o yine bedenini savurarak, hızla öne arkaya eğilerek kitleyi hareketlendirdi. Biz sesinin güçlü titreşimlerini içimizde hissederken, o izleyici kitlesi ile sanatçı arasındaki görünmez duvarları tamamen yıkıp etkileşimin boyutlarını genişletiyordu.
Pharoah Sanders
Caz müziğinin en büyük ikonlarından Pharoah Sanders’ın caz geleneklerini soul, gospel, R&B ve Afrika folku ile harmanlayan müziği, LGW sahnesine ayrı bir kalite kattı. Caz müziğine yaptığı katkılarla Marvin Gaye’den Sun Ra’ya kadar pek çok ismi etkilemiş bir efsanenin saksofonundan çıkan özgün sesler, dışarıda dünya birbirine girse bile her şeyi durdurup sözü müziğe verebilecek kadar özeldi. Ornetta Coleman’ın “muhtemelen dünyadaki en iyi tenor saksofoncusu” dediği Sanders, saksofondaki farklı tekniğiyle serbest cazın gelişiminde öncülük eden isimlerden biri. LGW sahnesinde de çalış tekniği ile kendisine çizdiği rotayı bir kez daha belirginleştirip, yürekten gelen müziğini duyumsattı.
Mary Margaret O’Hara
Nadiren sahneye çıkan Mary Margaret O’Hara’nın LGW’daki performansı, sanatın farklı dallarında eserler veren bir sanatçının yıllara meydan okuyan yaratıcılığını sergilediği, eğlenceli bir şov gibiydi. 1988 tarihli “Miss America” adlı albümünden sonra hiçbir albüm yapmayan O’Hara’nın büyük ölçüde doğaçlamaya yer veren performansında kendisine ödüllü çello sanatçısı Peggy Lee, multienstrümantalist Aidan Closs ve çeşitli ses oyunlarıyla kardeşi Marcus O’Hara eşlik etti. Adeta evinin salonunda arkadaşlarıyla eğlenirken espriler yapan, şakalaşıp gülerken arada bir de şarkı söyleyen matrak bir ev sahibi gibiydi. Sahne onundu, bizler de konukları. Sonunda Morrissey’in çok sevdiğim 1993 tarihli şarkısı, “November Spawned a Monster”daki tuhaf sesleri canlı olarak da duyabildiğim için ayrıca sevindim. O canavar seslerini o zamanlar karanlık bir odaya kapanarak kaydetmeyi kabul etmiş O’Hara. Bugüna kadar daha acayip bir canavar sesi çıkaranı duymadım. Ne muhteşem ki aynı ses, “Somewhere Over the Rainbow”u söylerken bir meleğin sesine dönüşebiliyor.
Ex-Easter Island
İngiliz müzik kolektifi Ex-Easter Island, masa üstüne yatırılıp sabitlenmiş elektro gitarlara perküsyon tokmakları ile vurarak değişik bir yöntemle hipnotik bir müzik yapıyor. Grup içi etkileşimi ve tekrarlarla yaratılan melodik keşfi deneyimleyen grubun, müziğini fiziksel olarak enstrümanlarla yapmasına karşın zaman zaman elektronik gibi algılanması da ilgiyi ayrıca cezbedici bir özellik. Grup üyeleri arasındaki koordinasyonu canlı gözlemlemekten ve yaratılan ritmik uyuma kapılarak dinlemekten çok zevk aldığım bir performanstı.
Geçen yıl 10. yıldönümünde izleme olanağı bulduğum Le Guess Who? Festivali (LGW), gerek müzik çeşitliliği gerekse iyi ses organizasyonuyla daha ilk deneyimimde favori müzik festivallerimden biri oldu. Hollanda’nın Utrecht kentinde düzenlenen festival hakkındaki genel değerlendirme yazımda, “deneysel ve bağımsız müziğe hak ettiği değerin verildiği, farklı müzik türlerine odaklanan, vizyonu geniş bir festival arıyorsanız, bundan sonra yıllık plan yaparken Le Guess Who?’yu da mutlaka göz önünde bulundurun,” demiştim. (http://www.veganlogic.net/2016/12/nice-10-yillara-le-guess-who.html)
O zamandan beri festivalin 2017 programını merakla bekliyordum. Bu yıl 9-12 Kasım’da yapılacak olan LGW’nun programı, tahmin ettiğim gibi yine çok heyecan verici. 150‘den fazla ismin katılacağı etkinlik hakkında bir ön inceleme yapmanın, festivale gitmeyi düşünenler ya da şu ana kadar LGW’dan haberi olmayan keşif meraklıları için yararlı olabileceğini düşündüm.
FESTİVALE ÖZEL İŞBİRLİKLERİ VE İLKLER
Bu yılki festivalin altı küratörü var: Perfume Genius, James Holden, Shabazz Places, Grouper, Han Bennick ve Jerusalem In My Heart. Hepsinin canlı performans gerçekleştireceği etkinlikte, her birinin özel olarak hazırladığı programlar olacak. Örneğin Perfume Genius’ın festivale davet ettikleri arasında, Radiohead’in hayranı olduğu ve Michael Stipe’ın ulusal hazine diye nitelediği Kanadalı efsanevi sanatçı Mary Margaret O’Hara da var. Geçmişte Morrissey ve This Mortal Coil ile de işbirliği yapan O’Hara, sadece 1988‘de Miss America adlı bir albüm yayınlamasına karşın bir kült kahraman haline geldi. Festivalde konseri kaçırılmaması gereken bir müzisyen.
Amerikalı hip hop ikilisi Shabazz Places’in hazırladığı programda ise caz efsanesi Pharoah Sanders öne çıkıyor. İngiliz elekronik müzik sanatçısı James Holden, kendi küratörlüğünü üstlendiği bölümde, yeni kurduğu grubu James Holden & The Animal Spirits’in kasım ayında yayınlayacağı ilk albümünü çalacak. Hollandalı caz davulcusu Han Bennick, kendi imzasını taşıyan programda, gitarist Thurston Moore ve Japon deneysel noise ustası Keiji Haino ile canlı işbirliği gerçekleştirecek. Haino, ayrıca Grouper’ın küratörlüğünü üstlendiği programda solo olarak da sahneye çıkacak. (Keiji Haino ile geçen yıl yaptığım röportaj: http://www.veganlogic.net/2017/01/keiji-haino-ben-zamani-kesen-bir.html)
The Sai Anantam Ashram Singers konserinin en çok ilgi çekenlerden arasında olacağını tahmin ediyorum. Caz piyanisti, vokalist, arpist ve besteci Alice Coltrane Turiyasangitananda’nın, eski bir Hint dini geleneği olan Vedizm’i yaşatmak için Los Angeles’ın dışında kurduğu Sai Anantam Ashram adlı spiritüel merkezde kaydettiği müziklerin festivalde Avrupa prömiyeri yapılacak. Bu yıl David Byrne’ün sahibi olduğu Luaka Bop plak şirketi, Alice Coltrane’nin o merkezde kaydettiği ve çoğu bilinmeyen çalışmalarını ilk kez bir derleme albüm olarak yayınlamıştı.
Le Guess Who?‘da bu yıl kaçırılmayacak performanslardan birisi, 12 saat aralıksız sürecek bir drone deneyimi. Birçok müzisyen ve ses tasarımcısının katılacağı bu deneyimi yaşatacak olanlar arasında Suuns’ grubundan Ben Shemie, keman sanatçısı Jessica Moss, besteci ve gitarist Roy Montgomery, Hint sitar sanatçısı Surajit Das ve gitar odaklı deneysel müzik projesi Thisquietarmy de var.
TÜRKİYE’DEN MÜZİSYENLER DE KATILIYOR
Le Guess Who?‘nun organizörleri, festivalde farklı türleri olduğu kadar farklı kültürleri yansıtan müziklere de yer vermeye büyük özen gösteriyor. Hollanda’da çok sayıda Türkiye kökenli göçmen yaşadığından da olsa gerek, ülkemizden müzisyen ve gruplar, her yıl etkinlikte dinleyicilerle buluşuyor. LGW, uluslararası müzik dünyasında yakından izlenen bir festival olduğu için, orada çalmak, geniş bir kitleye ulaşmak açısından etkili bir yol.
Bu yılki festivalin programını incelerken karşıma ilk çıkan, Derya Yıldırım & Grup Şimsek oldu. Türkiye’den vokalist Derya Yıldırım ile Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’dan müzisyenlerin bir araya geldiği Anadolu rock grubu, Özdemir Erdoğan ve Aşık Mahzuni Şerif’in eserlerini yorumlarken, saykedelik rock tarzındaki kendi bestelerini de çalıyor.
LGW sahnesinde dinlenebilecek bir diğer Türkiye kökenli grup, Amsterdam’da kurulan Altın Gün. 70‘lerin Türk rock klasikleri ve türkülerin modern halini yorumlayan saykedelik folk grubu, Libyalı müzisyen, multienstrümantalist ve modern Arap müziğinin öncülerinden Ahmed Fakroun ile birlikte çalacak; ayrıca solo konser de verecek.
Ambient/shoegaze/drone besteleriyle tanıdığımız Ekin Fil, Grouper’ın küratörlüğünü üstlendiği programın konukları arasında. Bu yıl Helen Scarsdale etiketiyle Ghosts Inside adlı yeni bir albüm yayınlayan müzisyen, birkaç yıl önce Grouper’ın konser açılışını da yapmıştı.
FESTİVALDEN KEŞİFLER
LGW’nun benim için en çekici tarafı, sadece Sun Ra Arkestra, Ben Frost, John Maus, William Basinski, Sun Kil Moon, The Soft Moon gibi canlı dinleyip sevdiğim isimlere yer vermesi değil; aynı zamanda festivale özel yaratıcı işbirliklerini de gerçekleştirmesi. Festivalin zengin programı bununla da kalmayıp, şarkılarını radyoda çalsam bile daha önce canlı izlemediklerimi görme olanağını vermenin yanı sıra, adlarını hiç duymadığım yeni müzisyenleri keşfetmemi de sağlıyor. Bu kadar dolu bir festivali izlediğinizde, dördüncü günün sonunda ruhen zenginleşmiş hissediyorsunuz.
Bu yıl da radyo programım Vegan Logic’te yapacağım iki özel Le Guess Who? programında kendi favorilerimi ve bazı keşifleri paylaşacağım. O nedenle onları bu yazıda paylaşmıyorum. Le Guess Who?‘nun ayrıntılarını anlatmaya Açık Radyo’da devam edeceğim.
Geçen yılki Vegan Logic Özel Le Guess Who? radyo programlarını dinlemek isteyenler için bağlantılar:
19-22 Nisan tarihleri arasında Belgrad’da gerçekleşen Resonate Festivali, önceden tahmin edilebilen performansların yanı sıra, bazı olumlu sürprizleri ve hayal kırıklıklarını bir arada toplayan farklı bir deneyimdi. Berlin Atonal’den sonra kapalı mekanlarda sigara içilen ikinci bir festivali daha yaşamış oldum. Sanırım festivale katılan herkes, epeyce zehir soludu.
Festival yönetiminin verdiği bilgiye göre, bu yıl altıncısı düzenlenen etkinliği yaklaşık 3000 kişi izledi; bunların % 70’i çeşitli ülkelerden, % 30’u Sırbistan nüfusuna mensup. Bu oranların, Resonate’in de aralarında olduğu Avrupa’daki sekiz büyük festivalin (c/o pop Festival & Convention, Elevate, Insomnia, Nuits Sonores, Reworks, Sónar, TodaysArt)bir araya gelerek oluşturduğu “We Are Europe” işbirliğinin ruhuna uygun bir kitleyi yansıttığını söylemek mümkün.
Uluslararası kültürel değişim için Avrupa’nın sınırlarını aşmayı hedefleyen bu festivaller, odaklandıkları temalar ve sound açısından benzerlikler gösteriyor. Ancak her biri, kendine özel bir yaklaşımla oluşturuyor programı. Resonate’in basılı programına bakar bakmaz, gündüz kuşağındaki konferansların ağırlıklı olduğu dikkati çekiyor. Zaten sayısal veriler de bunu destekliyor. Toplam 55 konuşmacının yer aldığı festivale, 30 müzisyen katıldı ve 11 atölye gerçekleştirildi.
Gündüz konferans ve atölye, akşam müzik
Müzik ve konferans olarak ikiye ayrılan programda gündüzleri görsel sanatlar, teknoloji, dijital kültür ve bunların müzikle ilişkileri hakkında bilgi alınabilecek konuşmalar ve atölye çalışmaları yapıldı. Gece programı ise, tamamen müzik etkinliklerine ayrılmıştı. Konferans ve atölyeler, Kinoteka adı verilen Yugoslav Film Arşivi’nin festival için çok uygun bir mekan olan göz alıcı binasında yapılırken, konserler için Belgrad Gençlik Merkezi (Dom omladine Beograde) ve gece kulübü Club Drugsotre olmak üzere iki temel mekan vardı. Kinoteka’da ilk iki gün bilmediğimiz bir nedenle havalandırma açılmadığından tıkabasa dolan salonda havasızlık had safhaya ulaştı ama son iki gün bu sorun giderildi. Konser mekanlarından Club Drugsotre’un kulüp ortamı ise, belki gecenin içine dalıp kendinden geçmek isteyenler için idealdi ama orada çalınan bazı müziklerin karakterine hiç uymadığı için ve gelenlerin çoğu müzik dinlemeye odaklı olmadığından yanlış bir seçimdi.
“Art and Digital” başlığı altında toplanan ilk iki günkü konuşma ve panellerin benim açımdan biraz fazla teknik kaçtığını belirtmem gerek. Her biri kendi alanında uzman kişilerin verdiği konferanslar, üniversite öğrencileri ve Sırbistan dışından gelen sektör çalışanları tarafından ilgi gördü. Ama bence sanal gerçeklik, yapay zeka, kodlama gibi alanlara meraklı olsanız bile, konuşmacıların sanki üniversitede akademik ders veriyormuşcasına teknik kalan konuşmaları, genel izleyiciyi uzaklaştıracak nitelikteydi.
Son iki gün “Müzik”, “Müzik ve Dijital” başlıkları altında gerçekleşen konferanslar, kanımca daha ilginçti. Stephen O’Malley ve Mykki Blanco’nun konferansları gibi heyecanla beklenen bazı etkinliklerin son anda iptali ise kötü bir sürpriz oldu. Stephen O’Malley’in uçağının geciktiği söylendi. Mykki Blanco ise, bir gece önce ekibinde kavgaya karışan DJ’ye yardım ettiği için göz altına alınmış. Üçüncü gün Belgrad’ın ünlü tekne şeklindeki diskosu Boat Sloboda’da yapılacak etkinlikler de havanın soğuk olması nedeniyle iptal edildi.
Tresor’un kurucusundan Yeraltı Kültürü Canlandırma Dersi
Yine de Resonate’de gündüzleri de kaçırılmayacak etkinlikler de vardı. Berlin’in efsane tekno kulübü Tresor’un ve Berlin Atonal festivalinin kurucusu Dimitri Hegemann’ın unutulan mekanların gücü, Detroit ile Berlin’de yeraltı kültürünü canlandırma deneyimlerine dair anılarını dinlemek bir kazançtı. Besteci, prodüktör, şair, feminist ve aktivist AGF’nin Hailuoto adasında doğada ve çocuklarla yaptığı elektronik müzik kayıtlarının ve baskı altına alınan kadınların sesini duyurmak amacıyla yaptığı feminist çalışmaların ayrıntılarını öğrenmek çok keyifliydi.
Festival kapsamında ayrıca, Red Bull Music Academy’nin sponsor olduğu Crackmusic Demoparty adı altında bir etkinlik de gerçekleşti. Müzikseverler ile modüler syhth meraklılarını, IDM prodüktörlerini, profesyonelleri ve amatörleri buluşturan bu parti, herkese yönelik bir müzik üretim etkinliğiydi. Öğlen saat 12:00’da başlayan etkinliğe katılanlar setkiz saat boyunca çalışarak bilgisayarlarıyla birer parça yarattı. KC Grad adlı mekanın üst katında bu faaliyet devam ederken, alt katta “Alternative Futures: Istanbul Talks” adlı bir panel de yapıldı. Türkiye’den Alican Okan, Ebru Yetişkin, Gizem Renklidağ, Pınar Akkurt, Candaş Şişman, Nerdworking ve Cihan Çankaya’nın katıldığı panelde konuşmacılar, görsel ve dijital sanat alanında yaptıkları çalışmaları Türkiye’den örneklerle anlattılar.
Lawrence Lek’in büyüleyici filmi “Geomancer
Benim için gündüz kuşağında kayda değer olan etkinliklerden birisini Lawrence Lek gerçekleştirdi. Multimedia sanatçısı Lek’in gerçek ile sanal olanı buluşturarak algılarımızı etkileyen bilgisayar ürünü müthiş filmi Geomancer’i baştan sona izlemek önemli bir kazanım oldu benim için. Yapay zekanın yaratıcı uyanışını olağanüstü görüntüler ve derin bir felsefi altyapı ile sundu Lek.
Festivalde Öne Çıkan Performanslar
Lee Ranaldo
Sonic Youth’un gitaristi Lee Ranaldo, festivalde solo albümlerinden örnekler içeren akustik bir konser de verdi ama benim aklıma kazınan performansı Kinoteka’daki deneysel gitar performansı oldu. Ranaldo, gitarı daha önce hiç görmediğim şekilde tavandan sarkan bir ipe asarak bir yay ile çaldı; havada bir o yana bir bu yana sallanan gitarın mekanla ilişkisini yeniden tanımlayarak, kullandığı efektlerle birlikte onu adeta bir kontrbasa çevirdi. Sadece dünyanın en iyi gitaristlerinden birinin bu muazzam anlarına tanıklık etmek için bile Resonate’e gidilirdi. Bugüne kadar gördüğüm en etkileyici müzik performansları arasına girdi bile.
Anna Von Hausswolff
Geçen yıl Le Guess Who? Festivali’nde ilk kez canlı dinlediğim günden beri ikinci deneyimi yaşamayı bekliyordum. Resonate performansı da diğeri gibi, Hausswolff’un altodan sopranoya geçen ses değişimleriyle insanda yoğun duyguları harekete geçiren sarsıcı bir etkileşimdi. Altı kişilik ekibiyle kırmızı ışığın altında klavyesine kapanarak kimi zaman gitar drone’ları eşliğinde çığlıklar atan, kimi zaman da karanlık folk ve art pop tınılarını usulca söyleyen Hausswolff’un müziği, saf ama vahşi bir ruha, etkileyici bir deneysel karaktere sahip. Hiç bitmesin istediğim bir konserdi.
Biosphere
Norveçli elektronik müzik prodüktörü Biosphere, loop’lar ve bilim kurgu tarzı sample’larıyla “arctic ambient” denilen türün başarılı bir temsilcisi. Resonate performansı sırasında çaldığı müzik de video ekranda yayınlanan Uzay Yolu görüntüleriyle tam bir uyum içindeydi. Ambient tekno, ambient house, drone, tekno gibi çeşitli türleri barındıran, çok ustalıkla kurgulanmış bir set çaldı Biosphere. Ancak yazının başında da belirttiğim gibi Club Drugsotre, müzik dinlemek için değil, konuşup gülmek için gelmiş bir kitleyle doluydu ve açıkçası Biosphere’in o şahane müziğine çok yazık oldu.
WoO
Gitarist Vukasin Djelic, 1990‘larda noise rock grubu Off ile yaptığı çalışmalardan sonra elektro gitarıyla tek başına kaset kayıtları yapmaya başlamış. Rastlantı sonucu cep telefonları, kumanda aletleri, fotoğraf makinesi, CD gibi eşya ve aletlerin de analog ve elektronik müzik üretiminde kullanılabileceğini keşfetmiş. 2000’li yıllarda geliştirdiği WoO projesiyle ambient, caz, folk gibi farklı türleri içeren kayıtlar yapıyor. Resonate’de tek başına gerçekleştirdiği performansında gitarı klasik ve yatay şekilde farklı pozisyonlarda değişik tekniklerle çalarak deneysel yaklaşımını sergiledi; enstrümanının sınırlarını zorlayan bir virtüöz olarak ufuk açıcıydı.
Vvhile
2011’de Belgrad’da kurulan grup, ilk başlarda punk rock türü müzik yaparken daha sonra deneysel bir sounda yönelmiş. Resonate’de gitar ve davul ile müthiş enerjik bir set sundu ikili. Kimi zaman Joy Division’ı da andıran basın ön planda olduğu bir post-punk tarzı öne geçti, kimi zaman da noise ve deneysel pop unsurlarını da işin içine katan daha farklı bir sound. İzleyici kitlesini harekete geçiren enerjik performansları gerçekten takdiri hak ediyor. 2014’te ilk albümleri yayınlandı, ikincisi bu yıl bekleniyor. Takibe almakta fayda var!
Nemanja Aćimović
Bateri setiyle doğaçlama tekno soundunu yaratan Aćimović, 90‘larda alternatif rock grubu Jarboli’de yer aldıktan sonra solo çalışmalara yönelmiş. Belgrad bağımsız sahnesinin önde gelen davulcularından birisi olarak tanınıyor. Sahnedeki doğaçlamaları sırasında keşifler yaparken sanatsal açıdan cesur bir yaklaşım sergileyerek müziğini geliştiriyor. Resonate’de Dom omladine Beograde adlı mekanda çalmaya başladığında sakin sakin oturan kitleyi ayağa kaldırıp, mekanı bir dans kulübüne çevirdiğine tanık olduk. Çok dinamik bir şekilde ve tek bir analog enstrümanla nasıl tekno yapılır görmek isteyen varsa Nemanja Aćimović’i izlesin.
Yuri Landman
Resonate’in basılı resmi programında yer almamasına karşın güzel bir sürpriz olarak Yuri Landman’ın performansını izledik. Hollandalı müzisyen, Lee Ranaldo, Liars, Finn Andrews, Lou Barlow, Liam Finn’in de aralarında olduğu birçok isme özel deneysel elektronik yaylı çalgı yapmış. Bazı gruplarda bas ve elektro gitar çaldıktan sonra, diğer müzisyenler için deneysel enstrümanlar yapmaya ve okullarda müzikoloji dersleri vermeye odaklanmış. Resonate kapsamında Club Drugsotre’nin içindeki ufak bir salonda, pet şişeler, oyuncak bebek, matkap gibi alışılmadık eşyaların da bulunduğu bir ekipmanla yarattığı müziği dinlemek ilginçti. Sürekli tekrar eden müziğin bir süre sonra bir enstalasyon mantığı içinde kurgulandığını düşündürdü bana.
Alba C. Corral + Regen
Resonate’de gerçekleşen yaratıcı işbirliklerinden biriydi bu performans. Yazılım programlarını kulllanarak sanatsal yapıtlar üreten İspanyol teknolog Alba C. Corral ile Regen mahlasıyla tanınan elektronik müzik prodüktörü Milos Pavlovic ortak bir performans sundu. Kulüpteki konuşma gürültüsünü aşmak ve videodaki görüntülere odaklanabilmek için kulak zarlarımın olumsuz etkilenmesini göze alarak ön önde dinledim bu performansı. Regen’in başından sonuna kadar kusursuz bir akıcılık içinde ilerleyen müziğine yanıt olarak, Corral bir yazılım aracığıyla canlı görsel yarattı. Renklerin, çizgilerin ve şekillerin sanal dünyasına dalarken dışardaki gerçek dünyayı unutturan, insanı vakum gibi içine çeken bir deneyimdi. Sonrasında da müziğin görselliği üzerine epeyce düşündürdü beni.
Stephen O’Malley
Drone ustası O’Malley’i tamamen karanlık bir salonda kendisini hiç görmeden, sadece sahnedeki ekranda süzülen noktaların sıradışı dansı eşliğinde dinledik. Siyah beyaz videoda birbirini tekrarlayan hareketlerin bir süre sonra yarattığı hipnoz etkisi, müzikteki tekrarlarla iyi bir uyum yaratıyordu ama belki günün yorgunluğundan, belki de müzikte daha fazla dalgalanma beklediğimden, O’Malley’in deneysel drone doom performansına karşı ilgim bir süre sonra azaldı. Açıkçası yarattığı etki biraz bana uzaktı ama sanırım kesin karar vermek için bir kere daha yaşamalı o deneyimi.
[Bu yazı ilk olarak Red Bull Müzik'te yayınlanmıştır. Fotoğraflar (Biosphere ve Vvhile fotoğrafları hariç) ve videolar (Lawrence Lek ve Nemanja Acimovic videoları hariç) bana aittir. https://www.redbull.com/tr-tr/resonate-festivali-2017]
Resonate Festivali ile ilgili Vegan Logic radyo programları
Vegan Logic'i bu haftadan başlayarak iki hafta boyunca 19-22 Nisan tarihleri arasında Belgrad'da düzenlenecek müzik, sanat ve teknoloji festivali Resonate'e ayırdım. http://resonate.io/2017
Deneysel seslere meraklı olanlar yeni isimler keşfedebileceği gibi, kendi türlerinde başarı kazanmış müzisyenleri de festivalde dinleyebilecek.
1- Yves Tumor - The Feeling When You Walk Away
2- Lee Ranaldo & The Dust - Key/Hole
3- VVhile - My More (Jan Nemecek Remix)
4- Dol - Ona Film
5- Anna Von Hausswolff - Come wander with me /Deliverance
6- Biosphere - Aura in the Kitchen with the Candlesticks
Deneysel ve bağımsız müziğe hak ettiği değerin verildiği, farklı müzik türlerine odaklanan, vizyonu geniş bir festival arıyorsanız, bundan sonra yıllık plan yaparken Le Guess Who?’yu (LGW) da mutlaka göz önünde bulundurun. Hollanda’nın Utrecht kentinde düzenlenen festival, bu yıl alkışı hak eden bir programla 10. yaşını kutladı. Genel programın yanı sıra, Savages, Suuns, Wilco ve Julia Holter’ın küratörlüğü üstlendiği dört ayrı ek programla zenginleşen festival, 10-13 Kasım arasında müzikseverlere unutulmayacak bir dört gün armağan etti.
Ne yazık ki festival sırasında Leonard Cohen’ı kaybettiğimizi öğrenmenin hüznü çöktü üzerime... Benim dinlediğim hiçbir grup ya da müzisyenin onu anmamasına şaşırdım ama festival organizasyonu değişiklik yaparak “Leonard” adını bir enstalasyona yazdırdı en azından.
TivoliVredenburg gibi aynı anda beş ayrı konser düzenleme olanağı veren bir merkez olmasa, Le Guess Who? gibi bir festivali düzenlemek çok zorlaşırdı. Eylül ayında yine Hollanda’nın Tilburg kentinde izlediğim Incubate festivali de bağımsız kültüre odaklanan ve deneysel müziği ön plana çıkaran bir festivaldi; ama kentte böyle büyük bir kültür merkezi bulunmadığından, konserler farklı ufak mekanlar, galeriler, caz ve rock barlarda yapıldı. Ufak bir kent içinde mekanlar arasında gidip gelmek fazla zaman gerektirmeyebilir ama TivoliVredenburg gibi bir kültür merkezinde bu geçişler çok daha hızlı oluyor.
Ayrıca festival kavramını yaz mevsimi ile sınırlı olmaktan çıkarıp, kışın sakinleşen müzik dünyasını hareketlendiriyor. Konserlerin önemli bölümünü TivoliVredenburg içinde tutma olanağına sahip olan Le Guess Who? organizatörleri gerçekten şanslı. Bina, fuayesinde açılan poster sergisi, girişinde yer alan restoran, içindeki yeme/içme standları ile bir festivalde ihtiyacınız olan her şeyi aynı çatı altında topluyor. Akşamüstü konserler başlarken Tivoli’ye giriş yapıp, sabaha karşı çıkmanız olanaklı. Fakat vegan olarak yiyecek bulma sıkıntısı yaşadığımı da belirtmem lazım. Bana göre yiyecek alternatifleri yetersizdi.
Tivoli’deki salonlar dahil Utrecht içinde toplam 13 mekana yayılıyor LGW. Müzik türlerine uygun olarak, tiyatro, sanat galerisi gibi alternatifler de kullanılıyor. Bu farklı mekanlara yürümek, en fazla 10-15 dakika arasında zaman alıyor. Dolayısıyla festivalde ulaşım sorunu yok. Tabii dileyenler için bisiklet alternatifi de mevcut.
ODAK NOKTASI SIRADIŞI İYİ MÜZİK
LGW’da yaşadığım en önemli sorun, konserler arasında meydana gelen çakışmalardı. Festivale gitmeden önceden kendi planımı yaptığım halde, bu çakışmalar nedeniyle izlemek istediğim bazı önemli konserleri kaçırdım. Ama festivalde o kadar dolu dolu bir program vardı ki, bu sorunu yaşamayan tek bir izleyici yoktur eminim.
Le Guess Who’?ya dair bir gözlemim, farklı yaşlardan izleyici gruplarının olmasıydı. Genellikle festivallerde 20-30 yaş arası katılımcılar ağırlıkta olur; LGW bunun dışına çıkıp, bazı konserlerde 50 ve 60’lı yaşlarındaki dinleyicileri de cezbetme becerisini göstermiş görünüyordu. Bu da programın son derece yetkin bir şekilde planlanarak; sadece günümüzün yeni isimlerine değil, geçmişin iyi müzik yapan sanatçılarına da yer verildiğini gösteriyor. Bir salonda günümüz gözde elektronik grubu Beak> çalarken, diğer salonda 60’ların caz vokalisti Patty Waters sahneye çıkabiliyor ya da bir yandan tekno dinlenirken diğer yandan folk tınıları yükselebiliyor. Bana bu açıdan Tennessee’deki Big Ears festivalini hatırlattı. Çünkü programı oluştururken temel kriterleri, “popülarite” ve “belli bir yaş aralığındaki kitle” olan festivallerden en önemli farkı bu; her tür müziğe açık olan LGW’nun tek kriteri, sıradışı, deneysel ve iyi müzik. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’den de Baba Zula, Grup Ses Beats, TSU!, Gaye Su Akyol, Okay Temiz, Mustafa Özkent ve Selda’yı ağırlayan festival, farklı kültürlerden yeşeren müzikleri Hollanda’da tanıtma konusunda önemli bir işlev görüyor.
LGW’da dikkatimi çeken bir uygulama güvenlik konusundaydı. Bugüne kadar hiç aranmadan girdiğim tek festival oldu. Ne kapıda X-Ray cihazı vardı ne de çantalarımız arandı. Etrafta sadece bir kere güvenlik görevlisi gördüm. Avrupa’da son yıllarda giderek artan güvenlik endişesi henüz Hollanda’yı etkilememiş görünüyor. Aynı durum Incubate’te de vardı. Festivalin pazarlama departmanından Barry Spooren’dan öğrendiğime göre, günde ortalama 4000 kişinin izlediği festivale, dört günde yaklaşık 15 bin kişi katılıyor. Utrecht gibi 338 bin kişinin yaşadığı bir kent için azımsanamayacak bir ilgi söz konusu. Verilen bilgiye göre, bu yıl festivali izlemeye gelenlerin % 43’ü yurtdışından yabancı konuklar. 53 farklı ülkeden gelen katılımcıların çoğu Avrupa Birliği’nden ama bunun yanı sıra Avustralya, Brezilya, Japonya ve Meksika, Güney Afrika, Mısır ve Amerika’dan da festival izleyicisi gelmiş Utrecht’e.
2016'DA ÖNE ÇIKAN İSİMLER
Bu yıl LGW’ya ayırdığım iki radyo programımı önceden hazırladığım için festivale ne görmek istediğimi bilerek gitmiştim. Dolayısıyla daha önceden canlı dinlediklerime ek olarak, ilk kez sahnede gördüklerim de vardı. İzlemeyi planlamadığım halde kısa da olsa uğradığım konserler arasında birkaç tane bana hitap etmeyen performansa rastladım ama bunların sayısı çok azdı. Pita ve Beatrice Dillon, belki beklentim daha farklı olduğundan fazla keyif vermedi; Wilco, festivalde büyük ilgi görmesine karşın, müziği bana hitap etmediğinden ilgimi çekmedi. Kaçırdıklarım arasında en çok Klara Lewis, Stara Rzeka, Maarja Nuut, Idris Ackamoor & The Pyramids, Lucrecia Dalt, Delphine Dora, Oathbreaker, Pauline Oliveros, TAU, Preoccupations ve Horse Lords için üzüldüm. İçinden dört ayrı festival çıkabilecek kadar iyi bir programı olan festivalde bu kaçınılmaz ne yazık ki...
EN İYİ PERFORMANSLAR
ANNA VON HAUSSWOLFF
Photo Credit: Jan Rijk
Festivalde en çok etkilendiğim isim İsveçli vokalist, piyanist ve şarkı yazarı Anna von Hausswolff oldu. Doom metal ve progresif rock’tan izler taşıyan kendine özgü bir tür gotik avant-pop’un yaratıcısı kendisi. 2015’te yayınladığı albümü “The Miraculous”ı yeryüzünde bulunan en kapsamlı borulu orglardan biri olan, İsveç’teki Acusticum ile kaydetmiş olması bile tek başına müziğini dikkatle dinlemek için yeterli bir neden. Birçok çağrışımı içinde taşıyan bu karanlık ve kışkırtıcı müziği canlı dinlemek ise, insanı farklı bir dünyaya ışınlanmış hissettirecek kadar tutkulu.
Tivoli’nin en üst katında yer alan Cloud Nine’ı hınca hınç dolduran konseri, kalabalık yüzünden neredeyse soluk alınamayacak kadar sıcak bir atmosferde, kan ter içinde dinledik. Aşırı ilgi kelimenin tam anlamıyla izdiham yaratırken, havasız ortam garip bir şekilde müziğin içine girmemi engellemedi; aksine müzik o kadar yoğun bir etki yarattı ki içinde bulunduğum ortamın olumsuz fiziksel koşullarını görmezden gelebildim. Anna von Hausswolff’un güçlü vokalini yalın bir çıplaklık içinde duyduğumuzda yarattığı sarsıntı, müzikle kaynaştığında daha da sarsıcı oldu. Müziğin verdiği hazdan dolayı nefesimin kesileceğini sandığım anlar oldu. Destansı bir konserdi!
RAIME
Londralı ikili Raime, grime, punk, drum and bass, 80’lerin post-punk gruplarından izler taşıyan, bas ve perküsyon ağırlıklı müziğiyle son birkaç yıldır yakından takip ettiğim isimler arasında. Minimalist teknoyu enstrümantal rock ile buluşturmak için ideal tarif verilecek olsa Raime dinleyin demek yeterli olabilir. Bu yılın en iyi albümlerinden birisi olan “Tooth”u konserde gitar ve davul eşliğinde canlı dinlerken karanlık gecelerin tekinsiz sokaklarda dolaştık adeta. Müziğin yarattığı yalın ürpertinin ruhumdaki karşılığı aynı derecede yoğundu. Ne yazık ki 40 dakikalık performans çok kısaydı.
MARIO BATKOVIC
Savages’ın küratörlüğünü yaptığı programda yer alan Mario Batkovic, Bosnalı bir akerdeon sanatçısı ve besteci. Geoff Barrow’un duyar duymaz etkilenip sahibi olduğu Invada Records bünyesine kattığı müzisyen, enstrümanını geleneksel tarzın dışında kullanıp farklı sesler yaratan müthiş bir yetenek. Batkovic, 15. yüzyılda inşa edilen büyük bir gotik kilise olan Janskerk’de verdiği konserde ruhları yüceltti dersem abartılı olmaz. Batkovic’i dinlerken, bir virtüözün nasıl enstrümanının sınırlarını zorlayıp alışılagelmiş seslerin dışına çıkabileceğini hayranlıkla izliyor insan. Akordeondan yer yer kulağa adeta yankı gibi gelen, düşük tonda deforme edilmiş sesler çıkarken, an geliyor tuhaf bir analog synthesizer gibi duyuluyor. İlk kez canlı dinleyip hayran olduğum Batkovic, festivalde tam not aldı.
CIRCUIT DES YEUX
Haley Fohr’un deneysel folk projesi Circuit des Yeux, festivale gitmeden önce radyo için hazırladığım Le Guess Who? seçkimde de yer alan bir isimdi. Mario Batkovic gibi o da Janskerk adlı gotik kilisenin görkemli atmosferinde çaldı. Elinde gitarı ve ayağının ucundaki efekt pedallarıyla, son derece sarsıcı bir performans sergiledi. Dramatik orkestral ve atonal gürültülerle zenginleşen müziği gerçekten hipnotize edici. İçinde müthiş bir enerji, korku, aşırı bir duyarlılık ve büyüleyici bir etki var. Vokali tek başına zaten müthiş güçlü ama bu derinlikli müzikle buluşunca fiziksel olarak da yaşanacak bir deneyime dönüştü canlı performansı.
OLIVER COATES
İngiliz çellist Oliver Coates’u isim olarak tanımayanlar bile çalışmalarını bugüne kadar bir şekilde duymuş olabilir. Radiohead’in son albümü “A Moon Shaped Pool”daki yaylı düzenlemelerine ek olarak Jonny Greenwood ve Mica Levi ile yaptığı işbirlikleri mevcut. Bu yıl yayınladığı ikinci solo kaydı “Unstepping”de elektronik düzenlemeleri deep house, tekno, ambient ve minimal dans tınılarıyla iç içe geçirip, çellosuyla yarattığı distorsiyonlar ve ses deneylerini de işin içine katıyor. Sahneye başında kırmızı bir kasket, üzerinde siyah tişört ve siyah pantolonla çıkan bu sade ve minyon genç müzisyen, konserde bir deve dönüşüp harikalar yarattı. Önce çellosuyla Bach çalarak klasik bir giriş yaptı ve sonra ayağa kalkıp masanın üzerindeki elektronik aletlerin yanına gitti. Klasik müziği tekno ile, akustiği elektronikle buluşturma tekniği dahiyaneydi. Arkasındaki dev ekran aracılığıyla dinleme deneyimini görsel bir şova dönüştürdü; Coates’un olağanüstü besteleri eşliğinde Londra metrosu ve insansız kent görüntüleriyle farklı bir gerçekliğin içine daldık.
ARNOLD DREYBLATT
Amerikalı besteci ve görsel artist Arnold Dreyblatt için “Amerikan minimalistlerinin en rock temelli olanı” ifadesi kullanılır. Kontrbasın üzerine yayla vurduğunda çıkan neredeyse metalik sesler sayesinde, modern elektronik minimalizmin ne kadar hipnotize edici olabileceğini gösterdi. Bestelerinin odak noktasını tonu alçalıp yükselen alışılmadık sesler oluşturduğundan dinlemesi çok keyifli ve ilginçti. Dreyblatt’ın kendi geliştirdiği çalma tekniğiyle yarattığı ritmik çeşitliliğe şapkamı çıkardım. Le Guess Who?’da ufkumu geliştiren performanslardan biriydi. Çıt çıkarmadan dinledi herkes. Avangartın daima “sıkıcı” anlamına gelmediğinin kanıtı gibiydi Arnold Dreyblatt.
PHURPA
LGW’da tesadüfen keşfettiğim gruplardan biri oldu Phurpa. Yoğun program içinde nadir kalan boşluklardan birinde bir süre dinleme olanağı bulduğum için kendimi şanslı saydım. Alexei Tegin’in başını çektiği bir müzikal kolektif ve performans grubu olan Phurpa’nın etkisini anlamak için mutlaka canlı dinlemek gerek. Tibet’in en eski Budist geleneği Bön’ün müziğinden esinlenen grup, onların eski enstrümanlarını çalıp tantra şarkı söyleme tekniklerini kullanıyor. Salona girdiğimde geleneksel kostümler içindeki müzisyenlerin çıkardığı, sanki yer yarılıyormuş gibi gürüldeyen sesleri duyunca bir süre afalladım ama ardından bunun müzikten öte insanın içindeki gücü dışarı vurma ritüeli olduğunu fark ettim. Konserden öte metafizik bir deneyimdi.
BO NINGEN
Birkaç yıl önce Rough Trade müzik dükkanındaki dinleme konsolunda keşfedip izlerini bugüne kadar sürdüğüm Bo Ningen’i sonunda Utrecht’te yakaladım. Londra’da yaşayan dört Japon öğrencinin kurduğu noise rock grubu, sahneye punk enerjisini taşıyarak dinleyici kitlesini tek kelimeyle tutuşturdu. Cayır cayır inleyen gitarlar ve gümbür gümbür patlayan davul zemini titretirken, salonda pogo dansının yarattığı kargaşa hiç bitmedi. Grup elemanları, üzerindeki törensel sahne kostümleri, yüzlerini tamamen kapatan uzun saçları ve kalem gibi incecik bedenleriyle bir film sahnesinden fırlamışa benziyordu. Taigen Kawabe’nin Japonca sözleri, temposu hiç düşmeyen müziğe ayrı bir ivme kazandırırken, sahneyi ve salonda dinleyiciler arasında olanları balkondan izlemek bir ayine tanık olmak gibiydi. Günümüze 70’lerin sarsıcı punk enerjisini space rock ile buluşturup sahneye bu kadar başarılı taşıyabilen grup fazla yok; Bo Ningen’e saygılar!
SAVAGES
Altıncı kez canlı dinlediğim Savages, bu defa da şaşırtmadı ve her zamanki gibi salondaki her bir dinleyiciyi tek tek tam yakasından yakalayıp silkeledi. Jehnny Beth, kuşkusuz günümüzün en iyi grup liderlerinden birisi. Öylesine çekici ve hükmedici bir duruşu var ki, kayıtsız kalmak pek olanaklı değil. Sahneden seyircilerin üzerine atladığı anlarda salondaki heyecanı doruk noktasına çıkaracağını, onların gözlerinin içine bakarak şarkı söylediğinde şovu ele geçireceğini çok iyi biliyor. Savages’ın müziği de, grup yıllar içinde büyüyünce daha büyük salonlara uyarlandı; artık neredeyse stadyum konseri yapabilecek düzeye geldiler. Müzik bugün de post-punk’ın karanlık sularında dolanıyor ama Jehnny Beth artık Ian Curtis gibi değil; sahnede mikrofonun önünde durup sabit bakışlarla şarkı söylemiyor. Savages’ı ilk kurulduğu zamandan beri izliyorum ve bir kişisel görüş olarak şunu söylemek istiyorum: Electrowerkz’de sahnenin hemen dibinde durarak dinlediğim ama herkese aynı uzaklıkta duran, daha agresif Savages’ı özlüyorum. Bu Le Guess Who?’daki performansları iyi değildi anlamına gelmiyor; aksine ertesi gün herkesi kendilerinden konuşturacak kadar iyilerdi ama Savages’ın o ilk yıllardaki müziği ve duruşu bana daha yakındı.
SWANS
Elbette festivalin en çok ilgi gören gruplarından birisiydi Swans. Özellikle şu andaki kadronun bu turneden sonra dağılacağını bilenler konsere akın etti. Michael Gira ve ekibi, 15 yıllık Swans macerasını noktaladıkları bu turnede, bir kez daha kulak zarlarını titreştirip salonda deprem etkisi yarattı. Grubu birkaç yıl önce İstanbul Salon’da dinlediğimde kulaklık takmama karşın daha çok zorlanmıştım; LGW’da sanırım daha büyük bir salon olması nedeniyle sesin yüksekliği pek sıkıntı yaratmadı. Michael Gira’nın müziğin gücüne kapılıp bedenini tamamen serbest bıraktığı anlarda girdiği trans hali görülmeye değerdi. Swans’ı özleyeceğiz; farklı bir kimlikte yeniden dünyaya geleceğine inanıyorum ben.
JUNUN
Festivalin kapanışını yapan Junun, İsrailli besteci Shye Ben Tzur ile Radiohead’in gitaristi Jonny Greenwood’u aynı sahnede Rajasthan Express ile buluşturdu. Kuzey Hindistan foklorundan farklı gelenekleri temsil eden müzisyenlerden oluşan ekip, neşeli raga melodileri, davul/perküsyon vuruşları ve caz esintileriyle müthiş eklektik bir müzik yapıyor. Bu tür müziği sevip sevmemek çok da önemli değil onları dinlerken; sahneye yansıttıkları yaratıcılık, saygı duyulacak bir vizyon. Dinleyiciler sürekli adını bağırsa da geri planda durmaya özen Jonny Greenwood’un ağırbaşlı varlığı ve böyle bir projenin ortaya çıkmasına yaptığı katkı takdirlik. LGW’nun kültürlerarası diyaloğu müzikte ortaya koyan bir proje ile kapatılması ise, hem verilen mesaj hem de salondaki herkesi dans ettirmesi nedeniyle alkışı hak ediyor. Festivali bol tezahürat ve coşku içinde sona erdirmek için herhalde daha iyi bir seçenek bulunamazdı.
JHEREK BISCHOFF
Multienstrümantalist, besteci, aranjör, prodüktör ve şarkı yazarı Jherek Bischoff, bu yıl yayınladığı “Cistern” adlı albümüyle dikkatleri epeyce çekti. Washington’da bir parkta yer altında bulunan dev bir su tankının içinde kaydetmeye başladığı albüm, müthiş ses yankılanmaları ve derinliği ile esin verici bir deney. O boşluk içinde el çırptığınızda yankısı 45 saniye sürüyormuş. Bu müziği sahneye canlı nasıl yansıtacağını gerçekten merak ediyordum ve yanıtımı aldım. Yeni tanıştığını söylediği yerel müzisyenlerle sahneye çıktı Bischoff. Onlar yönlendirirken adeta bir orkestra şefi edasındaydı. Sürükleyici melodik atmosferi senfonik düzenlemelere bağlayan müzikal bir macera gibiydi konserin akışı.
İLGİYİ HAK EDEN PERFORMANSLAR
SCOTT FAGAN
1960’larda saykedelik folk hitleriyle tanınan Scott Fagan, çok ilgili olduğum bir türde müzik yapmasa da, onu bu ilk Avrupa turnesi kapsamında canlı dinlemek kaçırılmayacak bir fırsattı. 1968 tarihli derinlikli folk-rock şaheseri “South Atlantic Blues”, geçen yıl yeniden düzenlenerek tekrar yayınlandı. Folk şarkılarını, R&B, caz ve Karayip ritimleriyle dokuyan deneysel müzik teknikleriyle o dönemde elbette hassas ruhları ve kulakları derhal yakaladı ama Scott Fagan hiçbir zaman star olmadı, gizemli bir şekilde adı kuşaklara aktarıldı. 71 yaşındaki müzisyen, Le Guess Who?’da şarkı aralarında bol bol anılarından söz ettiği, espriler yaptığı performansıyla büyük ilgi gördü. İzleyici kitlesinde doğal olarak kendi yaşıtı insanlar da vardı; onlar için Fagan’ı görmek muhtemelen nostaljik bir etki yaratmıştı ama günümüz gençleri de onun yaşlanmayan sesini duymanın zevkini yaşadı. Güzel konserdi.
LONNIE HOLLEY
Folk art’ın önde gelen temsilcilerinden Lonnie Holley, Alabama’da 27 çocuklu bir ailenin 7. çocuğu olarak dünyaya gelen Afrikalı Amerikalı bir sanatçı. Kendisinin söylediğine göre, onu evlat edinen kadın, 4 yaşındayken Holley’i bir şişe viski ile değiştirilmiş ama o bu zorlu hayatla mücadelesini sanatı sayesinde sürdürmüş. Çevresinde çöp ya da mezarlarda bulduğu doğal materyallerle resim ve heykeller yapan Lonnie Holley, canlı performanslarında bulunduğu ortama uygun doğaçlama sözlerle şiirsel bir atmosfer yaratıyor. Klavyeyi yanlamasına tuttuğu eliyle ilginç bir üslupla çalarken, sahnede tek başına bir halk ozanı gibi içinden geçenleri dinleyicisiyle paylaşıyor. LGW’da da klavye efektleriyle, herhangi bir türe dahil edilemeyecek, klasik şarkı kurgusundan uzak, belirli bir melodisi olmayan kendine özgü bir müzik icra etti.
ALESSANDRO CORTINI
Photo Credit: Tim van Veen
Alessandro Cortini’yi üçüncü kez ama bu defa Avanti adını verdiği yeni performansı ile izledim. Hayranı olduğum analog synthesizer odaklı müziği ile uzun süredir ilgi alanımda kendisi. Berlin Atonal ve Moogfest performanslarında daha karanlık ve daha sert bir sound vardı. Bu defa ambient melodileriyle donatılan performansıyla geçmişe dönük nostaljik duygular uyandırdı. Videoda gösterilen kendi çocukluk ve aile görüntüleri, o performansın çok daha kişisel bir boyutu olduğunu anlatıyordu. Analog syhth uzmanı Cortini’yi canlı dinlerken onun önünüzde açtığı yeni bir atmosfere dalıyorsunuz. Her kentte, her durumda bunu başarıyor. Performansın bir bölümü aynı binadaki Junun ile çakıştığından Cortini performansına gelenler fazla kalabalık değildi ama dinleyenler de halinden memnundu.
FENNESZ
Fennesz’in gitarını eline alıp elektronik setinin başına geçtiğinde nasıl harikalar yarattığına birçok defa tanık oldum. LGW’da da bekleneni yaptı ve yarattığı atmosferik gitar drone’larıyla, ifade yerindeyse, herkesi kendinden geçirdi. Sadece 35 dakika kadar çaldı; tadımlık gibi kısa geldi hepimize. Ama sonunda çekinerek de olsa yanına gittiğimizde, fotoğraf gülümseyerek fotoğraf çekmemize olanak tanıdı. Festivalin en güzel anısı olarak kazancımız oldu!
BASSEKOU KOUYATÉ & NGONI BA
Yazın İstanbul Caz Festivali’nde Damon Albarn ile birlikte sahneye çıkan usta müzisyenin Ngoni Ba adını verdiği ekibiyle birlikte Le Guess Who?’daki performansı beklendiği gibi çok eğlenceliydi. Malili müzisyene “ ‘ngoni’nin Jimi Hendrix’i” denmesi boşuna değil; Batı Afrika’nın geleneksel yaylı enstrümanı ngoni üzerindeki hakimiyetini, bugüne kadar hem kayıtlarında hem de sahnede kanıtlamış durumda. Kouyaté’nin eşi Amy Sacko’nun vokaliyle canlanan hareketli Afrika ritimleri, Tivoli’nin büyük salonunu ayağa kaldıracak kadar güçlüydü.
WRANGLER
Photo Credit: Jan Rijk
Müzik tarihinin en esin verici elektronik gruplarından Cabaret Voltaire’in kurucularından Stephen Mallinder, folk müzik grubu Tunng üyesi Phil Winter ve prodüktör Benge’nin kurduğu Wrangler, gece geç bir saatte Tivoli’nin içindeki Pandora adlı salonda çaldı. Savages’ın konserinde tavan yapan enerjiyi, onun hemen ardından eski synthesizer’lar ve elektronik davulla kurgulanan müziğe yöneltmek zor olmadı. Üçlünün krautrock ve teknodan da izler taşıyan müziği, vokal kullanımıyla sınırları zorlayan bir karakter kazanıyor. Dinamik ritimleriyle dans etmek için ideal bir ortam yarattı Wrangler; karanlık tonlar gecenin ilerleyen saatlerine oldukça iyi uyum sağladı.
ELZA SOARES
Le Guess Who? festivalinin en takdir edilecek yanlarından birisi, farklı kültürlerden protest şarkıcılara yer vermesi. Geçmişte Selda Bağcan’ı ağırlayıp o canlı performansı plak olarak yayınlayan festival, bu yıl Brezilyalı protest samba şarkıcısı Elza Soares’i konuk etti. Soares, ülkesinde uzun yıllardır cinsiyet, ırk, sınıf ve cinsel tercih odaklı ayrımcılığa ve baskıya karşı duran güçlü bir ses. Çoğu kişinin merakla beklediği konser, Tivoli’nin büyük salonunu tamamen doldurdu. Sahneye konulan yüksek merdivenlerin üzerindeki koltuğa taşınarak yerleştirilen 79 yaşındaki Soares, tüm konser boyunca oturarak şarkı söyledi. Caz, soul, dub, funk, bossa nova, rock gibi pek çok farklı tarzdan izler taşıyan müziği ve çatallı sesi herkes için aynı derecede çekici olmayabilir ama böyle ikon statüsünde bir müzisyeni canlı dinlemek önemliydi. Abartılı saçı, makyajı ve kostümüyle en ufak bir ayrıntıyı ihmal etmeyen tam bir diva görünümündeydi sahnede. 21. yüzyıl Brezilya müziğinin bu özgün temsilcisine programda yer vermesi, kanımca Le Guess Who?’ya büyük değer kattı.
LAUREL HALO
Bu yıl Moogfest’in açılış partisinde dinlediğimde çaldığı sete hayran olmuştum. Çok farklı müzik türlerini kaynaştıran, özenle seçilmiş sample’lar ve loop’larla süslenen, son derece usta şarkı geçişleriyle bağlanmış, çok esin verici bir setti. IDM’den bossa nova’ya kadar içinde ne ararsanız bulabileceğiniz çok boyutlu müziğiyle herkesi dans ettirmişti. LGW’da ise minimal tekno odaklı daha yalın bir seti tercih etmişti. Moogfest’te arkasındaki büyük ekranda yer alan muhteşem görsellerin de katkısıyla görsel-işitsel bir şova dönüşmüştü performansı. LGW’da öyle bir ekran yoktu; fazla göz alıcı olmayan bir ışık tasarımı kullanıldı. Her iki performansı da kendi içinde değerlendirildiğinde başarılıydı ama kıyaslama yapmam gerekirse Moogfest’teki ses çeşitliliğini unutamadığımı söylemem gerekir.
WILLIAM TYLER
Festivalde ilk izlediğim müzisyen, Tivoli’nin en büyük salonunda çalan William Tyler oldu. Sahnenin ortasında elinde gitarı ve önünde efekt pedallarıyla tek başına durmuş, sanki evinin bodrumunda çalıyor gibiydi. Indie folk ve pop rock arasında gelişen sürükleyici müziği, iyi çalındığında gitarın insan yüreğinin en iyi tercümanı olabileceğini gösterdi.
Bütün bunların dışında kısa sürelerle girip çıktığım performanslar da oldu ama bahsetmiyorsam bilin ki pek etkilenmemişimdir. Sonuçta şunu söyleyebilirim ki, Le Guess Who? farklı sesler keşfetmek isteyen, deneysel müziğe açık vizyonu geniş müzikseverler için ideal bir festival. Ben şimdiden gelecek yılki programı merak ediyorum!
(Bu yazı ilk olarak Red Bull Müzik'te yayınlandı. http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331830035955/zulal-kalkandelen-le-guess-who-festivalini-yazdi )
(Videolar ve fotoğrafçının adının belirtildiği dışındaki festival fotoğrafları bana aittir.)