Roxy Music etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Roxy Music etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2013 Cumartesi

HINÇLA MÜZİĞE DEVAM



© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 19 Ocak 2013



1980 ve 90’lı yıllarda Britanya’daki alternatif müziğin önde gelen gruplarından Cocteau Twins, dünya çapında çok sayıda insanın hayatında yeri doldurulamayacak bir iz bıraktı. Ne Elizabeth Fraser’ın muhteşem vokali unutuldu, ne de grubun kurucusu Robin Guthrie’nin insanın içine işleyip iz bırakan gitar tınıları...

Grup, 1997’de dağıldı ama Guhtrie, solo kariyerini sürdürdü, albümler yayınlayarak ambient ve dream pop’un enstrümantal ses evreninde bize yepyeni hayal dünyaları kurdu. 

2011'de Dead Can Dance'den Brendan Perry ile turneye çıktığında İstanbul'a uğrarlar belki diye çok heveslenmiştim ama olmadı. Sonunda İstanbul'a geleceğini geçen sonbaharda öğrendim. O günden beri de içimde ayrı bir kıpırtı var. Kasetlerden, plaklardan, CD'lerden, MP3'lerden, radyodan dinlediğim müzikleri ilk kez canlı çalınırken dinleyeceğim. Anılarım canlanacak; hem üzüleceğim hem sevineceğim. O müzikleri yaşayacağım! Birkaç ay önce yeni solo albümü "Fortune"u yayınlayan Guthrie'nin kendi adını taşıyan üçlüsüyle birlikte İstanbul'daki ilk konseri 19 Ocak'ta Borusan Müzik Evi'nde gerçekleşecek. 

Yılın en heyecan verici konserlerinden birinden önce Guthrie’yi Fransa'daki evinden telefonla arayıp sohbet etme olanağı buldum. Bunca yıldır röportaj yaparım; ikinci kez röportajdan sonra teşekkür maili aldım. 40 dakika süren konuşmamız boyunca son derece alçakgönüllü ve samimiydi Robin Guthrie. Bazen bazı müzisyenlerle konuşunca, yaptıkları müzik ile yansıttıkları kişilik arasında paralellik kuramazsınız, bu kez öyle değildi; Guthrie'nin müziği de kendisi gibi çok samimi ve naif. Onunla konuşmak büyük bir zevkti.



İstanbul'da ilk konseriniz ama daha önce hiç geldiniz mi kente? 

İlk kez geleceğim İstanbul’a. Daha önce ne turnede geldim ne de turistik olarak ziyaret ettim. O nedenle heyecanlıyım.

Bir süredir Robin Guthrie Trio olarak konserler veriyorsunuz. Nasıl gidiyor? 

Şu ana kadar toplam 20 kadar konser verdik. Biliyorsunuz zaman zaman farklı müzisyenlerle işbirliklerimiz oluyor. Klasik anlamda bir grup olarak anılmak istemiyoruz aslında. Arkadaşlarımın diğer projelerine saygı duyuyorum, ben de farklı çalışmalar yapıyorum. Davulcumuz Finlandiya’dan, bas gitaristimiz Avustralya’dan. O nedenle pek sık bir araya gelemiyoruz.

Uzunca bir süredir Fransa’nın kuzeyinde yaşıyorsunuz. Orada hayat nasıl?

Çok yavaş, sessiz. Ailemle 10 yıldır burada yaşıyoruz. Daha önce Londra’daydım. 

Londra’yı özlüyor musunuz? 

Hayır, hiç özlemiyorum. Çok fazla İngiliz (British) var orada. New York, Paris ve Tokyo’yu özlüyorum ama Londra’ya bir düşkünlüğüm yok. Dünyada merak ettiğim bir sürü yer var. Bazen İngiltere’yi aradığım zamanlar oluyor; mesela iyi bir İngilizce kitap almak istediğimde... Fransa’da sürekli Fransızca konuşmak zorundasınız. Bazı yiyecekleri özlediğim de oluyor ama sonuçta ben Avrupalı’yım; kendimi İngiliz diye nitelendirmiyorum.

Yeni albümünüz “Fortune” çok güzel. Siz kutluyorum ve bir dinleyici olarak teşekkür ediyorum. Albüm adı için bu kavramı tercih etmenizin nedeni neydi?

Son 30 yıldır hayatımı müzik yaparak kazanıyorum. İstediğim işi yaparak bunu sağlayabilmem büyük bir talih. Yaşarken kontrolümüzde olmayan birçok şeyi şans eseri bize sağlıyor hayat. Albümü yaparken gitarı çalabilme şansına sahip olduğumu düşünüyordum. Bu, hayatı hem çok kırılgan hem de ilginç kılıyor.

Çok dokunaklı, sıcak ve melodik bir müzik yapıyorsunuz. Gitar çalışınız bana Vini Reilly’i hatırlatıyor; siz gitar çaldığınızda ortamda farklı bir atmosfer oluşuyor, dinleyenin ruh aleminde özel duygular yaratıyorsunuz. 

Benim akademik bir müzik eğitimim yok. Vini Reilly ile benim aramdaki fark şu: Onun çok daha ilginç, çok daha etkileyici bir tekniği var. Gitari bir gitarist gibi çalabilir; ben öyle çalamıyorum, sadece kendi yöntemimi biliyorum. Bazı insanlar bir başkasını gitar çalarken dinler, şarkı hoşuna gider ve akorları çıkarıp kendisi de çalmaya başlar. İlk zamanlarda gençken çevremdeki bazı arkadaşlarım da öyle yapardı. Ben bunu hiç yapamadım. Bir grupta olup müzik yapmak istedim. Elektronik aletler ve sound konusunda çok fazla bir bilgim de yoktu.  Tek istediğim gitarımdan çıkan soundun farklı olmasıydı. Sonuçta basit bir enstrümanı çok daha ilginç bir hale getirmek için bana bunu öğretebilecek insanlardan, aletlerden yararlandım. 


Bence başardınız. Sizin gitar çalışınızı hemen tanırım; çünkü farklı. İlk gençlik yıllarınızda beğenip etkilendiğiniz bir gitarist var mıydı? 

O dönemlerde gitaristlere karşı çok büyük merakım olduğunu sanmıyorum. Bir grupta davul çalmayı hep istemiştim ama davul setim yoktu. Bas gitar çalmak istedim ama o da yoktu. Ağabeyimin çalmadığı bir gitarı vardı; onu ödünç alıp gitar çalmaya başladım. Ben müzik dinleyip yapmaya 70’lerde başladım. 10-13 yaş dönemiydi. O yıllardaki rock müzikten, Pink Floyd, Genesis gibi gruplardan pek hoşlanmıyordum. Çocuktum, 10-13 yaş dönemiydi. ABBA, T-Rex, David Bowie, Roxy Music’i seviyordum. Pink Floyd’un 70’lerde yaptığı müziği daha sonra 1990’larda keşfettim. Punk rock’ın doğuşu gitar çalmamda etkili oldu. O da müzikle ilgili değildi, kendine güvenini kazanmaya çalışan bir gencin çabasıydı. O aşamadan sonra 1960’larda rock müzik yapan gruplara eğilmeye başladım.

Gitarın müziğinizde rolünü bir metaforla açıklamak isteseydiniz ne derdiniz?

Benim duygularımla hoparlörler arasındaki bağ derdim. Metaforlar konusunda çok iyi değilim, bilmiyorum. Benim yaptığım bütün müzikler duygusal, fazla düşünsel bir niteliği yok; müziğim hakkında kafa yorup ona entelektüel bir özellik katmaya çalışmıyorum. Şarkılarımın insanlarda mutlu ya da hüzünlü hisler uyandırmasını seviyorum. Gitarımı bu hisleri yansıtmak için kullanıyorum. Kitap, şiir ya da şarkı sözü yazma gibi bir yeteneğim olsa bunları yapardım. Yaptığım müzik, içimdeki hisleri aktarmak için kullanabildiğim tek yol. 

Enstrümantal müziğin içine bir kez dalmayı başarırsanız önünüzde kocaman yeni bir dünya açılıyor.

Benim yaptığım bütün müziklerin kaynağı yaşanan deneyimler. Oldukça soyut olgular bunlar. Benim müziğimi ya da başka enstrümantal müzikleri dinleyenlerin, gerçekten yorumlayabilmek için müziğin bir parçası olması gerektiğine inanıyorum. Onlara işin içine kendi duygularını katmaları için gereken özgürlüğü veriyorum. Morrissey gibi sözler yazabilseydim, dinleyiciler şarkıları benim istediğim gibi yorumlardı. Enstrümantal müzikte kendi hayalgücünüzü kullanmak için daha fazla olanağınız var. Bu nedenle filmler için yapılan müzikleri de seviyorum. Son 2 yıldır yaptığım albümler sırasında kendimi yoğun bir hayal dünyasının içinde buldum. Müziklere o kadar bağlanıyorum ki duygusal açıdan yorgun hissediyorum. “Bu benim sadece işim” diyemiyorum. Bazı şarkılarım çok hüzünlü. Onları yazarken kendimi müziğe tamamen açıyorum. O şarkılar beni, hayatımda olanları yansıtıyor.

Şarkı sözleri bazı insanlar için bir tür konfor sağlıyor. 

Bazı insanların hayal gücü geniş, bazılarınınki çok sınırlı. Bazıları yaşar, bazıları olanı takip eder. Herkese hitap edecek müzik yapmak olanaklı değil; kendim için yapıyorum ilk olarak, geri kalan herkes sonradan gelir. Ben bu konuda korkunç derecede bencilim. Müzik yaparken onu başkaları dinler mi, sever mi diye hiç düşünmem. Ben kendimi müzisyen olarak da tanımlamıyorum; daha çok sanatçı olarak görüyorum. Bir fotoğrafa ya da resme bakmak gibi..

Blixa Bargeld ile röportaj yaptığımda o da aynı bakış açısına sahip olduğunu anlatmıştı. 

Müzisyenler, piyanodaki siyah tuşların işlevini bilir ama sanatçıların bir fikri olmayabilir. (Burada güldü.) Gerçekten resimdeki dışavurumcular gibi hissediyorum. Bir resimden, fotoğraftan ya da seyahatten çok daha fazla esinlenebilirim. 

Bir röportajda, “Müzik olarak esin kaynağım yok. Okumayı çok seviyorum ve her şeyi deneyimlemekten hoşlanıyorum. Müziğimi bu yolla yapıyorum” dediğinizi okumuştum. 

Evet, garip ortamlarda sık sık kayıt yapıyorum. Çok fazla müzik dinlemiyorum. Çalışırken kayıt sırasında dinliyorum ama çalışmadığım zamanlarda kitap okuyorum. Televizyon  izlemiyorum ama film seyrediyorum. İçinde yetiştiğim topluma kendimi yabancılaştırmış durumdayım. Şimdi Fransa’da birçok şeye hakim değilim. İngiltere’yi düşündüğümde de bugün orada olanları tam anlamıyla anlamaktan uzağım.  

Öyleyse “Fortune”u bir kitap, seyahatte gördüğünüz bir manzara ve bir renk olarak hayal ederseniz, neler çıkar ortaya? (Not: Bu, benim müzisyenlere zaman zaman sorduğum ortak bir soru. Yanıtları, hayal dünyalarını ya da akıllarındaki çağrışımları ortaya çıkarması bakımından ilginç oluyor.)

Tek bir kitap olmaz; bir yazarın kısa öykülerden oluşan bir kitap olur. Çünkü hepsinin farklı bir yanı öne çıkmalı. Albümde de tek bir öykü yok, kısa kısa öykülerden oluşan bir bütün o.  Rengi kırmızı olurdu. Benim rengim. Rulet oynasam hep kırmızıyı seçerdim. Nedenini bilmiyorum ama kırmızı beni çok etkiliyor. Manzara ise ne olurdu? Eşim okyanus manzarasını, kıyıdan okyanusa bakmayı çok seviyor. Beni çıldırtan bir his o. Ben çöl manzarasını severim. 2007’de “Continental” adlı albümü trenle Fransa’da doğudan batıya seyahat ederken yaptım. Bulunduğum ortamın benim müziğime etkisi büyüktür. “Fortune” ise kesinlikle ıssızlık hissi yansıtan bir çöl albümü değil. Bordeaux’da kaydettim albümü ama düşününce tek bir yerle özdeşleşmiyor kafamda. O yüzden bu albüm için manzara zor bir konu...


Yeni albümde “Forever Never” adlı bir şarkınız var. Benim favorim o. Öyküsünü, nasıl ortaya çıktığını öğrenebilir miyim?

Benim en sevdiğim şeylerden birisi örümcekler. O şarkı, seyahatte olduğum bir sırada ortaya çıktı. Turnede olmadığım zamanlarda etrafta çok seyahat ederim. Yine o seyahatlerden birinde yanımda bilgisayarım vardı. Daha önce eğitim almış bir müzisyen olmadığımı size anlatmıştım ama gitarımdan çıkan sesleri bilgisayarımda kullanabiliyorum. Bir yerde birkaç günlüğüne kamp kurmuş müzik yapıyordum. “Forever Never” o sırada oluştu.  Çocuklarımdan birisi, “Baba, bu bir örümceği dinlemek gibi” dedi. Epey tuhaf bir konsept diye düşünmüştüm ama insanlar müziğimden benim algıladığımı algılamak zorunda değil. 

Konserde çalacak mısınız onu?

Hayır, sanmıyorum. Konserde o albümden bir şarkı çalarım herhalde. Canlı performanslarda çalınanla stüdyodaki kaydedilen arasında büyük değişimler olabilir. Konserde sadece üç kişiyiz, albümlerimdeki sound çok daha yoğun, karışık bir iş. Bazen şarkılar daha basit çalınabilir ama bu her zaman olmuyor. Son 10 yılda yaptığım müziklerden bir seçme olacak konserde.

Cocteau Twins hakkında bir iki soru sormak istiyorum ama eğer sizin için hassas bir konuysa, yanıt vermek istemezseniz anlarım.  

Hayır, öyle hassas bir konu değil.

Grubun birleşmesi söz konusu mu? Bazen bu tür haberler çıkıyor medyada...

Eminim birleşme olmasını isteyen çok sayıda insan vardır. Ama benim buna yönelik bir planım yok. 

Grup, 1997’de dağıldı ama etkisi hala sürüyor. İngiliz alternatif müziğinin üç sacayağının, The Smiths, New Order ve Cocteau Twins’in bunca zaman sonra hala unutulmamasını neye bağlıyorsunuz?

Bana göre rock müzik ölüyor. Burada rock terimini genel anlamıyla kullanıyorum. The Rolling Stones gibi gruplardaki müzisyenler bu dünyadan ayrıldığında, o da gerçekten son olacak. Ben müzik anlamında artık yeni hiçbir şey duyamıyorum. Yeni gruplar kuruluyor ama çoğu birbirinin aynısı ya da çok benzeri; yaptıkları müziğin daha iyisi geçmişte yapıldı. Sorunuzun bununla ilgisi var. 

Robert Smith, Cocteau Twins’in “Treasure” adlı albümünü kendisini evlilik törenine hazırlamak için dinlediğini ve onun duyduğu en romantik sound olduğunu söylemişti. Siz “Treasure”ı dinleyince ne hissediyorsunuz? 

Dinlemeyeli uzun zaman oldu. Bütün katalog yaklaşık 5 yıl önce yeniden elen geçirildiğinde duymuştum en son. O müzikler, benim bir parçam, gençlik yıllarımın önemli bir kısmı, 22 yaşındaydım o zaman, şimdi 51’im. Çok uzun zaman geçti. O zamanlar seveni çok olan bir gruptaydım, dergiler hep bizden söz ederdi, büyük destek vardı, çok göz önündeydik. O ortamda hayatım daha kapalıydı. Bugün yıllar sonra birisi çıkıp müziğimi dinlediğini söyleyince çok gururum okşanmış hissediyorum. İnsanlara müzikle o yoğunlukta dokunabilmek muhteşem bir duygu. 30 yıldır birilerinin müziğinizi dinlediğini düşünün; olağanüstü bir şey bu. Geçmişte yaşananlar, o yıllara ait duygular çok değerli. 

Cocteau Twins sonrası müzik yapma sürecinizdeki değişimler nelerdi?

Benim için en olumlu değişiklik, “music business” denilen sektörden uzaklaşmaktı. Plak şirketlerine bağlı olarak çalışmak, ruhumu öldürüyordu. Ondan kurtuldum. Plak şirketlerinin hiçbir şekilde yaratıcılıkla ilgisinin olmadığını anlamıştım. Tek düşündükleri çok sayıda satış yapıp para kazanmaktı. Korkunç bir deneyimdi. Müzik yapma isteğimi öldürdü. O dönemdeki plak şirketi ile ilşkimi bitirmek hayatımı kurtardı ve müziğe geri döndüm. 


İki soundtrack albümü yayınladınız. Sizi film müziği yapmaya çeken neden ne? Az önce enstrümantal müziğin sadece sizin algılarınızı, deneyimlerinizi yansıttığını anlattınız. Film müziği yaparken, hem yönetmenin isteklerine bağlı kalıp hem de yeni fikirler geliştirmeyi nasıl başarıyorsunuz?

Çok sevdim sorularınızı. Filmler için birkaç çalışma yaptım. Temel olarak yöntem şöyle gelişiyor: Yönetmen bana filmin çekimi hakkında bilgi veriyor, ben öykünün ne olduğunu ve yönetmenin yansıtmak istediğini anlıyorum ve her şey ona göre gelişiyor. Benim için çok ilginç bir durum bu. Çünkü yaptığım diğer müziklerde aslında kendime dönüyorum. Hep ben, ben, ben ifadesi var onlarda. Filmde ise yönetmenlere ve oyunculara yardımcı rolündeyim. Tamamen farklı bir disiplin söz konusu. Zor olan, yönetmen bir sahnede özel bir şey yaratmaya çalışıp müzik kullanmak istediğinde, ne olduğunu tam olarak anlayıp kontrol etmem gerekiyor. Bu tür deneyimleri edinmek, benim açımdan çok yararlı. 

Çalışmayı arzuladığınız bir yönetmen var mı?

Hayır, özel biri yok. Komedi ya da aksiyon filmleri için iyi bir tercih olacağımı sanmam. Benim müziğim, duygusal yanı ağır basan filmlere uygun olur ancak. Birden bire değişemem, şu anda olduğumdan farklı bir sanatçı olamam. Bu değişimi bir anda yapabilen kişiler tanıyorum. Rock müzik yaparken, film için gerekirse çok ticari işler yapabiliyorlar. Ben bunu yapamam. 

Bugüne kadar aralarında Siobhan de Mare, Eraldo Bernocchi, John Foxx, Harold Budd gibi isimlerin olduğu müzisyenlerle işbirlikleri yaptınız. Birlikte çalışacağınız isimleri belirlerken belli bir kriteriniz var mı?

Daha önceden tanımadığım kimseyle işbirliği yapmadım. Bundan sonra da yapacağımı düşünmüyorum. Müzik, o kadar duygusal bir alan ki, onu bir yabancı ile paylaşmak istemem.  

30 yıldan fazla bir süredir müzik yapıyorsunuz. Yaşadığınız onca sıkıntıya karşın, her defasında size devam etme gücü veren şey ne?

Size komik bir yanıt vereyim mi? Hınç! (Gülerek verdi bu yanıtı.) Son zamanlarda bu konuda epeyce düşündüğüm için söylüyorum bunu. Müzik yapmaya devam etmek bir mücadele. Son 10-15 yıldır yaptığım albümler medyanın ilgisini çekmiyor. Televizyona çıkmıyorum, albümlerim hakkında yazmıyorlar ama ben müzik yapmayı sürdürüyorum. Gençliğimde kendime güvenim çok azdı ve başka insanların beğenisini kazanma ihtiyacı içindeydim. Yaşım ilerledikçe buna gereksinim duymamaya başladım. Ama yine de bazen albümlerim hakkında eleştiri yazılmamasından dolayı üzülüyorum. 

Müziğiniz insanlara dokunuyor. Ben de onlardan biriyim. Ben hep albümleriniz hakkında yazıyorum. Az da olsa başka yazanlar da var. 

Müziği kendim için yapıyorum ama sonuçta onu insanlarla paylaşmak istiyorsunuz. Ben de turneye çıkıyorum. Konserlerden sonra albümlerimi almak istiyor dinleyiciler. O kadar çok albüm yayınladığımı bilmediklerini söylüyorlar...
-

28 Kasım 2010 Pazar

Vitrindeki Albümler 46:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 28 Kasım 2010

BRYAN FERRY-Olympia (Virgin Records)

Art rock'ın efsane grubu Roxy Music’in vokalisti Bryan Ferry, uzun yıllardır sürdürdüğü solo çalışmalarına bir yenisini ekledi.

Ancak albüme katkıda bulunan isimler açıklanır açıklanmaz hemen bir tartışma başladı: Buna bir solo Ferry albümü mü demeli, yoksa Roxy Music albümü mü?

1994 tarihli “Mamouna”dan bu yana ilk kez Roxy Music’in dört üyesi bu albümde buluştu. Phil Manzanera, Andy Mackay, Brian Eno ve Bryan Ferry bir araya gelirse Roxy Music olmaz mı?

Olabilir de; ancak bunu belirlemek için o isimlerin albüme ne oranda katkı yaptığına bakılır.

Bir kere, albümde bir tek “Song to the Siren” cover’ında bu dört isim birlikte yer almış; başka hiçbir şarkıda bu birliktelik gerçekleşmemiş.

Ayrıca, Ferry dışında diğerleri bu albüme “Mamouna”daki kadar katkıda bulunmamış.

Ve en önemlisi Roxy Music albümleri, her zaman Ferry'nin solo albümlerine göre daha deneyseldir...

Sonuçta "Olympia neden Roxy Music albümü olarak çıkmadı?" sorusu bana göre mantıklı değil.

"Olympia"da Ferry ile çalışanlar arasında başka ünlü isimler de var. En dikkat çekenleri, Jonny Greenwood (Radiohead), Mani (The Stone Roses), Flea (Red Hot Chili Peppers), Marcus Miller, David Gilmour, Scissor Sisters, Groove Armada, Nile Rodgers...

Kapağa top model Kate Moss’u yerleştirip, bunca önemli müzisyenin desteğini alan Ferry, işi şansa bırakmamış gerçekten. Bazen 70’lerin disko esintilerini synth’lerle birleştirmiş, bazen de piyano ve gitar soloların yarattığı melankoliye sürüklenmiş.

Bryan Ferry'nin Groove Armada ile işbirliği yaptığı "Shameless"ın bu albümde daha yavaş ritimli bir versiyonu yer alıyor. Aynı parça Groove Armada'nın son albümünde farklı bir kayıtla yer almıştı. Bana sorarsanız, dans müziğiyle Ferry'nin sesinin romantik kırılganlığını birleştiren o versiyon, daha ilginç ve güzeldi.

Bir de belirtmeden duramayacağım; bırakın "Song to the Siren"i This Mortal Coil söylesin... Ferry'ninki iyi olmadığından değil; This Mortal Coil'in olağaüstü güzellikteki cover'ının üzerine daha iyisinin yapılabileceğini düşünmediğimden söylüyorum bunu...

"Olympia"dan yayımlanan ilk single "You Can Dance" oldu.Video, Ferry'nin müzikte mükemmelliğin yanı sıra görselliğe de önem veren görkemli tarzını bir kez daha gözler önüne seriyor.



Sonuç olarak, biraz fazla parlatılmış bir prodüksiyon olsa da, başarılı bir modern pop/rock çalışması “Olympia”. Özellikle “Reason or Rhyme” ve “Me Oh My” adlı şarkılara dikkat çekmek isterim.

"Me Oh My":


"Reason or Rhyme":

Bryan Ferry – Reason Or Rhyme found on Pop

17 Haziran 2010 Perşembe

Daha rock’n roll bir Groove Armada


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 17 Haziran 2010



Dans müziğinin başarılı gruplarından Groove Armada, 19 Haziran’da Efes Pilsen One Love Festival’ın ana grubu. İngiliz ikili, 2007’de Radar Live’da unutulmaz bir konser vermişti. Bu kez yeni albümleri “Black Light”ın turnesi kapsamında geliyorlar.

“Black Light”, benim en çok beğendiğim Groove Armada albümü oldu. Gruptan Andy Cato’yu telefonla Paris’te yakalayıp hoş bir sohbet yaptığımda, albümün ana esin kaynaklarından birisinin David Bowie’nin Berlin dönemi, hele de “Low” albümü olduğunu öğrenince bunun nedenini daha iyi anladım. Çünkü bir Bowie hayranı olarak “Low” benim için çok ayrı bir değere sahip.

“Black Light, bugüne kadar yaptığımız en iyi albüm” diyorsunuz. Bence de öyle ama nedenini sizden duymak isterim.

Eski albümlerimizden çok daha fazla rock’n roll, daha şarkı bazlı bir albüm. Sahnede bu şarkıların yarattığı atmosferden gerçekten çok memnunuz. Elektronika ile rock’n roll’un birleşimini çok güzel yansıtıyor. Canlı çaldığımızda albümün ruhunu sahneye tam olarak taşımayı isteriz. Yeni şarkıları bu konuda hiçbir endişe duymadan çalabiliyoruz.

Vokalist olarak dört müzisyenle çalıştığınız bu albüm, farklı tarzları da buluşturuyor. Bu tercihlerin nedeni neydi?

Aslında farklı tarzları buluşturmakla birlikte, bu albümde eskilere göre daha bütünlüklü bir sound var. Sahnede de albümü kaydettiğimiz insanlarla beraber çalıyoruz. Bu da daha belirgin bir grup soundu yarattı. Vokalistler konusunda ise, geçmişte kaybettiğimiz şeyi bu albümde yeniden yakalamak istedik. Yeni yetenek arayışına girdik ve sonunda Saint Saviour yeni vokalistimiz oldu. Konserlerde bize eşlik ediyor ve muhteşem bir performans çıkarıyor.

Albümü yaparken başlıca esin kaynaklarınızdan birisinin David Bowie olduğunu biliyorum. Peki hangi Bowie diye sorarsam?

Özel olarak Berlin dönemi. Olağanüstü güzellikteki “Low” ve “Heroes” albümleri.

House müzikten koptunuz mu?

Canlı performanslarımız bir süredir o akımdan farklı bir şekilde seyrediyor. DJ setlerimizde çaldığımız house müzik ile albüm turnesindeki performanslarımız iki ayrı şey. Ama istersek o tür müziğe yoğunlaşacağımız ayrı bir albüm de yapabiliriz. Ama şu anda ikisi ayrılmış durumda.

Müziğinizdeki farklı yönelişlerin hayranlarınızın bazılarını uzaklaştırmasından çekindiğiniz oldu mu?

Her şeyin hep aynı şekilde devam etmesini isteyenler her zaman vardır. Bunlar hayal kırıklığına uğramış olabilir. Ama albüm çıktığından bu yana gelen tepkilere göre, çoğunluk bunun yaptığımız en iyi müzik olduğu konusunda hemfikir.

Berlin döneminden etkilendiğinize göre, 1970’lerin sonu ve 80’lerin başına doğru bir yolculuk yapmışsınız. Eski dönem müziklerinin yeniden popülerleşmesini nasıl karşılıyorsunuz?

Bu çok normal. Eski fikirler yıllar sonra yeniden yorumlanabilir. Son dönemde 90’ların müziğinin yeniden canlanması, DJ’ler açısından da çok eğlenceli. Ben de 90’larda DJ’lik yapıyordum. Şimdi de o günlerden kalma plaklar arasından birisini çekip rahatlıkla çalabilirim. Bu geriye dönüşlerin bizi ilgilendiren bir diğer yönüyse, müziğimizde yarattığı bileşim. Bu albümde de, Gary Numan, Roxy Music gibi 70’lerin sonu, 80’lerin hemen başında müziği etkileyen isimlerin yansıması var.

Benim albümdeki favorim Bryan Ferry’nin söylediği “Shameless”. Nasıl gerçekleşti bu işbirliği?

Avustralya’da bir plajda çalıyorduk. O sırada konser fotoğraflarını çeken bir fotoğrafçıyla tanıştık. Bize Bryan Ferry’nin arkadaşı olduğunu söyledi. Daha sonra bir yemekte Bryan Ferry’le tanıştırdı. Ama ancak dört kez birlikte akşam yemeği yedikten sonra, işbirliği yapabileceğimize dair bir işaret geldi Ferry’den. İlk kez böyle bir çalışma yapacağını söyledi. Bu bizim için büyük bir onur. Böyle bir efsane ile çalışmak müthiş bir şey.

Gruptaki ortağınız Tom, bir keresinde, müzikte pop tavrını sürdürüp hem de kendinizi zorlamayı hedeflediğinizi söylemişti. Bu albümde ikisini de başardığınızı düşünüyor musunuz?

Geçmişte birçok defa Tom’la işimizi nasıl yapacağımız ve insanların yaptıklarımız hakkında ne düşüneceği üzerine çok kafa yorup tartıştık. Ama bu ikisi arasındaki ilişki ne kadar zor olursa olsun, sonunda bir çıkış yolu bulduk. Her zaman belli bir tarzı seçip onu farklı yaştan farklı insanların hoşlanabileceği bir hale getirmeye çalıştık. Kendimizi bu şekilde yeniledik. Ben bu yönümüzle hep gurur duydum. Bu albüm için de zor bir yıl geçirdik, ama geldiğimiz noktadan mutluyum.

Artık büyük bir plak şirketine bağlı değilsiniz. Bunun albüme yansıması nasıl oldu?

Bu kesinlikle her şeyi değiştiriyor. Bir kere single çıkarma fikrine takıntılı olmaktan kurtuluyorsunuz. Bu albümün tek bir parçaymış gibi bütünlüklü bir sounda sahip olma nedeni de bu. Çünkü baştan o şekilde yazdık, kendimizi baskı altında hissetmedik. Yaptığımız her şeyi daha hızlı yaptık, çalışma düzenimizi istediğimiz gibi değiştirdik. Yeniden bu tempoya dönmek çok güzel.

Müzik sektörünün son yıllarda geçirdiği radikal değişimlerden sonra, sizce artık neyin popüler olacağına dinleyiciler karar verebilecek güce sahip mi?

Şu anda internet üzerinde müziği yaymak için çok büyük olanaklar var. Dünyanın her yerinden binlerce şarkıya aynı anda ulaşılabiliyor. Ama şu da var ki, büyük radyo istasyonları daha fazla önem kazanıyor. Çünkü insanlar, bu kadar büyük bir müzik akışı karşısında eleme yapılmasına ihtiyaç duyuyor. Fakat ne yazık ki, birçok ticari kurum hiçbir müzik değeri olmayan şarkıları öne çıkarıyor. Bugün gelinen noktada, ticari radyoları dinleyen insanların sonuçta daha iyi olanı seçeceklerine dair biraz daha fazla inanç duymamız gerekiyor.

Son yıllarda İngiltere’den çok sayıda başarılı indie dance-rock grupları çıkıyor. Bu trend hakkında ne düşünüyorsunuz?

90’larda gitarı olan birinin asla bir DJ miksine elini sürmediği bir dönem vardı. Artık durum farklı. Bazı müzisyenler buna karşı isyan bayrağını çekip dans kulüplerinde ikisini bir araya getirebildi. Biz, çok uzun süre canlı performanslarda house müzik çalmış bir grup olarak, elbette bu tarzın yayılmasından çok memnunuz.

Groove Armada, kendisinden sonra gelenler için esin kaynağı olmuş bir grup. Benim merak ettiğim, siz esinlenmek için yeni gruplarla ilgileniyor musunuz?

Sürekli ilgileniyoruz. 2002’den bu yana Lovebox festivalini düzenlediğimiz için zaten yeni grupları takip ediyoruz. Bu albüme başlamadan önce de Friendly Fires’ı birkaç kez canlı dinledik ve çok beğendik. O dönemde canlı olarak çok fazla kimseyi görmedik ama MGMT’nin ilk albümü gerçekten muhteşemdi.

İstanbul’daki performansınız nasıl olacak? Bu turnede daha yalın bir tarzınız olduğunu duydum.

Evet, öyle denebilir. Yine lazer şovumuz var. Ama elektronik öğelerle canlı vokalin, SaintSaviour’un ön planda olduğu daha farklı bir performans. Eminim seveceksiniz.

Tom’la 90’ların ortalarından beri birlikte çalışıyorsunuz. Bunca yıldır bir tek aynı insanla bu kadar yakın çalışıp hala devam edebilmenin sırrı ne?

Bilmiyorum, herhalde oldukça şanslıyız. Özellikle 10 yılı aşkın bir süredir bu kadar yakın çalıştığımızı düşünecek olursak... 7 yıl önce bir tartışmamız oldu; herkes gibi ciddi şekilde kavga ettik. Ama sonuçta ikimiz de Groove Armada’ya kendimizi bütünüyle vermiş durumdayız. Aradaki ilişkiye sen ya da ben olarak değil, grup kimliğiyle yaklaşıyoruz.

Son olarak, bütün dünyada çok sayıda kişinin ve eleştirmenin beğenisini kazanan bu albüm sizin için neden özel?

Çok sayıda insanın beğenmesi önemli elbette. Bana göre özel bir albüm; çünkü, en çok yapmak istediğim müzikleri bir CD’de toplamak isteseydim, o ancak bu albüm olurdu.

-

29 Kasım 2009 Pazar

Elektronik Müzikten Seçmeler


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/28 Kasım 2009

Bugün elektronik müzik dünyasına dalacağım.

Kim ne derse desin, bu türde birbirinden ilginç çalışmalar yapılıyor. Nedense Türkiye’de elektronik müziğe karşı küçümseyici bir yaklaşım söz konusudur. Rock müziğe olan sevgisini elektronik müziğe duyduğu nefretle açıklamayı tercih eden çok insan tanıyorum...

Oysa bana göre, iyi müzik akustik de olabilir elektronik de... Yapılış yöntemine değil, kulaklarınızın duyduğuna ve ruhunuzun hissettiğinize odaklanırsanız, hangi türde olursa olsun iyi müzik dinlemenin önünde bir engel yoktur...

MODERAT-MODERAT

2009’un en iyi elektronik müzik albümlerinden birini Moderat yaptı. Berlinli ikili Modeselektor ile Apparat diye bilinen Sascha Ring’in birleşmesinden oluşan bu üçlü, aslında 7 yıl kadar önce bir albüm denemesinde bulunmuş ama ortaya çıkan sonuç pek tatmin edici olmamıştı.

Çünkü Modeselektor’un müziğinde, IDM, hip-hop ve yoğun bas kullanımı dikkat çekiyor. Apparat ise, son yıllarda daha beat ağırlıklı müziğe yönelmesine karşın, duygu yüklü elektro pop ve ambient tarzının ustası.

Moderat üçlüsü bir şekilde bu yıl tekrar bir araya geldi ve yeni bir albüm ortaya çıktı. Bana göre, albümdeki “Rusty Nails”, yılın en iyi elektronik müzik parçası. Apparat’ın “Walls” adlı albümündeki şarkılara benziyor; ama bu şarkının farklılığı, Sascha Ring’in Thom Yorke’vari vokalini dubstep ritimleriyle mükemmel bir uyumla buluşturması.





TWINKRANES-SPEKTRUMTHEATRESNAKES

Dublin'de yaşayan üç müzisyenin kurduğu Twinkranes, son dönemde beni en çok heyecanlandıran gruplardan birisi. Dans müziğini enstrümanlarla canlı çalıp, işin içine dinamik rock soundunu da katan gruplardan hoşlanıyorsanız, Twinkranes'in bu garip isimli albümünü mutlaka dinleyin.

Grup elemanları, yaptıkları müzik üzerinde etkili olan isimleri Happy Mondays, Roxy Music, Brian Eno ve Cluster olarak sıralıyor. Bu bile onlara kayıtsız kalmamak için başlı başına bir neden...

Krautrock, psychedelic rock ve etkili bir synth kullanımını birleştirerek, Holy Fuck'ı anımsatan müthiş bir sound yaratmış Twinkranes. Myspace'e girip şarkılarını dinleyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.



DEADMAU5-FOR LACK OF A BETTER NAME

Son dönemde elektronik müziğin en parlak isimlerinden birisi Deadmau5. Asıl adı Joel Zimmerman olan bu Kanadalı genç DJ/prodüktör, yeni albümü "For Lack of a Better Name"i kısa bir süre önce yayınladı.

Armin Van Buuren, Tiesto, Pete Tong gibi önemli DJ ve prodüktörlerin beğeniyle söz ettiği Deadmau5, bu yıl da, İngiliz müzik dergisi DJ'in okuyucuları tarafından "En İyi 100 DJ" anketinde 6. seçildi.

Deadmau5’un çok iyi bir albüm yapacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktu. Ama bu ikinci albüm beklentilerin de üzerine çıktı.

"For Lack of a Better Name", özellikle gotik elektro, drum & bass ve minimal trance türüne getirdiği yaratıcılıkla dikkat çekiyor. Uzun zamandır bu türde dinlediğim en iyi çalışma olduğunu söyleyebilirim. Fikir edinmek isterseniz, www.myspace.com/Deadmau5 adresine girip şarkılardan bazılarını dinleyebilirsiniz. Benim favorim “The 16th Hour”.






KRAFTWERK-THE MIX

Elektronik müziğin en büyük, en saygın gruplarından Kraftwerk’ün “The Mix” adlı albümü yeniden düzenlenmiş haliyle yayımladı.

Orijinali 1991’de çıkan The Mix, elektronik müzik dinleyicileri için paha biçilmez bir albümdü. Çünkü içinde Kraftwerk’ün o güne kadar yaptığı albümlerinde (74 tarihli Auobahn ile 86 tarihli Electric Cafe arasındaki dönem) yer alan en sevilen şarkıları vardı. Bu parçalar, grup, stüdyosunda analog teknolojiden dijitale geçtiği sırada yeniden kayıt edilmişti.

The Mix 2009’un farkı ise, orijinal albümdeki şarkıların 2000’lerin teknolojisiyle dijital olarak yeniden düzenlenmiş versiyonlarını içermesi. Kanımca, albüm Kraftwerk tarafından yeniden remikslenip yayımlansaydı çok daha ilginç olabilirdi...

Yine de bu yeni versiyon, orijinaline sahip olmayanlar için çok iyi bir fırsat. Dinledikçe hayranlığı daha da artıyor insanın; 1970’lerde zamanın çok ötesine geçen böyle bir müziği nasıl yapabilmiş Kraftwerk?

9 Ağustos 2009 Pazar

Yenilerden Seçmeler


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 8 Ağustos 2009

Son aylarda festival sezonundaki konserlere odaklanınca, yeni çıkan müzik ürünlerini biraz ihmal ettim. Bu hafta sıra onlarda...

ROXY MUSIC’İN GÖRSEL TARİHİ

Birkaç yıl önce New York’ta ikinci el müzik CD’leri satan bir dükkanda bulduğum bir albüm beni çok sevindirmişti. Roxy Music’in konser kayıtlarını bir araya getiren o toplama albümü mücevher bulmuş gibi kapıp, hemen kasaya yöneldim.

Benden önce ödeme yapan yaşlı adam, elimdekini görünce, “Genç bir bayan Roxy Music albümü alıyor. Şaşırtıcı!” yorumunu yaptı. Onun şaşırması da beni şaşırtmıştı...

Bir grup olacak, birbirinden farklı türlerde ama mükemmel albümler yapacak; üstelik o albümler deneysellik ile sanatı, esprili bir romantizm ile entelektüel bakış açısını bir araya getirecek ve bir müzik sevdalısı ilgilenmeyecek... Akla aykırı bir durum...

Müzik tarihini en çok etkilemiş gruplardan birisidir Roxy Music. 80’li, 90’lı yıllarda doğanların ne kadarı Roxy Music’i tanıyor bilmiyorum. Ama eğer müzik tarihi ile ilgililerse, grubu bugün de keşfedebilirler.

Yeni yayımlanan “The Thrill of It All: A Visual History 1972-1982” adlı DVD, bunun için iyi bir olanak sunuyor. İki diskten oluşan DVD, grubun hayranları içinse tam bir arşiv malzemesi.

Rock tarihinin en esin verici gruplarından Roxy Music, punk hareketinin yanı sıra, New Wave ve deneysel müziğe de büyük katkılar yaptı.

İngiltere’de bir sanat okulunda seramik dersleri veren Bryan Ferry’nin Phil Manzanera, Brian Eno, Andy Mackay, Eddie Jobson, Paul Thompson ve Graham Simpson ile kurduğu grup, 70’li ve 80’li yıllarda müzikte devrim niteliğinde işler yaptı.

Solist Bryan Ferry’nin karizması, kadınları etkileyen bir faktördü; ama esas olarak Roxy Music’in şarkıları dinleyicilerinin yalnız kulağına değil aklına da hitap ediyor, dans ettirirken düşündürüyordu.

Müziğin yanı sıra, sahne şovlarına ve albüm kapaklarına da ayrı bir tarz getirdiler. Hiçbir zaman modanın takipçisi olmadılar ve hep kendi stillerini yarattılar.

1972-76 yıllarını kapsayan 1.disk, 70’li yıllarda BBC için yapılan çekimlerin yanı sıra, Royal College of Art ve Montreux The Golden Rose Festival konserlerinden daha önce yayımlanmamış canlı performansları içeriyor. 1979-82 dönemini kapsayan 2. diskteyse, konser kayıtlarına ek olarak, yedi şarkının video klibi bulunuyor.

KASABIAN-West Ryder Pauper Lunatic Asylum

Çıktı çıkıyor derken, sonunda Brit rock’ın ünlü grubu Kasabian’ın 3. albümünü elimize aldık. Yeni albümün ismi oldukça ilginç: “West Pauper Lunatic Asylum”, 1800’lerde İngiltere’de bulunan bir akıl hastanesinin adından geliyor.

Albüm hakkında şimdi yazacaklarım, henüz dinlemeyenlerin kafasını biraz karıştırabilir. Çünkü Kasabian, bu albümünde türler arasında ilginç bir karışım yapmış.

İlk şarkı “Underdog”, Brezilyalı futbolcu Kaka’nın rol aldığı Sony reklamının müziği olduğu için çok tanındı. Öne çıkan bas riffleriyle iyi bir giriş olmuş ama buna aldanmamak lazım; albümün tümünü dinleyince bilinçli bir şekilde güçlü bas seslerden kaçınılmış olduğu ortaya çıkıyor.

Birinci şarkının ardından Ray Davies esintili “Where Did All the Love Go?” gelince insan iyice şaşırıyor. Onun arkasından krautrock etkisindeki enstrümantal “Swarfiga” gelince de, ne olduğunu anlıyorsunuz: Kayıt stüdyosunun kapısı, Kasabian üyelerinin sevdiği her tür müziğe açık tutulmuş.

Take Aim” ve “Thick As Thieves” adlı yavaş ritimli iki şarkı, enstrüman kullanımıyla Doğu müziklerini, hem de Tom Meighan’ın vokalleriyle Oasis’i andırıyor.

“FIFA’09” adlı video oyununda kullanılan “Fast Fuse” ve “Vlad the Impaler”, yaydıkları yüksek enerjiyle albümün en dikkat çeken şarkıları.

West Ryder Silver Bullet” adlı şarkıda, Tom Meighan’a vokalde ünlü oyuncu Rosario Dawson eşlik ediyor. Pink Floyd esintili balad “Ladies and Gentlemen”in ardından, John Barry tarzı orkestrasyonla dikkat çeken “Secret Alphabets” geliyor.

Akıl hastanesinin adını alan bir albüm de ancak böyle çoban salatası gibi olur,” diyenler çıkabilir. O karışımın asıl sorumlusu, bana sorarsanız, prodüktör Dan the Automator.

Özellikle Gorillaz ve DJ Shadow ile yaptığı çalışmalarla tanınan, ünlü bir hip-hop ve elektronik müzik prodüktörü kendisi. Kasabian, bu defa onun kontrolünde sıkı bir maceraya atılmış.

30 Haziran 2007 Cumartesi

Cazlı Yaz Geceleri Başlıyor!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/30 Haziran 2007

İstanbul’u dinliyor musunuz?

Bugünlerde kentin dört bir yanından çeşit çeşit melodiler duyuluyor. Ama kulaklarınız sanki bir eksiklik mi hissediyor? Haklısınız; caz olmazsa olmaz. Neyse ki, Uluslararası İstanbul Caz Festivali 3 Temmuz’da başlıyor. Üstelik festival, bu yıl özellikle iki konuda takdiri hak ediyor. Öncelikle program gerçekten başarılı. Çünkü farklı müzik tarzlarını bir araya getiren renkli bir müzik yelpazesi açıyor önümüze.

Festivali düzenleyen İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın bu yılki diğer hoş sürprizi ise, yeni konser mekanları belirlemesi. Her yıl kullanılan mekanların yanı sıra, bu yıl İstanbul Modern Heykel Bahçesi, Arkeoloji Müzesi Bahçesi ve yıllar önce yanan Şan Tiyatrosu’nun kalıntıları da konserlere ev sahipliği yapacak. Ayrıca, Avrupalı ve Türk sanatçıları buluşturacak olan “jam session”ların yapılacağı Fransız Kültür Merkezi’nin avlusu, bir tür caz kulübüne dönüşecek.

BU KONSERLERE DİKKAT

Şimdiye kadar programı incelemek için fırsat bulamayanlara küçük bir favori listesi vermekte yarar var. “Mutlaka görülmeli” anlamında altı kırmızı kalemle çizilen ilk isim Robert Plant! Evet o; rock tarihinin en büyük topluluğu Led Zeppelin’in karizmatik vokalisti. Led Zeppelin’in dağılmasından sonra solo çalışmalarını sürdüren Plant, 4 Temmuz’da bu defa grubu The Strange Sensation ile Açıkhava Sahnesi’ni inletecek. “Whole Lotta Love”ı Robert Plant’ten canlı dinlemenin yaratacağı zevki düşünsenize!

Listede adı görülünce heyecan dalgasına yol açan ikinci isim Bryan Ferry. Yedi yıl önce Açıkhava Sahnesi’ndeki konserde herkesi büyülemiş ve artık çok da özletmişti kendisini. Rock müziğin bu zarif beyefendisi, art rock’ın efsanevi grubu Roxy Music’in solisti olduğu yıllarda, çarpıcı şarkı sözlerine eşlik eden buğulu sesi ve karizmasıyla gönüllerde taht kurdu.Uzun süredir solo çalışmalarını sürdüren Ferry’nin bu konserinde son albümünde yorumladığı Bob Dylan şarkılarını da seslendireceğini tahmin ediyorum. “Knockin’ On Heaven’s Door”u söyler mi dersiniz? Yanıtı 5 Temmuz’da alacağız.

Favoriler listemin üçüncü sırasında Antony and the Johnsons var. Avant-garde ve kabare tarzını mükemmel bir şekilde birleştiren grubun solisti Antony Hegarty eşsiz bir sese sahip. Altı yıl önce o sesi ilk duyduğum anı hala hatırlıyorum. Büyülenmiştim. “I Fell In Love With A Dead Boy”u söylüyordu. O günden bu yana yakından izlediğim müzisyenlerden biri oldu Antony. Bir tek bu şarkı değil, seslendirdiği her şey çok dokunaklı. Çünkü o yalnızca şarkı söylemiyor, şarkıları yaşıyor. Kesin olan şu ki, 8 Temmuz’da Şan Tiyatrosu’nun kalıntıları arasında muhteşem bir festival gecesi yaşanacak.


Festivalin bu yıl hemen herkesin merakla beklediği bir konuğu var: Arif Mardin’in prodüktörlüğünü yaptığı ilk albümü “Come Away With Me” ile 6 dalda Grammy kazanan Norah Jones. Henüz daha tanınmadığı dönemde, 2000 yılında caz müzisyeni İlhan Erşahin ve grubu Wax Poetic ile yine İstanbul Caz Festivali’ne katılan sanatçı, aradan geçen yedi yılda büyük yol aldı. İlk adını duyurmaya başladığı sıralarda, ısrarla yalnızca ünlü Hintli müzisyen Ravi Shankar’ın kızı olarak tanınmak istemediğini söylüyordu. Nitekim bunu başardı; bugün artık dünyanın en iyi kadın vokalistlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Hem geçtiğimiz aylarda yayımladığı ikinci albümüyle, hem de bu yıl Cannes Film Festivali’nin açılışında gösterilen “My Blueberry Nights” adlı filmdeki başrolüyle son günlerde adından çok söz ettiriyor. 1 Ağustos’ta Açıkhava Sahnesi’ne giderseniz, caz, country, blues ve folktan karışık tatlar sunan tam bir müzik ziyafetine hazır olun.

17 Temmuz akşamı Sepetçiler Kasrı’nda çok ilginç bir proje gerçekleştirilecek. Sosyal içerikli filmleriyle tanınan ünlü yönetmen Spike Lee’nin filmlerinden özel görüntülerin sergileneceği gecede, usta trompetçi Terence Blanchard ile grubu İstanbul Oda Orkestrası ile birlikte çalacak. Konserin ayrıca dünyaca ünlü üç konuk vokalisti var: Caz şarkıcısı Patti Austin, soul ve R&B’nin yeni seslerinden Bilal ve Zambiya esintili müzikleriyle Hil St. Soul. Gecenin ev sahipliğini ise Spike Lee üstlenecekmiş; hayranlarına duyurulur.

Translate