Oneohtrix Point Never etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Oneohtrix Point Never etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Temmuz 2016 Çarşamba

MOOGFEST: EN UFUK AÇICI FESTİVAL!


6.7.2016

Son beş yıldır gitmeyi hedeflediğim bir festivaldi Moogfest. Elektrik mühendisi ve elektronik müziğin öncülerinden, analog synthesizer üreten Moog Music’in kurucusu Robert Arthur “Bob” Moog’ anısına düzenlenen festivale beni çeken en temel neden, önceliği yaratıcılığa veren yaklaşımıydı. Günümüzde birçok farklı festivalin arasında Moogfest’in programına bakınca, zihnime yeni bir kapı açacağını tahmin ediyordum ama tahminimin ötesinde bir zenginlik kazanarak döndüm dört günlük festivalden.

Temeli 2004 yılında New York’ta atılan festival, 2010-2014 arasında Moog Music fabrikasının bulunduğu Asheville’de gerçekleştirildi. Bu yıl ilk kez North Carolina eyaletinin (NC) Durham kentinde düzenlenmesinin nedeni ise, kentin endüstri ile olan bağı ve Duke Üniversitesi’nin de festivale katkısıyla festivale yeni yaklaşım ve olasılıklar kazandırmaktı.

GAY KARŞITI YASAYA FESTİVALDEN SERT TEPKİ

Festival başlamadan bir süre önce NC’da “HB2” olarak bilinen gay karşıtı yasa yürürlüğe girince Moogfest’in aldığı tavırdan da bu yazıda söz etmek gerekli. Durham’ın 20 yıldır North Carolina Gay ve Lezbiyen Film Festivali’ne ev sahipliği yaptığını düşünürseniz yasaya karşı tepkilerin ne kadar yoğun olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Festival yönetimi, bu duruma duyarsız kalmayarak, transseksüel bireylerin kamusal alanda sadece kimliklerinde yazan cinsiyete uygun tuvaletleri kullanabileceğini hükme bağlayan yasa karşısında sert bir bildiri yayınladı. Söz konusu bildiride, yasanın Moogfest’in dayandığı çeşitlilik ilkesine tamamen aykırı olduğu söylenerek, festival kapsamında buna uyulmayacağı, trans bireylerin her zamanki gibi en iyi şekilde ağırlanacağı ve cinsiyet ayrımcılığına kesinlikle geçit verilmeyeceği belirtiliyordu. Bruce Springsteen, Bryan Adams, Pearl Jam gibi büyük isimlerin yasayı protesto için NC konserlerini iptal ettiği bir ortamda, Moogfest yönetimi, festival kapsamında her tür platformun HB2 yasasına karşı bilinçlendirme işlevini yerine getirerek protesto amaçlı kullanacağını açıkladı. Festivallerin “pasif bir eğlence aracına” indirgendiği günümüzde, bir müzik ve sanat festivalinin gerici bir yasaya karşı örnek tavrını belgelemesi ve toplumda ilerici rolünü üstlenmesi açısından önemli bir gelişmeydi bu. Bunun yansıması olarak, Durham’da farklı mekanları kullanan festivalde birçok yerde HB2’ya karşı poster ve afişlere rastlamak mümkündü.

Yazının başında beni Moogfest’e çeken en önemli nedenin yaratıcılığı ön plana koyması olduğunu belirttim. Amerika’nın 44 eyaletinden ve dünyanın 21 farklı ülkesinden insanı buluşturan festival, toplam dört günün içine 119 müzik performansının yanı sıra, 100 atölye çalışması, 67 söyleşi, 13 sanatsal yerleştirme, 11 film gösterimi ve 5 ses yerleştirmesini sığdırdı. Katılan müzisyen, sanatçı ve akademisyenlerin ortak noktası, farklı sanat dalları arasındaki etkileşim ve bunların teknoloji ile bağlantısı üzerine çağımızın en ilerici fikirlerini geliştiren isimler olmasıydı. Bu açıdan festival sonrasında yeni perspektifler kazandığımı ve bu deneyimin beni yeni bir noktaya çektiğini hissettim.


DİNLEYİCİYİ GRIMES'IN MÜZİĞİNİN İÇİNE ALAN YERLEŞTİRME

Oldukça yoğun geçen dört günlük maratona, basın akreditasyonu için gerekli işlemleri hızlıca tamamladıktan hemen sonra, “Realiti, Inside the Music of Grimes” adlı interaktif yerleştirmenin medya tanıtım gösterisi ile başladım. Bizi önce büyük ve karanlık bir çadırın içine aldılar. Elektronik müzik sanatçısı Grimes’ın “Realiti” adlı şarkısını, Microsoft’un desteklediği Kinect teknolojisindeki hareket sensörü sayesinde istediğimiz şekilde yeniden yaratabileceğimiz, remiksleyebileceğimiz anlatıldı. Yerleştirmenin içinde hareket ederken tül benzeri perdeye dokunduğumuzda seslerin farklılaştığını, alçalıp yükseldiğini duyabiliyorduk ama ben “dinleyiciyi müziğin içine alma” ifadesi kullanıldığı için bunun etkisini daha yoğun hissetmeyi umuyordum. Zevkli olsa da düşündüğüm kadar çarpıcı bir etki yaratmadı bu deneyim.



Moogfest’te etkinlikler için kullanılan mekanların tümü kent içinde. Dolayısıyla birinden diğerine yürüyerek kolaylıkla ulaşabiliyorsunuz. Arada yemek için fazla zamanınız yoksa, sokaklara konulan yiyecek arabalarından ayaküstü bir şeyler bulabiliyorsunuz. Biz de Grimes’ın yerleştirmesini ziyaret ettikten sonra öyle yapıp, hemen karşısında sadece davetlilerin alındığı festival açılış partisine yetiştik.

Bedava içkiyi düşününce kapıdaki sırayı buna yorabilirdim ama belli ki asıl neden, partide son yıllarda adı giderek parlayan prodüktör Laurel Halo’un çalmasıydı. IDM ile Afrika ritimlerini iç içe geçiren, Berlin minimal tekno soundu ile ilginç ses örneklerini arka arkaya son derece büyük bir ustalıkla kaynaştıran, dinleyenleri anında kavrayıp dans pistine çeken harika bir set çaldı Halo. Arkasındaki dev ekranda yaratılan görsellerle uyumu ve ses evrenine hakimiyetine şapka çıkardım.


SILVER APPLES SARSINTISI!

Tüm festivalin benim için en önemli ismi olan Silver Apples’ı görmek için bir bara doğru koşar adımlarla gittiğimizde, elektro-rock’ın öncüsü Simeon Coxe’a büyük bir ilgi olduğunu görmek sevindiriciydi. Kendisiyle festivalden önce yaptığım söyleşide, teknoloji ve sanatın birbirine bağlı güçler olduğunu anlatmıştı. 78 yaşındaki müzisyen, bunu o gece en mükemmel şekilde kanıtladı! Başında kovboy şapkası, boynunda fuları ile kendi yarattığı osilatörden çıkardığı uçuk sesleri çıkarırken gerçekten de laboratuvarda deney yapan çılgın bir profesör gibiydi. Sahnenin önünde onun şaşırtıcı müziği eşliğinde dans eden gençlerin hayran bakışlarına gülümseyerek yanıt verdi; sadece bilinen eski Silver Apples şarkılarını değil, yeni şarkılarını da çaldı! Performansını o bardaki herkesi dans eder hale getirdikten sonra çığlıklar, alkışlar ve ıslıklar arasında büyük bir coşkuyla tamamladı. Sanki bir film setindeydik; gerçek olamayacak kadar güzel, inanılmaz bir geceydi. Benimle yaşıt “Contact” albümünden şarkıların nasıl hala bu kadar fütüristik bir sounda sahip olabildiğini bilmiyorum; Simeon Coxe’un bir bar dolusu insanı kendinden geçiren, o tuhaf ama bağımlılık yaratan müziğiyle hâlâ gençlere taş çıkarttığını görmek, tam anlamıyla fantastikti. Mucizevi yeteneklere sahip yaşayan efsanenin Moogfest performansı, üzerimde bir devrim gibi sarsıcı etki yarattı. Hani denir ya; artık ben aynı ben değildim o geceden sonra...

Belki Silver Apples kadar çarpıcı bir deneyimin sonrasında dinlemenin etkisi olabilir ama Arthur Russell’s Instrumentals konseri, ekibin daha çok geleneksel kalıplara bağlı kalan yorumuyla hayal kırıklığı yarattı. Ardından ünlü prodüktör, vokalist ve gitarist Daniel Lanois’nın lap steel gitardaki ustalığına tanık olup, geçen yıl “Dark Energy” adlı albümüyle birçok yabancı müzik sitesinin en iyi albümler listesinde ilk sıralara yerleşen Jlin’i dinlemeye koştuk. Indianalı elektronik müzik prodüktörü, 1980’lerde Chicago’da house müzik ve sokak dansı etrafında gelişen bir alt türü günümüze uyarlıyor. Albümünün abartıldığını düşünüyordum ama canlı dinlemek için gittiğimde de duyduğum müzikal karmaşa kulaklarımı ve dolayısıyla ruhumu cezbetmedi.


GELENEKSEL KALIPLARI KIRIP BEKLENMEYEN YOLU SEÇMEK

Ertesi gün koşturmaca, The Orb’un kurucularından Alex Paterson ile birlikte masterclass gerçekleştiren Daniel Lanois’yı dinlemek için öğlen saatlerinde başladı. Festivalin en ilginç ve en bilgi verici derslerinden biriydi kuşkusuz. Lanois’nın Brian Eno ve ambient müzik hakkında söyledikleriyle birlikte punk üzerindeki düşünceleri ilham vericiydi: “Müzikte geleneksel yaklaşımı izlerseniz, daha önce yapılanı tekrarlarsınız. Punk, geleneksel kalıpları kırıp beklenmeyen yolu seçmektir.” Punk’ın 40. yılında sarf edilen bu sözler, hak ettiği görkemli alkışı da aldı elbette!



Moogfest’te iki ayrı performans gerçekleştiren Alessandro Cortini, festivalin öne çıkan isimlerindendi. Hem solo performans gerçekleştirdi hem de Morton Subotnick, Sarah Davachi, Suzanne Ciani ve Richard Smith ile birlikte Buchla syhthesizer’larının yaratıcısı Don Buchla’nın onuruna verilecek konserde çaldı. Işıkların tamamen kapatılmasını istediği karanlık salonda, dünyada sadece 13 tane kalan Buchla Music Easel’dan birinin önünde yere oturduğunda, en sevdiği oyuncağı ile yalnız bir çocuk gibiydi adeta. Festivalden önce yaptığım söyleşide, tek bir enstrümanla limitleri zorlamayı sevdiğini söylemişti Cortini. Analog synthesizer’ın limitlerini zorlarken, Sean Curtis Patrick’in imzasını taşıyan görsellere eşlik eden müziğini de daha ileri bir noktaya taşıdı.



83 yaşındaki Morton Subotnick’in performansı ise Silver Apples’ın aklıma soktuğu düşünceyi Daniel Lanois’nın söylediklerinin etkisiyle kuvvetlendirdi: Geleneksel olanı izlemek yerine kendinize ait yeni bir yol seçiyorsanız, kaç yaşında olduğunuz önemini yitiriyor, 38 ya da 83 olmanız fark etmiyor; sanatınız hep genç kalıyor!

GARY NUMAN FESTİVALİ YIKIP GEÇTİ!


IDM, glitch ve dans müziğiyle deneysel çalışmalar yapan Rival Consoles’un enfes görsellerle desteklenen dinamik setinin ardından Gary Numan konserine yer tutmak için yerimizden kıpırdamamayı seçtik. Arada 2014 albümü “Ruins” ile adından çok söz ettiren ama daha önce hiç canlı dinleme olanağı bulamadığım Grouper’a kulak verdim. Ambient, drone, deneysel folk ve dream pop’u vokaliyle dokunaklı bir yorumla işliyor ama canlı performansı sürekli aynı tonda seyreden ve fazlasıyla uzun bir monolog tadındaydı.

Moogfest’te bu yılın Yaratıcılık Ödülü’nü de alan Gary Numan’ın sahneye çıkışıyla birlikte Grouper’ın neredeyse durma noktasına getirdiği kalp atışları çılgınca bir ivme kazandı. Bugüne kadar tanık olduğum en coşkulu sahne performanslarından biriydi kuşkusuz. Numan’ın 70’lerin sonunda Tubeway Army ile başlayan müzik macerası, 80’lerde solo albümlerinin synthpop dünyasında yarattığı kült dinleyici kitlesi ile zirveye ulaştı. Müziğinde synthesizer’ı yoğun ve etkin bir şekilde kullandığı için Moogfest 2016 Yaratıcılık Ödülü’nü alan Numan’ı görmek için festivale gelenler epey çoktu. Bunca yıl sonra “Are ‘Friends’ Electric?” ve “Cars” gibi klasikleri duymanın bünyemizde yarattığı dalgalanmayı kelimelerle anlatmak imkansız sanırım.

Salonda istisnasız herkesin ayağa kalkıp dans ettiği dev bir parti verdi Numan. Bis için geri geldiğinde “I Die: You Die”yı söyledi ve Carolina Theater’ı altüst edip ayrıldı aramızdan. O olağanüstü performanstan sonra başka hiçbir şey görmek istemedeğimiz için otele döndüğümüzde elindeki tabağa yiyecek dolduran Gary Numan ve ailesi ile karşılaşmak inanılmazdı! Ayaküstü tebrik edip fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik tabii.

Moogfest’te röportaj yaptığım bir diğer müzisyen, New York Theremin Derneği’nin kurucusu, dünyadaki sayılı theremin virtüözlerinden Dorit Chrysler oldu. Festival boyunca açık havada çocuklar ve büyükler için ayrı ayrı theremin atölyeleri düzenleyen sanatçı, insanın hiç el değmeden çaldığı bu garip aletle sanki farklı bir evrenden sesler çıkarıyor. Kendisini theremin çalarken izlemek, adeta bir büyücüyü izlemek gibi. Festivalde açılan Moog Pop-Up Factory’de bulduğum ilk theremin üzerinde denemede bulundum ama göründüğünden çok zormuş bu aleti çalmak!


LAURIE ANDERSON, BEN FROST VE TIM HECKER İLE DENEYSEL EVRENE GİRİŞ

Günümüzün vizyonu en geniş, en yaratıcı sanatçılarından Laurie Anderson’ı bir kez daha dinleme fırsatı bulduk Moogfest’te. Ayrı bir performansta avangart kavramına, sanata ve teknoloji kullanımına yaklaşımını anlatıp, slaytlar eşliğinde canlı örnekler sundu. Ertesi gün de Lower Dens grubundan Jana Hunter ile bir söyleşiye katıldı. “Sanatçı olarak hedefim, özgür olmak ve özgür hissetmek,” dedi; insanların kalıplaşmış müzik dinleme konseptinden çıkmasını teşvik edip, sesi yeni bir bağlamda dinlemelerini sağlamak istediğini anlattı. Verdiği üç öğüdü aklımıza kazıdık: “Hiç kimseden korkmayın, saçmaladığınızda size bunu gösterecek iyi bir dedektör bulun ve sevecen olun.”




Festivalde masterclass başlığı altında gerçekleştirilen ilham verici etkinliklerden birinde, günümüz elektronik müziğinin önde gelen iki prodüktörü Ben Frost ve Tim Hecker’ı dinledik. Bir sanatçının küratör olarak kendini yaratışı ve fazlalıkları silip atmanın gücünden söz etti ikili. Teknoloji ile yakından ilgili bir müzik yapsalar da, teknolojik gelişmeleri anı anına izlemenin ya da her yeniliği uygulamanın faydasızlığına değindiler. Cortini gibi onların da ekipman konusunda limitli kapasiteye sahip olmanın yaratıcılık üzerindeki olumlu etkisine değinmeleri ilginçti. Katılımcıların sorularına esprilerle karışık birbirinden ilginç yanıtlar verdiler. Sabah saatlerinde insanın zihnini açmak için birebirdi bu sohbet.

Festivalde aynı gece aynı mekanda arka arkaya dinlediğimiz Tim Hecker ve Oneohtrix Point Never performansları müzik ve görsel ilişkisi üzerine düşünmemi sağladı. Tim Hecker’ın bu yıl yayınladığı “Love Streams” albümündeki duygu yoğunluğu yüksek müziği, başrolü renklere ve renk geçişlerine veren bir görsel tasarımla sunuldu. Oneohtrix Point Never’ın seti ise, sample kullanımı ile dikkat çeken ve bütünlüğü daha az hissettiren elektronik ses kolajlarıyla örülüydü. Müziği hiç duymamış olsaydım bile, sadece birbirini kesen imajlar ve parçalı görüntülerle devinim içindeki videolara bakarak müziğin niteliği hakkında bir tahminde bulunabilirdim. Cortini’nin “yemeği uygun bir tabakta sunmak gibi” dediği buydu işte. Teknoloji ile ses ve müzik arasındaki derin ilişkiyi bir kez daha yakından gözlemleme olanağı verdi Moogtest.


ZEKA VE YETENEK BOMBASI REGGIE WATTS!


Dört günlük maratonun en eğlenceli anlarını kim yaşattı derseniz, yanıt hiç süphesiz Reggie Watts olur! Bir synthesizer ile yarattığı ses ve ritimleri, politik ve kültürel konulardaki akılcı esprilerle bir araya getirdiği muhteşem bir peformans sergiledi.

Gary Numan, kapalı bir alanda herkesi ayağa kaldırıp dans ettirdiyse; geniş bir açık hava alanı tıklım tıklım dolduran katılımcılar üzerinde aynı etkiyi kahkahalar eşliğinde yaratan da Reggie Watts’dı.


Sonunda bir sunn O))) konserine gitmek de Moogfest’te nasip oldu. Var olduğu günden bu yana müzik hakkındaki düşünceleri sorgulayıp değiştiren bir grup sunn O))). Dolayısıyla konserlerinin de geleneksel yaklaşımdan farklı olması şaşırtıcı değil. Konser boyunca kulakları sağır edebilecek kadar yüksek bir sesle çalan grup, metal, drone, caz ve minimalizm arasındaki alanları yok edip birbirine geçirirken bir tür ruhani ritüel yaşıyor kitle. Göğe yükselen sis bulutları ışıkla dans ederken duyduğu gürültünün yoğunluğu karşısında afallıyor dinleyici: İçine dalabilirseniz bir yerlere sürükleneceğiniz kesin ama bu pek kolay değil. Konserden öte sesin gücünü yeri göğü titreterek hissettiren sıradışı bir deneyim sunn O))) konseri. Bana kalırsa kapalı mekanda gerçekleştirilse etkisi iyice artardı ama fiziksel koşullar dinleyicileri çok daha fazla zorlardı.

Festivaldeki her performansı bir yazıda anlatmak olanaklı değil elbette; o nedenle sadece belli başlılarından söz ettim bu yazıda. Moogfest, müzik performanslarının dışında kentin çeşitli meydan ve salonlarına yayılan yerleştirmeleriyle de son derece ilginçti. Yuri Suzuki’nin dünyanın farklı yerlerinde yapılan alan kayıtlarını arşivleyerek oluşturduğu Global Synthesizer Projesi ve asılı dev şişme balonların dev bir synthesizer’a dönüştüğü Play-Sound interaktif yerleştirmesi de bunlar arasındaydı. Gündüzleri masterclass ve söyleşilere katılıp yerleştirmeleri denemek, uzmanların verdiği derslere girip synthesizer dünyasına adım atmak ya da Moog Pop-Up Factory’deki yeni teknolojiler hakkında bilgi almak olanaklı festivalde. Akşamüstünden gece geç saatlere kadar ise enerjinizi toplayıp bir konserden diğerine gidebilirsiniz. Dört günün sonunda bedenen yorgun düşseniz bile zihniniz daha önce hiç deneyimlemediğiniz ölçüde canlanıyor. Moogfest’i müziği basit bir “eğlence” konseptine indirgeyen festivallerden ayıran en önemli nokta da bu: Müzik sanatını kültürel, politik, toplumsal ve teknolojik bir kavram olarak deneysel bakış açısıyla ele almak!



 (<a href="http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331798749324/moogfest-2016-izlenim-zulal-kalkandelen">Bu yazı 6.6.2016 tarihinde ilk olarak Red Bull Music'te yayınlandı</a>)

(Fotoğraflar ve performans videoları bana aittir.)




19 Mayıs 2016 Perşembe

ANOHNI'DEN ANTROPOSEN ÇAĞINDA MANİFESTO GİBİ PERFORMANS!


18.5.2016

New York - Bu yazıyı bu akşam izlediğim Anohni'nin sarsıcı performansından yaklaşık bir saat sonra yazıyorum. Sanatçının bu ay yayınlanan ilk solo albümü "Hopelessness"ın dünya prömiyeri bugün Red Bull Music Academy New York Festival kapsamında New York'taki görkemli Park Armory binasının yüksek tavanlı, hangar gibi geniş salonunda yapıldı.

İnsanın, dünyayı etkileri milyonlarca yıl sürecek değişimlere uğrattığı Antroposen Çağı'na dair yapılmış en güçlü protest albüm "Hopelessness". Küresel ısınma, drone savaşları, erkek şiddeti, idam cezası, hegemonya, kültür emperyalizmi, kapitalist hırs, ırkçılık, dincilik, cinsiyetçilik ve gericiliğin insanlığı esir aldığı bu döneme yönelik esaslı bir karşı duruş niteliğinde.

Hayatımıza Antony and the Johnsons grubuyla Antony Hegarty olarak giren ama artık yoluna Anohni adını alarak devam eden yetenekli müzisyenin tenor sesinin ruhundaki fırtınaları yansıtma kapasitesine daha önce de birkaç defa canlı tanık olmuş biri olarak, konserde az çok ne göreceğimi tahmin ettiğimi sanıyordum ama yanılmışım: Bugüne kadar görüp dinlediğim en sıradışı, en farklı ve en çarpıcı performanslardan birini izledim bu akşam. Nedenini yazının sonunda daha net anlatmış olabilmeyi umuyorum.

Herkesin ayakta izlediği konser için salona alındığımızda içerde bizi siyah perdenin asıldığı sahne ve adeta elektronik okyanusların dev dalgalar halinde kentlerin üzerine çöktüğü, yerin sarsılıp gökyüzünün yarıldığı doğal bir afeti hatırlatan uğultulu drone'lar ve karanlık ambient ses manzaraları karşıladı. Bir saate yakın bir süre tonu değişmeyen bu müziği dinleyenlerin kimisi bir süre sonra sıkılıp yanındakilerle konuşmaya başladıysa da, bir kısmı da tedirgin edici güzelliğe kaptırdı kendini.

Acaba bu müzik sonunda nereye bağlanacak diye merak ettiğim sırada sahnedeki dev ekranda birden Naomi Campbell'ın dans ettiği siyah beyaz bir video yayınlanmaya başladı. Ünlü mankenin neredeyse bedenini yarı çıplak bırakan bir bikini, dizinin üstüne çıkan topuklu parlak çizmeleri, boynunda haç kolyesi, başında beresi ve onun üzerine taktığı Özgürlük Heykeli'nin tacı ile yaptığı son derece seksi dans bir anda herkesi susturmaya yetmişti ama ilginç olansa çalan müzik aynıydı. Tam 18 dakika boyunca sürdü bu dans. Yanımda duran tanımadığım insanların "Bu ne?" dercesine bana bakıp gülümsemeleri, müzik gibi dansın da fazla uzamaya başladığını ve kimsenin ne olduğunu pek anlamadığını gösteriyordu. Oysa kadına özgü nitelikleri kendinde toplayan bir imajdı Naomi.

Sonunda video bittiğinde bu defa ekranda ağır makyajlı ve yüzü kana bulanmış kızıl saçlı bir kadın belirdi. Naomi Campbell'ın etkisini silecek kadar şaşırtıcıydı. Anohni'nin sesini duyuyorduk ama kendisini görmüyorduk sahnede; ekrandaki kadın, o ses kendisine aitmiş gibi şarkıyı söylüyor görünüyordu. Gördüğümüz karakter, "Ben nasıl bir virüs haline geldim?" diye sorarken, aslında dinleyici kitlesindeki her bireyi de kendisini sistemi devam ettiren bir öğe olarak sorgulamaya yöneltiyordu.

Küresel ısınmanın dünyaya etkisini konu alan "4 Degrees" adlı şarkı başladığında, daha önce virüsü temsil eden kanlı kadın yüzünün yerine farklı bir kadın karakterin yüzü belirdi ekranda ve aynı sırada beyaz kapüşonlu uzun elbisesi, eldivenleri ve yüzünü örten siyah tül kumaştan oluşan kostümünün içinde Anohni de karşımızdaydı. Sahnenin bir yanında albümde de birlikte çalıştığı prodüktör Daniel Lopatin (Oneohtrix Point Never), diğer yanında ise prodüktör Christopher Elms bilgisayarlar aracılığıyla elektronik sesleri kurgularken, Anohni kendisini kostümün içine gizleyerek benliğini videodaki karakterlere yansıtmış, sadece sesi ile varoluyordu. Bu açıdan bana çok ilginç geldi performans. Bir müzisyen ve vokalist olarak egodan sıyrılıp karakterlerin sesi olmayı, ancak Anohni gibi aslen performans sanatçısı olan, görsel-işitsel dengesini böylesine incelikle kurgulayabilen bir yetenek başarabilir.

Konser boyunca izlediğimiz kadın videolarını son yıllarda üzerinde çalıştığı "Future Feminism" projesi için kendisi çekmiş Anohni. Siyahileri ve Asya kökenlileri tercih etmesinin nedeni, beyazların diğer ırklar üzerinde kurduğu hegemonyayı vurgulamak için olsa gerek. Yaşlı ya da genç, siyahi ya da Asyalı, tüm kadınlar hüzünlü ve ağlıyor Anohni'nin videolarında. "Kendim için değil, sizin için yaptım bu albümü," derken kastettiği bu olmalı. Dünyanın derdini yüklenen kadınların sesi olmak için, kendisini sahnede belirsizleştirmenin yolunu çok akıllıca bir yöntemle yerine getirmiş. Anohni'nin yüzünü hiç görmeden ama sesinin güçlü tonlamalarının ruhumuzun en derinlerine ulaştığı farklı bir konserdi izlediğimiz.

"İdam,
Çinliler ve Suudi Arabistanlılar gibi,
Kuzey Koreliler ve Nijeryalılar gibi,
Bir Amerikan rüyası" sözlerini içeren "Execution'ı içimizi titretircesine yorumlarken, siyahi kadının nefes almakta zorlanan yüzünü gördük ekranda. Şarkıların yansıttığı duyguları sahnede yaşayıp, dinleyiciyi de sesiyle o atmosfere olanca gücüyle çekiyor Anohni. Kendi yüzünü videoda kullandığı an ise, "I Don't Love You Anymore"u söylerken gerçekleşiyor.

ABD Başkanı Barack Obama'ya en sert eleştirileri yönelttiği şarkısı "Obama"nın New York'un çoğunluğu genç dinleyici kitlesinden büyük bir alkış alması ise dikkatimden kaçmadı. Çoğu kişinin yakasında da Bernie Sanders rozeti takılıydı.

Sıra son şarkıya geldiğinde insansız hava aracı denilen drone'larla yapılan vahşetlerin söndürdüğü hayatlara değindiği "Drone Bomb Me"yi yine Naomi Campbell'ın rol aldığı farklı bir video eşliğinde seslendirdi Anohni. Gecenin açılışını yapan uzun videodakinin aksine Campbell'in sadece acı yansıtan yüzünü ve yaşlı gözlerini gördük bu şarkıda. İlk başta sarsıcı, çekici, tehlikeli, güzel, dayanılmaz ve seksi bir kadınken, aynı karakter aniden ezilen ulusların hüznünü temsil eden bir kadına dönüşmüştü. Bedene değil, gözlere baktığınızda ortaya çıkan gerçek yıkıcıydı...

"Hopelessness", her insan içindeki kadını bulmalı diyen Anohni'nin kadın cinsine olağanüstü duyarlı bir armağanı olarak görülebilir. Daha önce farklı sanat dallarında kadını anlatmaya çalışan nice eser yaratıldı ama tüm benliğini bu ölçüde işin içine katan sanatçı ender bulunur. Aynı zamanda "Hopelessness" konseri, cinsiyetler arasındaki sınırı da görülmedik şekilde yıkan bir performans olarak kayda geçmeli. Daha önce görüntüsündeki değişikliklerle bunu yapanlar çok oldu elbette ama Anohni, onların aksine kendisini görünmez kılarak sadece sesiyle kadının tüm hallerini, insandaki kadınlığı duyumsatıyor. Altı çizilmesi gereken bir farktır bu. Cinsiyetler ve farklılıklar arasındaki geçişkenlik hiç bu kadar net olmamıştı. Belki de insanların kendisinden farklı etnik kökenden, kültürden, cinsiyetten ve türden herkesi ezdiği Antroposen Çağı'ndaki tüm umutsuzluğun içinde umut ışığı burada!





Şarkı listesi

Hopelessness / 4 Degrees / Watch Me / Paradise / Execution / Ricochet / I Don't Love You Anymore / Obama / Violent Men / Why You Did Separate Me From The Earth? / Jesus Will Kill You / Crisis / Indian Girls / Marrow / In My Dreams / Drone Bomb Me


(Fotoğraflar ve konser videoları bana aittir.)

28 Eylül 2015 Pazartesi

"SAHNEDE KENDİME BİR TÜR ÖZEL DÜNYA YARATIYORUM"


28.9.2015

Son birkaç yılda ismini sık duyduğumuz, hızla yükselen müzisyenlerden birisi William Doyle. Henüz 24 yaşında ama müzik yolculuğu yeni başlamadı. 2009-2012 arasında indie rock grubu Doyle & The Fourfathers’ın vokalistliğini üstlendi. Yoğun bir kayıt, konser, turne silsilesi şeklinde geçen o üç yılın sonunda grup üyeleri birlikteliklerine son verdi. Doyle’un asıl çıkışı, solo kariyerinde oldu. East India Youth adı altında iki albüm yayınladı. Bağımsız plak şirketi Stolen Recordings etiketiyle 2014’te yayınlanan ilk kaydı “Total Strife Forever” (TSF), önce kulaktan kulağa yayıldı, bloglarda dikkat çekti ve en sonunda Yılın Albümü dalında İngiltere’nin en prestijli müzik ödülü Mercury’e aday gösterildi. Onunla da kalmadı; ödül adaylıkları birbirini izledi. Bu başarının üstüne, arayı açmadan bu yıl XL recordings etiketiyle “Culture of Volume” (COV) adlı yeni bir albüm daha yayınladı. Adını şair Rick Holland'ın "Monument" adlı şiirinden alan bu albüm, Doyle'un solo kariyerinde kısa zamanda yöneldiği bir rotanın da izlerini taşıyor.

Kendisini Glastonbury’de izlediğimde ne yazık ki sahnede yaşanan bir teknik sorun nedeniyle fazla iyi bir performans sergileyememişti ama geçen yıl Salon’daki konseri tahminimin ötesinde başarılıydı.(O konser hakkındaki yazım bu linkte.)

Bu yıl ikinci albümü çıktıktan sonra 9 Ekim akşamı yine Salon’da dinleyeceğiz East India Youth’u. Krautrock, pop, ambient ve elektronik müziği buluşturan müziğinin ardında birçok esin kaynağı var. The Quietus’un onu “yeni çağın David Bowie’si” diye gördüğü söyleniyor ama ben katılamıyorum o yoruma. Bence öyle büyük laflar etmeden de East India Youth’un müziğinden keyif almak olanaklı. En iyisi merak ettiklerimi kendisine sormalı dedim ve Londra’daki evinden telefonla aradım Doyle’u.



Öncelikle yeni albüm “Culture of Volume” için kutlarım. Son birkaç yıldır aldığınız övgüler karşısında nasıl hissediyorsunuz?

Gerçekten teşvik edici oluyor. Aslında bu kadarını hiç beklemiyordum. İlk albümden sonra ikincide de beğeni kazanmak güzel elbette. Daha iyi değilse bile onun kadar güçlü bence. Benim için harika bir dönem oldu bu son yıllar; canlı performanslarım giderek daha da iyileşiyor, her şey daha güçlü bir hale geliyor.

“Total Strife Forever”, 2013’te ilk kez Mercury ve AIM Bağımsız Müzik Ödülleri’nde Yılın Albümü’ne aday gösterildi. İlk albümünüzün böyle karşılanması güzel elbette ama sizin için ödüllerin yeri ne?

Müzik üretirken ödüle aday gösterilip gösterilmeyeceğini hiç düşünmem; benim için o noktada önemli değil. Sadece onca emek verdiğiniz bir çalışmanın takdir edilmesi güzel.  İlk albümümün herhangi bir ödüle aday gösterilmesi beni çok şaşırttı. İyi olmadığını düşündüğüm için değil, ama başkalarının albüme giderek artan bir ilgiyle yaklaşıp sonunda Mercury’e aday gösterecek kadar beğenmesi çılgınca geliyor. Ama sonuçta bunu hissetmek, aday gösterilmek hoş bir duygu.

Röportajlarınızda “Total Strife Forever” nedeniyle tüm yaşantınızın değiştiğini söylüyorsunuz. İki albüm arasında büyük bir dönüşüm mü geçirdiniz?

Evet, öyle oldu. İki albüm arasındaki zamanda hayatım çok değişti. Sanırım zamana bağlı olarak doğal bir gelişme bu. İkinci albümüm bana ilkine göre daha farklı görünüyor; birincide var olan fikirlerin bir gelişimi söz konusu. Bir sanatçı olarak bilinçaltında daima gelişip evrilmeye çalışmak durumunda olduğunuzu hissediyorsunuz. Hayatınızın geri kalan kısmıyla bir bağlantı kurup daha ileriye gitmek için çabalıyorsunuz. Bu sırada hayatınız da değişiyor, sanatınız gelişiyor. Birbirini besleyen bir süreç.



"ŞARKI SÖYLEMEYİ SEVİYORUM"

Öyleyse şunu sorayım; “Culture of Volume”de “Total Strife Forever”da yapmadığınız neyi yaptınız?

Daha pop bir albüm oldu. İlk albüm oldukça içe dönük, bir soyutlanma, yalnızlaşma var onda. Bu nedenle ikincisinin çok daha renkli, dışa dönük olmasını istedim. Bunun sonucu olarak da daha çok şarkı söylüyorum “Culture of Volume”de. İkisinin arasında geçen 1.5 senede sesim de gelişmeye başladı ve bu konuda kendime daha çok güven duydum. Daha çok şarkı söylemek istediğimi fark ettim. Çünkü şarkı söylemeyi seviyorum. Bu nedenle de ikinci albümde şarkı formuna ağırlık verdim. Ortaya çıkan sound da daha ana akıma yakın oldu.

Birinci albümden sonra kazandığınız başarı müzik yapma yönteminizi etkiledi mi?

Evet, etkiledi sanırım. İki albümü tam olarak bu açıdan değerlendirmek zor ama...

İki albümü dinlediğimde bana da verdiği hisler farklı. Sizin de belirttiğiniz gibi ikincide daha pop odaklı bir sound var. Sizce “Total Strife Forever”ı sevenler “Culture of Volume”den de hoşlanıyor mu?

Öyle olmasını umuyorum. İlk albüm oldukça garipti gerçekten; sıradışı vokal kullanımı vardı. O yayınlandıktan sonra kariyerimin geri kalanında ciddi olarak underground elektronik rotada ilerleyeceğimi düşünmüştüm. Neden bilmiyorum ama daha niş bir sounda doğru ilerleyeceğimi sanıyordum, oysa zaman ilerledikçe farklı oldu. İkincisi temelde bir pop albümü olmasına karşın bazı deneysel etkileri de barındırıyor ama sonuçta melodiye bağlı olarak ve pop altyapısında oluyor bunlar. TSF’ı sevenlerin COV’den hoşlanmadığını biliyorum, fakat her zaman herkesi memnun edemezsiniz. Sonuçta ben istediğim şeyi yaptım ve bundan dolayı mutluyum.

Ve artık bir pop yıldızı olmak istediğinizi söylüyorsunuz... Bazı müzisyenler için pop yıldızı olmak berbat bir durum, bitmeyen bir kabus gibi; “Bugün şimdi bunu yapmak zorundasın,” diyen bir sürü insan var çünkü etrafınızda. Sizin fikrinizi tam olarak ne değiştirdi?

Pop yıldızı olmak sizin de söylediğiniz gibi gerçekten çok çalışmayı gerektiriyor. Berbat bir durum mu bilmiyorum ama eğer her şey yolunda giderse hoş bir yaşam tarzı da olabilir. Pop yıldızı olabilmek için gerçekten şarkı yazımında, sahne performansında ve kendinizle ilgili her şeyin sunumu konusunda çok usta olmanız lazım. Doğrusunu söylemek gerekirse pop şarkıları yazmakta iyiyim ama muhtemelen pop yıldızı olmak konusunda aynı şeyi söyleyemem. Pop listelerine giren bir albümüm olmadı... Sanırım deneysel yolu seçmem daha iyi. Gelecek albümüm pop olmayacak, o nedenle pek endişelenmeme gerek yok herhalde. Ama yaşayıp göreceğiz...

Geçen yıl sizi İstanbul’da canlı izledim. Harika bir konserdi. Takım elbiseli genç bir adamın bilgisayarla kaplı bir masanın ardında tek başına durup, kendinden geçercesine, her yerinden terler damlarken çılgınca gitar çalması çok rastlanan bir durum değil ama ben çok beğendim performansınızı. Bana öyle geliyor ki içinizden nasıl geliyorsa öyle davranıyorsunuz, sahnede sizi içgüdülerinizi yönlendiriyor ve kendinizi tamamen müziğe bırakıyorsunuz. Yine de sahnede olup biteni sizin ifadelerinizle duymak isterim.

O turun son konseriydi ve harikaydı. O ana gelinceye kadar canlı performansıma dair kendime olan güvenim gerçekten artmıştı. Sahnede kendime bir tür özel dünya yaratıyorum. Ritme kapılınca başka hiçbir şey ilgilendirmiyor beni. Bir şarkıdan diğerine geçmekten başka bir şey düşünmüyorum.

Sahnede yalnızsınız bütün bunlar olurken!

Evet, bu da çok hoşuma gidiyor.

Bazı müzisyenler sahne kapısı ile sahne arasındaki yolun bir anlamda tedirginlik yarattığını ama sahneye çıktıkları anda her şeyin yoluna girdiğini söylüyor. Sizin için durum nasıl?

Sahnede olduğunuz sürece yaptıklarınızı kontrol edebildiğiniz için kendinize güven duymanız önemli. O alanı yani sahneyi siz idare ediyorsunuz. Nasıl isterseniz öyle performans sergileyebilir, istediğiniz şekilde davranabilirsiniz. Orada olduğunuz sürece yargılamalardan, yönlendirmelerden uzak bir şekilde istediğinizi yapabileceğinize dair özgürlük duygusu çok önemli. Sahnedeyken içgüdülerimle hareket etmek, bende var olan potansiyeli ortaya çıkarmak açısından iyi bir yol. Benim için sahnenin anlamı bu.



Albüme dönersek... Kayıt sırasında sizi en çok zorlayan şarkı hangisi oldu?

Muhtemelen “Hearts That Never” ya da East India Youth dönemimden önce yeşeren “End Result”. Her iki şarkının da ortaya çıkışı tüm kayıt sürecini kapladı. Şarkıların içinde bulunan farklı yapılar sürekli değişti; özellikle ‘End Result’ın son halini alması birkaç yıl sürdü. Ama sonuçta her ikisinin de son halinden oldukça memnunum.

“Carousel”, en yavaş şarkı olmasına karşın albümün temeli gibi görünüyor bana. Atlıkarınca çocukluğa dair bir metafor mu? Anlatmak isterseniz arkasındaki hikaye nedir?

O duygusal geçmişi çok yoğun bir şarkı. O kadar fazla çağrışımı var ki sözleri tek bir açıdan yorumlamak zor. Çocukken atlıkarınca sizin için tam anlamıyla özgürlük demektir; o yaşta hiçbir endişesi olmayan bir insansınız, sorumluluklarınız yok. Ama o dönemde sizi özgür yapan şeyler büyüdükçe sizi sınırlar, sorumluluklarınız artar. Atlıkarınca işte bu içinden hiç çıkamadığınız sürekli hareketi anlatıyor. Atlıkarınca dönmeye başladığında bundan hoşlanıyorsunuz ama döndükçe işler karışıyor ve o isteseniz de istemeseniz de siz ölene kadar dönmeye devam ediyor. Bunu anlatıyor.

Hayat deneyimlerinizin ilk albümünüzün sound ve karakterini belirlediği açık. “Culture of Volume”ün kaydına sızıp bu açıdan etkide bulunan belirli geçmiş hayat deneyimleriniz oldu mu?

İlk albümü kaydettiğim döneme göre sosyal hayatım tamamen farklı. İlk albümde etrafımda fazla insan yoktu, daha çok kendimle konuşma gibiydi o. İkincisinde ise artık kendime göre bir dinleyici kitlem ve belli bir muhatabım vardı. Son birkaç yılda hayatımdaki dönüşümü yansıtan bir deneyim oldu COV. O nedenle daha renkli ve pop.

Sahnede tek başınıza öyle hareketlisiniz ki, zorlandığınız anlar oluyor mu? Canlı çalması en zor olan şarkı hangisi?

En zoru “Turn Away”. Sahnede aynı zamanda bas gitar çalıp, drum pad kullanırken şarkı söylüyorum ve oldukça karmaşık bir klavye bölümü var. O şarkıyı doğru yansıtabilmek için çok enerji harcıyorum, aynı anda çok fazla şey yapıyorum. Aslında performans sırasında zor olan, eski şarkılarla yeni materyalleri birlikte çalıp onların da belirgin şekilde ortaya çıkmasını sağlamak.



"GELECEK ALBÜMÜMÜN ESİN KAYNAĞI MİMARİ"

Bugüne kadar David Bowie, Brian Eno, Harold Budd, Laurel Halo, Tim Hecker, Oneohtrix Point Never, Factory Floor ve Sufjan Stevens’ı esin kaynaklarınız arasında saydınız. Müzik dışında ilham aldığınız şeyler var mı?

Müzik dışında en büyük esin kaynağım bulunduğum çevre; etraftaki insanlardan söz etmiyorum. Yaptığım gözlem, karakter odaklı değil; daha çok atmasfer odaklı soyut gözlemler. İçinde bulunduğum veya etrafımı çevreleyen yer, belli bir yere duyulan takıntı gibi her türden garip etkiler...

Belki gelecek albümde mimari etkilerden yola çıkarsınız...

Gelecek albüm için aklımda var olan fikir tam da bu!

Bu harika! İlginç olacaktır kanımca. Birçok sanatçı özgünlüğü önce öğrenmek ve sonra da öykünme yoluyla kazanıyor. Sizin için nasıl bir süreç bu? Bir sanatçı olarak kendi sesinizi buldunuz?

Bu oldukça ilginç bir süreç. İki albümde de ortaya koyduğum gibi tek bir tür içinde kalmıyorum. Bir şarkı dans müziği türündeyken bir sonraki ambient ya da pop şarkısı olabiliyor. Böyle olunca kendi soundum, albümdeki farklılıkları da barındırıyor. Müzik yaparken herhangi bir şeyden etkilenmekten çekinmiyorum, bu konuda bir sınırlamam yok. Bir kereden fazla dinlediğim her şey bir sonraki albümde farklı bir şekilde ortaya çıkabilir. Belki belli bir sound yaratmak için birkaç yıl tamamen sese odaklanıp, onun üzerinde çalışmak gerekir. Ama ben bundan sonraki için ne olur onu bilmiyorum. İlerde göreceğiz...

Favori grubunuz hangisi?

Muhtemelen Of Montreal... Üzerimde yarattıkları etki bakımından yeri büyük, “Hissing Fauna, Are You the Destroyer?” en sevdiğim beş albümden biridir hâlâ.  British Sea Power’ın büyük hayranıyım. Müzikleri çok zengin, şarkıları duygusal ve onları dinlemek çok keyifli. David Bowie ise, bence en iyi İngiliz müzisyen, İnanılmaz iyi!

Bowie konusunda hemfikirim. İnanılmaz iyi bence de! Yaptığınız remiksler konusunda bir sorum var. Son yıllarda Wild Beasts, Sasha Siem ve Genuflex için yaptığınız remiksleri dinledim. Remiks çalışmalarınızda tercih ettiğiniz belli bir yaklaşım var mı? Yanı orijinale sadık kalmayı yoksa onu bambaşka bir şekle sokmayı mı tercih ediyorsunuz?

Geçen yıl Wild Beasts’i remikslerken şarkıyı orijinaline sadık kalarak onun üzerinde bazı değişiklikler yapmıştım. Ama son dönemdeki remikslerde olabilecek en tuhaf şeyleri yaptım. Bazıları neden henüz yayınmanmadı bilmiyorum. Duruma göre mesela 3  dakikalık şarkıyı alıp 10 dakikanın üzerine çıkarmak, uzattıkça uzatmak gibi tuhaf şeyler de yapabilirim.

İstanbul konserinizde bir noktada atmosfer bir anda kulüp atmosferine dönmüştü. Bence şahaneydi. Belli ki müziğinizde yeraltı endüstriyel tekno sahnesinin etkisi var. Bu türe ilginiz ne zaman başladı?

4-5 sene önce Londra’nın doğu yakasındaki East India bölgesinde yaşadığım sırada gittiğim rave kulüpleri vardı. Artık orada yaşamıyorum ama bir dönem epey cezbetti beni. Corsica Studios’ta gece 10’da başlayıp sabah 10’da biten endüstriyel tekno partileri olurdu. Özellikle onların üzerimde büyük etkisi oldu.

9 Ekim’de İstanbul Salon’daki konserinizi heyecanla bekliyorum. Görüşmek üzere teşekkürler!

Ben teşekkür ederim. Görüşürüz orada!

(Fotoğraflar bana aittir.)

4 Nisan 2014 Cuma

BIG EARS FESTIVAL: EN GÖRKEMLİ KULAK BAYRAMI


Bu yıl müzik alanında neler oluyor, hangi festivali izlemeli diye araştırırken gözüme sıradışı bir lineup'ın çarpmasıyla başladı Big Ears maceram. İki yıl üst üste South by Southwest'i izledikten sonra oradaki fazla ticari havadan bunalmıştım. SXSW'ya öncesinde iyi hazırlanıp gittiğim için güzel keşifler yapma olanağı bulsam da, gerçekten müziğin birincil derecede önem taşıdığı, şirketlerin reklam geçidine dönmeyen bir festival arayışındaydım. Sonunda ABD'nin Tennessee eyaletinin Knoxville kentindeki Big Ears'a katılacak isimleri görünce, "Bu festivalin arkasındaki çılgın kim? Böyle deneysel bir lineup'ı kim destekliyor?" diye merak ettim ve öğrendim ki Bonnaroo'yu da düzenleyen AC Entertainment yani Ashley Capps bu işe soyunmuş. Minimalizm akımının öncülerinden Steve Reich, Radiohead'den Jonny Greenwood, Dawn of Midi, John Cale, Television, Buke and Gase, Vatican Shadow, Tim Hecker, Dean & Britta, Bill Orcutt, Julia Holter, Son Lux, Laraaji, Rachel Grimes, Wilco'nun davulcusu Glenn Kotche, The National'dan Bryce Dessner, Oneohtrix Point Never, Low, Marc Ribot, Body/Head, Vladislav Delay, Colin Stetson, Nils FrahmEarthOren Ambarchi, Steven O'Malley, Lonnie Holley, Wordless Music Orchestra, Keiji Haino, Nazoranai, Jenny Hval, Mark McGuire gibi farklı türlerde müzik yapan çok sayıda sanatçı/grubu bir araya getirdiği için Big Ears'ı düzenleyenleri tebrik etmek lazım. Klasik müzik, avangard, deneysel, rock, elektronik müzik, folk, modern klasik, tekno, caz, ambient vs. ticari müziK dışında ne ararsanız vardı festivalde; bugüne kadar gördüğüm en eklektik lineup'tı kesinlikle. Eklektik olmakla da kalmayıp, müzisyenler arasında festivale özel gerçekleştirilen işbirlikleriyle çok farklı bir programı vardı. Bütün bu isimleri liste halinde görünce, müthiş heyecan bir duydum. Festival yetkilileri ile yazıştıktan sonra da etkinliği yerinde izlemek üzere davet aldım.

Herhangi bir neden olmasa ziyaret edeceğim bir kent değildi Knoxville; ancak festival dolayısıyla kent merkezindeki ufak bir bölgenin içinde kalan tiyatro/konser salonları ve sanat müzesinde gerçekleştirilen etkinlikler, birden orayı benim için en ilginç yer haline getirdi. Big Ears, ilk olarak 2009'da düzenlenmeye başlamış ama 2010'da yaşanan organizasyon/booking sorunlarından sonra ara verilmiş. Bu yıl tekrar kente dönüşü, yarattığı hareketlilik nedeniyle Knoxville'de epey sevince neden olmuştu.

Big Ears'ın en temel özelliği, daha önce de belirttiğim önceliği tamamen müziğe vermesi ve deneysel isimleri buluşturan lineup'taki çeşitlilik. Ancak diğer festivallerden ayrılan başka nitelikleri de var. Böyle iddialı bir festivalin Knoxville gibi pek turistik olmayan bir kentte yapılması, oraya sadece müzik için gelenlerin sayısında artışa neden oluyor. "Hazır gelmişken şu festivale de bakalım" diyen yok etrafta; insanlar başka bir festivalde izleyemeyeceklerini bildikleri müzisyenler için özellikle geliyor kente. Etkinlik popüler/ticari müziğe kapalı olduğundan gelenler de onbinlerle değil, ancak binlerle ölçülüyor şu anda. Öğrendiğime göre bu yıl, toplam 2000 kişi festivali izlemiş.

Durum böyle olunca, festival zamanı kentteki otel fiyatları da anormal seviyelere çıkmıyor. Cuma, cumartesi ve pazar gününü kapsayan üç günlük etkinlik boyunca çevredeki en lüks otellerin gecelik fiyatı bile Avrupa'da 3 yıldızlı bir otelin gecelik fiyatından ucuz. Üstelik festival katılımcılarına özel fiyatlar uygulanıyor. Ayrıca belirtmekte fayda var; festival bileti üç gün için 150 dolardı, tek günlük biletler de satılıyordu. Sunulan çeşitlilik ve özellikle dinlenilecek müziğin kalitesi düşünüldüğünde, oldukça iyi bir rakam bu.

Bunca yıldır yaşadığım festival deneyimlerinden sonra şunu söyleyebilirim ki, orta boy bir festivali tercih etmenin faydalarından birisi, birbiri ile çakışacak etkinliklerin sayısının da azalması. Büyük ölçekli bir festivale gittiğinizde belki ilk anda gördüğünüz isimlerin çokluğu insanı etkiliyor ama festival sonunda bir de bakıyorsunuz ki siz o etkinliklerin ancak beşte birini görebilmişsiniz. Big Ears'ta da bir iki çakışma oldu ama etkinliklerin yüzde 90'ını yakalamak mümkündü. Bunu sağlayan nedenlerin arasında, hem mekanların birbirine çok yakın yürüme mesafesinde olması, hem de hangi etkinliğe gitseniz içeri mutlaka girebilme olanağının bulunması da var. Oysa SXSW gibi bir festivale gittiğinizde büyük/popüler isimlere akın olduğundan, ya kura çekiliyor ve siz o kurayı kazanırsanız içeri alınıyorsunuz ya da kapasite aşımı nedeniyle dışarda kalmamak için konser başlamadan epey önce kapıda oluşan sırada uzun süre bekliyorsunuz.

Big Ears'ta gündüz gerçekleşen konserler birer saat, akşam saatlerine alınanlar, mesela Steve Reich'ın eserlerinin çalındığı performanslar ve Television, John Cale gibi headliner statüsünde görülebilecek isimlerin konserleri de 1.5-2 saat olarak planlanmıştı. Bütün etkinlikler kapalı mekanlarda gerçekleştirildi ve ses sistemleri hepsinde fark edilir derecede iyi ve sorunsuzdu. Bütün bu özellikleri alt alta yazdığımda, Big Ears'ın katılımcılara iyi bir festival deneyimi yaşatmanın en gerekli şartlarını sağladığını gözlemledim. Fiziki koşullar mükemmele yakındı ve bunun yanında asıl önemli olan da müzik olağanüstüydü.

STEVE REICH VE BİR DÖNÜM NOKTASI



Steve Reich, tam olarak adı konmasa da festivalin onur konuğuydu. Açılışa katılıp kısa bir konuşma yaptı, kendisi "Clapping Music" adlı eserini Ensemble Modern'in orkestra şefi/besteci Brad Lubman ile birlikte icra etti (Reich, festivalde bu eseri ayrıca açılış günü So Percussion üyeleriyle icra etti. Aşağıda onun videosunu paylaşıyorum.), "Electric Counterpoint" adlı eserini Jonny Greenwood yorumlarken, Radiohead'in şarkılarından esinlenip bestelediği "Radio Rewrite"ı ve "Music for 18 MusiciansEnsemle Signal çaldı, ayrıca Ashley Capps'in yönettiği bir oturuma bizzat katılıp izleyicilerin sorularını yanıtladı. Benim için festivalin en önemli anlarından birisi, Reich'ı, 1972 tarihinde yazdığı ve iki insanın tamamen el çırparak çaldığı "Clapping Music"i icra ederken dinlemekti. İnsan bedeninden başka bir enstrümana ihtiyaç olmadan çalınabilecek bir müzik yaratma fikrinin ilham verdiği bir besteydi bu ve müzik tarihi açısından, müziğin yaratım sürecinde geçirdiği aşamaları, çarpıcı şekilde ortaya koyması bakımından son derece enteresan bir bulguydu. Aynı zamanda da bugüne kadar gördüğüm performanslar arasında benim için bir dönüm noktası oluşturacak kadar önemliydi.

Jonny Greenwood'un "Electric Counterpoint" performansı ise, festivalin en unutulmazlarındandı. 1987 tarihli beste, birbiri ardına duraklamadan çalınan "hızlı", "yavaş" ve "hızlı" adlı üç bölümden oluşuyor ve toplam 15 dakika sürüyor. Bir gitaristin, daha önceden kaydettiği bir kayıt akarken, ona karşı solo icrası ile çalınıyor eser. Greenwood'un performansı öylesine akıcı ve ustaydı ki, Reich'ın dehası ile birleşince ortaya çıkan müziğin güzelliğini kelimelerle anlatmak pek olanaklı değil. Greenwood'un festivale katılımı bununla sınırlı değildi elbette; ayrıca onun imzasını taşıyan film müzikleri ve yeni bir bestesi de Wordless Music Orchestra tarafından yorumlandı. Reich'ın soruları yanıtladığı oturumda söylediği gibi, Greenwood ve Bryce Dessner, müzik dünyasında örneği az olan türde iki müzisyen. Aslında klasik müzik eğitimi alan ama aynı zamanda rock yıldızı olan ve yetkinliklerini her iki türde de kanıtlamış müzisyenler ikisi de.

Festivalde beni en çok neyin çarptığını soracak olursanız, Steve Reich'ın "Music for 18 Musicians" adlı eserinin Ensemble Signal tarafından icrasını söylerim. Reich'ın 1974-76 arasında yazdığı eser, 18 müzisyen ile çalınıyor; sürekli yinelenen tekrarlar nedeniyle daha az müzisyenle çalınmaması gerekiyor. 11 akor temelinde oluşan bir döngü var eserde; her bir akorun çevresinde gelişen müzik parçası sonunda orijinal döngüye evriliyor. Bu şekilde soyut bir şekilde anlatınca belki bu konuda fazla bilgisi olmayanlara fazla bir şey ifade etmeyebilir ama eser çalınırken akorlar etrafındaki tekrarlar insanı adeta hipnotize ediyor. Müzisyenlerin sanki kurulmuşcasına, pür dikkat enstrümanları çalışı, vokalistlerin çıkardıkları seslerin tonlamalarındaki ve nefes alışlarındaki ayrıntılar, birbirleriyle olan kusursuz uyumları, hayranlık uyandırıyor. Bu eserin kaydını daha önce çok dinledim ama canlı yorumlanışına ilk kez Big Ears'ta tanık oldum. Hiç tereddütsüz söyleyebilirim ki, bugüne kadar gördüğüm en çarpıcı orkestra performansıydı. 18 müzisyeni sanki mekanik bir saatin iç mekanizmasındaki unsurlar gibi düşündüm; hepsi birbirine bağlıydı ve mekanizmanın mükemmelliği her birinin hatasız işleyişinin sonucuydu. Orkestralar için bu zaten kuraldır diyebilirsiniz ama "Music for 18 Musicians"daki hepsinden ayrı bir seviyede bana göre. Bir konserde bu eserin çalındığını duyarsanız ne yapın edin kaçırmayın onu.

Big Ears'ta gördüğüm performanslar arasında altını birkaç kez çizmek istediklerimden bir diğeri saksofoncu Colin Stetson'a ait. Boyun damarlarını patlatacakmışcasına yüzü kıpkırmızı olana kadar büyük bir güçle üflüyor enstrümanına, yere ter damlalarını savururken "kanıyla canıyla çalıyor!" dedirtiyor insana. O, hiç yorulmayacakmış gibi alto, tenor ve bas saksofonların birini alıp diğerini bırakırken, çıkardığı seslerle Scruffy City Hall bütünüyle sarsıldı. Stetson'ı dinlerken, öyle müzik yapabilmek için hem fiziki üstünlük hem de beynin epeyce gelişmiş olması gerek dedim içimden. Daha önce hiç görmediğim bir saksofon deneyimiydi.

TELEVISION: CBGB SAHNESİNDEN BIG EARS'A

Big Ears'ta en büyük heyecanı yaratan gruplar arasında elbette 1970'lerde New York'un CBGB sahnesinde doğup o günlerden yana varlığını sürdüren art punk grubu Television da vardı. 70'lerde onları canlı dinlemeye yaşım müsait değildi, bir araya geldikleri 90'larda konserlerine gitmek için olanağım yoktu, tekrar konser vermeye başladıkları 2001'den bu yana da canlı dinlemeyi en çok istediğim gruplardandı. 37 yıl sonra sonunda Tom Verlaine'i "Marque Moon"u söylerken ve gitarıyla kusursuz sololar atarken dinledim! İyi müzik yapmak ile iyi müzik icra etmek gibi iki önemli özelliğe aynı anda sahip Television. Verlaine ile birlikte Billy Ficca, Fred Smith ve Jimmy Rip'in sahnedeki hakimiyeti, aradan geçen yıllara meydan okumalarına yetiyor. 1992'de çıkan "Television" adlı albümlerinden sonra nihayet yeni bir albüm hazırladıkları yolunda haberleri okuyoruz bir süredir. Tom Verlaine, hızlı üreten bir müzisyen değil belki ama ne yaparsa iyi yapacağından ve onun da içinde yenilik taşıyacağından kuşkum yok. Big Ears'ta bugüne kadar yayınladıkları üç albümden de çaldıkları şarkılar, Television'ın sahnede hala taş gibi sağlam duruşunun en son örneğiydi ve bu açıdan takdiri hak ediyordu.




BIG EARS ELEKTRONİK MÜZİĞİN EN YARATICI İSİMLERİNİ AĞIRLADI

Big Ears Festival, elektronik müziğin son yıllardaki en yaratıcı müzisyenlerini de ağırladı. Drone/ambient müziğin daha geniş kitlelere yayılmasında epey emeği geçen Tim Hecker, gece yarısından sonra çıktığı sahnede, tek başına yaptığı müzikle kocaman bir tiyatro salonunu zangır zangır titretirken, tarif etmek gerekirse koltuklara gömülerek onu dinleyenleri boyunlarından tutup karanlık bir boşluğa doğru sallandırdı. Günün koşturmacasını unutup farklı diyarlara göçmek için ideal bir ortamdı.

Üstelik Vatican Shadow'un dark ambient/deneysel tekno ritimlerine kapıldıktan sonra Hecker'ı dinlemek, o karanlığın yoğunluğunu iki katına çıkardı. Uzun süredir yayınladığı müzikleri ilgiyle izlediğim Vatican Shadow'u iyi bir ses sisteminin olduğu bir ortamda canlı dinlemek, yıllar önceki kulüp günlerini anımsattı. Kimsenin kimseyi takmadığı, kafaların bir öne bir arkaya sallanıp herkesin kendini müziğe teslim ettiği, bedenlerimizin ritimlerin emirlerine itaat ettiği günler... Gece saat geç olduğundan mı yoksa o tür müziğe daha az ilgi gösterdiklerinden mi bilmiyorum, bir ara salondaki kitleye baktığımda sadece dokuz kadın gördüm. İçimden, "bu kaçırılır mı?.." demeden edemedim; festivalin en etkileyici, en tutkulu, en yoğun performanslarından biriydi çünkü.

Minimalist elekronik müzik denilince akla ilk gelen en yetenekli müzisyenlerden Oneohtrix Point Never, gerçek ismiyle Daniel Lopatin, Big Ears'taki performansında mükemmel bir tuhaflıkla derin bir anlatım gücünü buluşturdu. Belki elektronik seslerle yarattığı sentetik sound soğuk ve anlaşılması zor bulunabilir ama doğaya ve insanlığa ses öbekleriyle getirdiği yorum, özgün bir karakter taşıyor. Sahneye yerleştirilen büyük bir ekrana yansıyan soyut şekillere eşlik eden müziği, dinleyicilerin de çabasını talep eden özel bir karakter taşıyor. Çok açık ki, herkese göre değil o müzik ama eğer bir yerinden içine girebilirseniz, büyüleyici sesler arasında yolunuzu şaşırıyorsunuz.



Geçtiğimiz aylarda İstanbul'da Kontra Plak'ta düzenlediğimiz Dinleme Odası'nda "Dysnomia" adlı albümlerini incelemeye aldığımız Dawn of Midi, Big Ears'ta öne çıkan gruplardandı. Basta Aaakaash Israni, piyanoda Amino Belyamani ve davulda Qasim Naqvi'den oluşan grup, sahnede klasik bir caz üçlüsü gibi görünüyor ancak onlardan söz edilirken sık sık elektronik müzik referansları kullanılması boşuna değil. Albümü dinlerken de yaptıkları müzik için akustik minimal teknonun cazla buluşması diyordum. Üç enstrümandan çıkan sesler ritimler etrafında bütünleşirken, ortaya çıkan melodiler caza özgü altyapılarda kurgulanıyor. Festivalde ayakta alkışlanan Dawn of Midi'nin adının bundan sonra daha çok duyulacağından eminim.




Emeralds'ın eski üyelerinden multi-enstrümantalist Mark McGuire, 2007'den beri sürdürdüğü solo kariyerinde, gitar loop'larını kullanarak, fantastik bir elektro-akustik indie pop soundu yaratıyor. Saykedelik etkileri elektronika ile bir araya getiren son albümündeki şarkılarını, "bir bireyin dünyayı ve kendisini daha iyi anlamak için çıktığı seyahat" olarak tanımlıyor. Hayal dünyasına dalmak istiyorsanız, orada size eşlik edecek müziğin yaratıcısı Mark McGuire olabilir. Nitekim gitarını çalarken kendisi de başka bir evrende gibi görünüyor. Ancak güçlü bir vokali olmadığından şarkı söylemeye başladığı anda bu etki biraz zayıflıyor bana göre. Sahnede tek başına gitarı ve efekt pedallarıyla çaldığı müzik, insana umut veren pozitif bir his yaratıyor.



Big Ears'a gitmeden önce en çok merak ettiğim isimler arasında Lonnie Holley baş sıralardaydı. 64 yaşında Amerikalı bir sanatçı kendisi. Zorlu bir çocukluk ve yetişkinlik dönemi geçirmiş; bir yangında kızkardeşini ve yeğenini kaybettikten sonra kendisini sanata vermiş, Amerika'da önceleri çöplerden topladığı objelerle yaptığı heykellerle tanınmış. Yıllar içinde Smithsonian gibi prestijli kurumlarda çalışmaları sergilenen bir sanatçı haline gelmiş ama yaptığı müzikler bugün onun da önüne geçmiş durumda. Bir Nord Electro'nun önünde oturup, çatallı sesiyle yaşamdan gerçek olayları, o anda konser salonunda olanları, köleliğe, topluma dair derin düşünceleri yarı konuşur bir şekilde söylerken verdiği his o kadar gerçek ki, söyledikleri aklınıza çakılıyor. Amerika içinde çeşitli kentlerde sürdürdüğü performansları kulaktan kulağa yayılıp ünlenirken, ilk albümünü Atlanta'da faaliyet gösteren Dust-to-Digital plak şirketinin sahibinin onu sahnede görmesinden sonra 2010 yılında çıkarmış. İlk albümünü çıkarmak için çalkantılı hayatındaki bütün o deneyimleri yaşaması gerekmiş sanki. Bilgece ve olabildiğince doğrudan söylenen sözleriyle bir öykü anlatıcısı Lonnie Holley.

Kanunu elektronik bir alete çevirip New York'un ünlü parklarından Washington Square Park'ta çalarken Brian Eno tarafından keşfedilen müzisyen Laraaji'nin meditasyon odaklı müziğini dinlemek, benim için Türkiye'deki kaos dolu ayların ardından müthiş rahatlatıcı oldu. Yarattığı huzur verici atmosferden, programındaki bütün usta müzisyenlerin performanslarına kadar bütünüyle çok iyi organize edilmiş örnek bir festivaldi Big Ears. Bana sorarsanız, SXSW'ya gidip birkaç katı para harcayıp müzik açısından tatmin olamayıp dönmektense, Big Ears'a gidin kulaklarınız ve ruhunuz bayram etsin. Ne de olsa Steve Reich'ın dediği gibi, Big Ears, "ne istiyorsa onu çalan müzisyenlerin" ve ne istediğini bilip umduğunu bulan dinleyicilerin yer aldığı birinci sınıf bir festival.


Big Ears Festival'ı konu ettiğim iki Vegan Logic radyo programımın kayıtlarına ulaşmak isterseniz:
Vegan Logic Big Ears Festival Part I
Vegan Logic Big Ears Festival Part II

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

30 Kasım 2011 Çarşamba

Wild Beasts’ten kusursuz performans


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 1 Aralık 2011

Yılın en heyecanla beklenen konserlerinden birisi salı akşamı gerçekleşti. Alternatif müziğin önde gelen gruplarından Wild Beasts, ikinci İstanbul konserini Babylon’da verdi.

Geçen yıl Efes One Love Festival’da açıkhavada dinlemiştik grubu. Aynen o konserdeki gibi, Babylon konserinde de şarkılarından yansıyan içtenlik, salondaki herkesi etkisi altına aldı. Ama etkilenen belli ki sadece dinleyiciler değildi; bir ara grubun vokalisti Hayden Thorpe şarap kadehini dinleyicilerin şerefine kaldırıp, “Son 6 ayda 100 farklı yerde konser verdik. Ama hiçbiri İstanbul’daki kadar sıcak değildi” dedi.

Konser öncesinde grubun mükemmel sese sahip iki vokalisti Hayden Thorpe (HT) ve Tom Fleming’le (TF) buluşup konuşma fırsatı da buldum. Ama ondan önce de Babylon'un önünde yapılan akustik "Long Way From Home" çekimine tanık oldum. Hayden ve Tom'un birlikte yorumladıkları "Bed of Nails"in bir bölümünü videoya kaydettim.



Müzikle ilgili ilk anılarınızı, geçmişinize baktığınızda müziğin hayatınızda belirleyici olduğu anları merak ediyorum.

TF: Ben kişisel olarak ailem dolayısıyla müzikle çok iç içe büyüdüm. İnsanların piyano etrafında toplanıp şarkı söyledikleri bir ortam vardı. İlk gençlik dönemlerimde “Belki ben de bunu yapmaktan hoşlanabilirim” diye düşünmüşüm; daha sonraki yıllarda “Ben bunu yapabilirim” halini aldı bu düşünce. O yıllarda ilk plağımı alıp, ilk esin kaynaklarımı buldum.

Neydi aldığınız ilk plak?

Neydi?.. Aldığım ilk plaklar, Take That, Queen ve bazı saçma şeylerdi ama daha sonra Jimi Hendrix ve John Coltrane’i keşfettim.

HT: Ben tam tersine müzikle hiç ilgili olmayan bir ortamdan geliyorum. Müzik her zaman sadece bana ait bir şeydi. Beni gerçek dünyadan ayırıyor, ayrı bir evren sunuyordu. O nedenle müzikle ilgim tamamen kişiseldi. Hayran olduğum, kendimi bulduğum, ruhuma hitap eden müziklerle ilişkim çok bencil bir ilişkiydi. Geri planda bu altyapı olunca, müzisyen olmak ve çok iyi müzik yapmak istedim.

O günlerden bu yana çok önemli bir yol kat ettiniz. Alternatif müziğin en başarılı gruplarındansınız. Bu yıl çıkan “Smother” da 2011’in en iyi albümleri listelerinde. Kısa zamanda geldiğiniz bu noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

HT: Aslında öyle başarılı hissetmiyorum. Beş yıl önceki durumumuzu düşünecek olursak, o zamanki başarı tanımıyla şimdiki aynı değil. Belki de şöyle diyebiliriz; müzik yaptığınız anda dinleyiciye ulaşma kapasiteniz, onlardan aldığınız geri dönüşüm belirliyor başarı duygusunu. Yapmak istediğinizi yapabiliyorsanız, aldığınız tatmin artar. Sonunda elinizde kalan odur çünkü.

TF: Daha gençken öfkeli albümler yaparsınız. İlk albümünüzde tüm dünyaya görüşlerinizi haykırmak istersiniz. O zaman öyle bir albüm yaptığınızda mutlu olursunuz ama zaman geçince daha olgunlaşır, hayata dair karmaşık duygularınızı tümüyle gözden geçirirsiniz. O zaman da bunu yapabildiğiniz bir albüm ortaya çıkarsa o mutlu eder sizi. Dolayısıyla beklentiler, başarı kriterleri değişkendir.

İkinci stüdyo albümünüz "Two Dancers", geçen yıl müzik dünyasının önemli ödüllerinden Mercury’e aday gösterildi. O konuda neler hissettiniz?

TF: O gerçekten harika bir olaydı. Nasıl algılandığımıza ve gelişimimize işaret eden bir göstergeydi.

HT: Biz o albümü daha iyi ya da daha kötü yapmış değiliz. İçindeki şarkılar bizim her zamanki duygularımızı, her zamanki yaklaşımımızı yansıtıyor. Demek istediğim yaptığınız çalışmalar çok çabuk bir şekilde eskiyebilir. Aslında söylemeniz gerekenleri bir albümde söyleyince, artık onu daha fazla yinelemeniz gerekmiyor. Ama konserlere çıktığınızda aynı şeyi defalarca tekrarlıyorsunuz. Elbette bu güzel bir şey; çünkü onu paylaşıyorsunuz. Ama biz grup olarak hep daha ileriye bakmak, gelişim sürecini sürdürmek istiyoruz.



"Smother"da daha minimal, daha dingin bir sound var. Buna yönelmenizin nedeni neydi?

TF: Sanırım bir nedeni, benim son zamanlarda oldukça fazla elektronik, ambient müzik dinlemem. Ayrıca öncekilerin bire bir benzeri değil de, sanki bir B-Side albüm gibi daha sessiz, daha yavaş ve romantik bir albüm yapmak istedik.

HT: Bu zaman içinde ortaya çıkan olgunlaşma ile ilgili. Ne kadar cesur olduğunuz düşüncesinin ardına daha az gizlendiğinizde, gerçek kimliğiniz daha çok ortaya çıkar ve daha insani bir hal alırsınız. Şarkılarda ortaya çıkan bu değişimde hepimizin payı var. Daha insani. Ayrıca bu, şarkının karakteri için iyi olanı bulmakla ilgili bir arayışın sonucu. Eğer birisi tek bir nota çalıp şarkının geri kalanında hiçbir şey yapmayacaksa ve şarkı için iyi olan da buysa öyle yapılmalı.

İngiliz romancı Martin Amis, “Anlattığınız öykülerde sizinle ilgisi olmayan karakterler için inanılabilir kuramsal argümanlar yaratabilirsiniz” diyor. Şarkılarınızdaki kahramanlar siz kendiniz misiniz, yoksa Martin Amis’in dediği yöntemi mi izliyorsunuz?

TF: Bence bu şarkıya göre değişir. Ama şunu söylemek isterim. Bir şarkıcının söylediklerine güvenmek tehlikeli olabilir. Çünkü söylediği şeyde tam bir açıklama yoktur. Soru sordurabilir, merak uyandırabilir ama tanımlayıcı değildir.

HT: Bence kesin yargılar olamaz. Bir şarkıda nasıl hissettiğinizi yazdığınızda aslında kısa bir zaman dilimi içindeki ruh halinizi aktarıyorsunuz. Bir anlamda bir karikatür haline geliyorsunuz. Çünkü açık ki, hayatınızın her döneminde aynı hissedemezsiniz. Ama bir şekilde o karakteri ortaya çıkarmış oluyorsunuz. Sizden ilham alan ayrı bir karakterdir artık o. Kitaplar, şarkılar ve resimler de bir duyguyu alıp onu yoğunlaştırarak yarattığı hissin etkisini artırıyor. Böylece her şey daha büyük ve daha çarpıcı hale geliyor. Aynı şeyi bir mısra ile, bir resimle bir melodi ile farklı şekillerde anlatabilirsiniz. Çok güçlü bir şey bu.

Şarkı yazımı söz konusu olduğunda ne kadar demokratik bir grupsunuz?

HT: Diğer gruplarla karşılaştırırsak, çok demokratik. Eşitlikçi, tam olarak paylaşımcı bir çalışma yöntemimiz var. Eğer gruptan tek bir unsuru çıkarırsak aynı kalamaz. İşbirliği halinde en iyisini ortaya çıkardığımızı düşünüyorum. Grup olmanın sırrı da bu değil mi aslında? Anahtar kelime ortak çalışma.

Grubun katalizörü diye adlandırabileceğimiz birisi yok mu bu durumda?

TF: Şarkıların yazımı Hayden ve benimle başlıyor. Daha sonra diğer arkadaşlarımızın da katkılarıyla farklı yönlere gidiyor. Bence grupların o farklılıklara yol açması gerekir. Bir şarkı yaparken başlangıçta düşünülenin dışında gelişmeler her zaman olabilir. Grup olmanın anlamı ve gereği de bu etkileşim.



Şarkı sözlerinizde hayal kırıklığı, kırılganlık ve şehvet duyguları hakim. Bunun arkasında belli bir neden var mı?

HT: İnsan doğasındaki karmaşa ve duyguların ikiyüzlülüğü bunun nedeni. İnsanı tüm yönleriyle ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Özellikle aşk şarkılarındaki "Seni çok seviyorum" ya da "Senden nefret ediyorum" şeklindeki tek boyutlu bakış açısı utandırıcı. Amacımız, bu duyguları daha vakur ve karmaşık şekilde aktarmak.

TF: Bence erkek cinselliğini yansıtan bakış açısından kaynaklanan bir sorun var. Bilirsiniz, hep "Ben bir erkeğim, güçlüyüm" şeklindedir o bakış açısı. Çoğu erkek kendisini çok güçlü gördüğü için o söylemin dışına çıkmak istemiyor; örneğin hadım edilmek hakkında yazamayacak kadar güçlü hissediyorlar kendilerini.

Röportajlarınızda seksin insan üzerinde yarattığı etkiyi çok ilginç bulduğunuzu söylüyorsunuz. Cinselliğin ardındaki güç ilişkisi hakkındaki görüşünüz nedir?

HT: Ben modern toplumda bunun çözümlendiğini sanmıyorum. Gerçekte sonsuza kadar da böyle kalacaktır. Çünkü bu ilişkiler tam olarak tanımlanamıyor. İçgüdü ya da dürtülerle ilgili bir konuda meşru olanı tanımlamak için topluma bazı düzenlemeler getiriliyor. İnsanlar sokakta birbirini bu yüzden öldürmesin diye sık sık uyarılar yapılıyor. Bütün bu karmaşa bizim için mükemmel bir kaynak. Ama duyduğumuz müziklerin büyük bir kesimi, bu tür konulara değinmeyip insanlar için adeta güvenli bir alan yaratmayı amaçlıyor. Ev kadınları için yapılan bir müzik sanki... Oysa biz, "Hayır, aslında işler öyle yürümüyor" dediğimizde heyecan duyuyoruz. Bu şuna benziyor. İlk gençlik dönemlerinizde bilmediğiniz konularda bir kitap okur ya da bir film izlersiniz ve o anda "Aman Tanrım! Demek bu işler böyle oluyormuş!" dersiniz. Bence müzik de böyle olmalı. Günlük hayatta konuşulamayanlardan söz etmeli.

TF: Türkiye'de hakim kültür tam olarak nasıl bilmiyorum ama İngiltere'de bu tür konuların üzerini kapatıp örten bir kültür var. Bunlar konuşulmadıığı için de müzik tersini yapmalı; söylenmeyeni söyleyip işin diğer yüzünü göstermeli.

“Smother”ı bir manzara ile örtüştürmek isteseniz neresi olurdu? (Not: Bu, bundan sonraki iki soruyu, müzisyenlerin hayalindeki imajlar ve disiplinlerarası sanatla ilgili aklımı kurcalayan bir konuya yanıt bulma çabasında olduğum için, fırsat oldukça müzisyenlere yöneltmeye çalışıyorum.)

HT: Manzara olarak kesinlikle büyüdüğüm göller bölgesindeki dağlarla örtüşür. Dağa karşı betondan bir deponun üzerine oturur yazarsınız. O boşlukta teselli ve umut bulursunuz.

Londra Tate Modern'de yürütülen bir proje var. Müzisyenleri galeriye davet ediyorlar ve size ilham veren bir sanat eseri seçip onunla ilgili bir şarkı yazmanızı istiyorlar. Sizi davet etseler hangi sanat eserini seçerdiniz?

HT: Gerçekten mi? Bilmiyordum o projeyi. Ben Edward Munch'ün "Madonna" adlı eserini seçerdim.

Neden?

Çünkü ürkütücü ve çok karanlık, neredeyse renksiz. Aynı zamanda gerçekten çok güzel ve seksüel açıdan cezbedici ama bu şehvetle ilgili değil. Oradaki cezbediciliğin çok yumuşak bir karakteri var; görüntünün ardındaki ruh çekici olan.

(Bu yanıtı duyduğum andan beri Wild Beasts'in "Madonna" için yapabileceği şarkıyı merak ediyorum. Hadi Tate Modern yetkilileri, çağırın grubu müzeye de duyalım bu ilginç tanıma yol açan ilhamın sonucunu!)

"Smother", bu yılın en iyi albümleri listelerinde en üst sıralarda; bir kısmında da birinci. Peki sizin bu yıl dinlediğiniz en iyi albüm hangisi?

TF: Oneohtrix Point Never'ın "Replica" adlı albümü. Son zamanlarda en çok onu dinliyorum. Daha önce yaptıklarından sonra büyük bir adım bu. 2011'de beğendiğim başka albümler de var ama o hepsini geçti.

HT: Ben de aynısını söyleyeceğim. Albümü yolda yürürken dinlerseniz, adeta kaldırımların yerinden oynadığını hissettiriyor size. İnsanı mükemmel bir şekilde allak bullak ediyor, kafanızı çok güzel karıştırıyor.

-

Translate