Ian Curtis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ian Curtis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2013 Salı

VEGAN LOGIC XXII- EN SEVDİĞİM ERKEK VOKALLER-


20.05.2013 tarihinde Dinamo FM'de (103.8 live.dinamo.fm) canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı ve şarkı listesi. (Programın bir yerinde şarkı sıralamasını şaşırdım ve anons hatalı oldu, sonra da diğer anonsu zor toparladım ama kusura bakmayın, canlı yayında bazen oluyor böyle aksilikler.)







1- Brendan Perry - Wintersun
2- Scott Walker - Alone (Jacques Brel cover - live @ BBC/1969)
3- Marc and the Mambas (Marc Almond) - Black Heart
4- Tindersticks  (Stuart Staples) - (Tonight) Are You Trying to Fall in Love Again?
5- David Sylvian & Ryuichi Sakamoto - Forbidden Colours
6- Mark Lanegan - Deep Black Vanishing Train
7- Leonard Cohen - A Thousand Kisses Deep (Recitation) - Live in London
8- Nick Cave and the Bad Seeds - Opium Tea
9- Nick Drake - Northern Sky
10- Joy Division (Ian Curtis)  - Transmission
11- The Sound (Adrian Borland) - Total Recall
12- Depeche Mode (Dave Gahan) - Should Be Higher
13- David Bowie - I’m Deranged (reprise)
14- Morrissey - Whatever Happens, I Love You

-

2 Kasım 2012 Cuma

The Twilight Sad: Tutkulu Karanlık


© Zülal Kalkandelen / 2 Ekim 2012

Her konserden sonra kendime sorduğum bir soru var. “Bu konseri iki ya da üç kelime ile doğru tanımlamak için hangi sözcükleri seçersin?” Sorunun kaynağı, yıllardır gazete yazılarına başlık bulma çabasından doğdu. Gazete yazılarında başlığın önemi ayrıdır; doğru sözcükleri seçmediğinizde yanlış izlenim yaratmanız kaçınılmaz olur. O nedenle konser sırasında ve hemen ardından aklımın içinde hep sözcükler döner durur. Artık herhangi bir konseri gazeteye yazmayacak olsam da, bu bir alışkanlık halini aldı.

The Twilight Sad konserinden sonra eve dönerken başlığı bulmuştum: Tutkulu Karanlık. Bu iki sözcük olmadan anlatılamayacak bir grup söz konusu. Yıllar önce şarkılarını ilk dinlediğimde beni çeken şey de yine aynı özellikleri olmuştu. Müzikleri, karanlık, soğuk, derin ve çok tutkuluydu. 7 ay önce SXSW’da onları ilk kez canlı dinlediğimde ise gerçekten çarpıldım. Bunun en büyük nedeni, o zaman da yazdığım gibi, vokalist James Graham’di. İnsanı olduğu yere zımbalayacak güçlü bariton sesinden İskoç aksanıyla çıkan kelimeler yine aynıydı ama şarkı söylerken kendini konser ortamından alıp ayrı bir atmosfere taşıyışına, gözlerinin sadece akları görünecek şekilde dönüşüne, parmaklarının ucunda yükselip tüm bedeninin elektriğe tutulmuş gibi gerilişine tanık olunca etkilenmemek olanaklı değildi. O zaman da yazdığım gibi, karşımda tutkusuyla Ian Curtis’i hatırlatan genç bir adam vardı. Müziğin onda uyandırdığı bedensel ve ruhsal titreşimler, konser sırasında bana da geçmişti.

Bu yıl, çıktığı günden beri üçüncü albümleri “No One Can Ever Know”u dinlemediğim gün olmadı. Özellikle “Nil” isimli şarkı adeta saplantı haline geldi; ama yanlış anlaşılmasın, hiç kurtulmak istemediğim saplantılardan biriydi bu. Grubun İstanbul’da konser vermesini çok istediğimi bildiği için Pozitif’ten Murat Abbas, bir gün bana müjdeyi verdi. Tarihi de unutmuyorum: The Twilight Sad’in 1 Kasım’da konser vereceğini 9 Haziran 2012’de öğrendim ve o günden beri deftere çentik atarak bekledim bu günü. Dünya Vegan Günü’ne denk geldiğinden benim için ayrı bir heyecan kaynağı oldu.

Babylon’daki konseri izlemek için sahnenin en önünde yerimi aldım. Çoğunlukla konserleri asma kattan dinlemeyi tercih ediyorum ama açıkçası bu defa yukarda kalırsam aşağı atlamaya kalkabilirim diye çekindim. Bazı gruplar vardır; onları dinlerken kendinizi kontrol etmeniz zordur. Benim için The Twilight Sad onlardan birisi.

Sonunda saat 22.50 civarında sounda uygun olarak oldukça karanlık bir atmosferde sahneye çıktı grup. Bateri, klavye, gitar, bas ve vokalde yer alan beş müzisyenin çıkardığı ses Baylon’u yıkabilecek güçteydi desem abartmış olmam. Konser sırasında bir tek vokalin geride kalışı olumsuz bir durumdu. Grubu daha önce Teksas’ta tek katlı, çok ufak bir mekanda dinlemiştim; orada ses sistemi iyi değildi ama James Graham’in vokali daha gür çıkıyor ve net duyuluyordu. İstanbul'da ise en önde olmama karşın sesini yeterince duyamadım; ancak yine de grubun performansına diyecek söz yoktu.

Bugüne kadar yayınladıkları üç albümden seçilen şarkılardan oluşan karma bir setlist yapmış The Twilight Sad. 2007 albümü “Fourteen Autumns & Fifteen Winters”dan 3, 2009 albümü “Forget the Night Ahead”den 3 ve bu yıl çıkan “No One Can Ever Know”dan 6 şarkı dinledik. Ben konserin önemli bir kısmını gözlerim kapalı dinledim ve kendimi müziğe kaptırıp epeyce dağıldım. Bir ara diğer dinleyicilere göz gezdirdim; sanırım benim kadar dağılan yoktu, gözleri James Graham’e takılı kalmış hareketsiz duranlar dikkatimi çekti. Oysa The Twilight Sad’in şarkılarının karanlık yapısına karşın dans edilebilir bir soundu var. O donup kalmanın nedenini de buldum; eğer konser sırasında sürekli James Graham'e bakarsanız, gördükleriniz çok çarpıcı olduğundan takılıp hareketsiz kalıyorsunuz. Anladım ki, gözü kapalı dinlenirse çok farklı bir boyuta geçme olasılığı artıyor.

Şu kesin ki, James Graham’in sahnedeki tutkusu bana çok güçlü bir şekilde geçiyor. Bunun bir nedeni de, kuşkusuz grubun müzik tarihinde en sevdiğim tür olan post-punk’ı 2000’lerde yeniden canlandıranların içinde en iyilerden olması. Müziklerini dinlerken sanki bir yolda yürürken savrulduğumu, her bir köşeyi dönüşte yıkılıp tekrar ayağa kalktığımı, keskin bir soğuğun etkisiyle gözlerimden yaşlar aksa da rüzgarın gücüne karşı yürümekten müthiş keyif aldığımı hissediyorum ve ilginçtir kulağa yorucu gibi gelen bu maceralı yürüyüş beni hiç yormuyor; aksine The Twilight Sad konserinden çıkınca büyük bir enerji ile dolu oluyorum. Burada yol, soğuk, rüzgar, dönemeç gibi metaforları ayrıca açıklamayacağım. Çünkü benim poyrazım sizin melteminiz olabilir ve onu etkilemek istemem.

Her konserde hissedemeyeceğim duygular bunlar. Bana bunu yaşatan müzisyenlere müteşekkirim. Babylon ekibine de son yılların en iyi gruplarından The Twilight Sad’i İstanbul’a getirdikleri için teşekkür ediyorum ve diyorum ki ilk fırsatta yine gelsinler. Gelsinler ki, ben bu tutkulu karanlığın içinde yine kaybolayım.


Konserde toplam 12 şarkı söyledikten sonra kuvvetli alkışa karşın bis yapmadan ayrıldı grup. Onların yerinde olsam ben de aynı şekilde davranırdım. O kadar yoğun etkili bir müzik yapıp, sonra iki dakika sahne arkasına geçtikten sonra tekrar gelip kaldığı yerden devam edemez insan. Bir bütündür o yoğunluk, kesildiği anda biter. Uzatmak rol yapmak olur ve tutku o rolü kaldırmaz.

_

Setlist:
(Fotoğrafların siyah beyaz olanlarını Babylon konserinde, diğerlerini SXSW konserinde çektim.) -

1 Nisan 2012 Pazar

Vitrindeki Albümler 110: The Twilight Sad - No One Can Ever Know (Fat Cat Records)


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 1 Nisan 2012



İskoç grup The Twilight Sad, vokalist James Graham’in gitarist Andy MacFarlane ile lisede tanışmasıyla kurulmuş. Belki de kurulmakta geç bile kalınmış. Çünkü James Graham gibi müthiş bir canlı performansı ve sesi olan insan zaten başka bir iş yapmamalı; var olduğu ve gücü yettiği sürece sahnede olmalı. Bu ay Teksas’ın başkenti Austin’de düzenlenen South By Southwest (SXSW) kapsamındaki konserlerini izlerken aklımdan bu düşünceler geçiyordu.

Karanlık, ufak bir salonda, üzerine yansıyan kırmızı ışığın altında gördüm James Graham’i. Mikrofonu iki eliyle sıkıca tutmuş, gözleri kapalı, adeta bedenine elektrik verilmiş gibi titriyor, dizlerinin üzerine çöküp kendini sahneden ve dinleyicilerden soyutlayarak ayrı bir dünyaya ışınlanıyordu. Şarkı söylerken, hafifçe araladığında gözlerinin kaydığına tanık oldum. Ian Curtis’i hatırlatan bu son derece etkileyici performansın ardındaki asıl neden, Graham’in içinde kopan fırtınalar. Onları hiç saklamadan, olduğu gibi dinleyiciye yansıtıyor. Şarkıyı sadece söylemiyor, sahnede yeniden yaşıyor.

Aslında Ian Curtis referansı sadece Graham’in sahnedeki fiziksel varlığından kaynaklanmıyor; grubu canlı görmeseniz de müzikleri sizi Joy Division’ın soğuk ama cezbedici karanlığına sürüklüyor. The Twilight Sad, yeni albümünde içimize işleyen o isyan ve melankoli dolu sesleri hafif pop ve shoegaze unsurları katarak daha melodik bir hale getirmiş.

Önceki albümlerine göre krautrock etkisinin belirgin hale geldiği, daha güçlü bir sound var bu albümde. Öyle ki dinledikçe dinlemek istiyor obsesif bir hale geliyorsunuz; sonra bir de bakıyorsunuz ki müziği gerçek anlamda dinlemeseniz de şarkılar kafanızın içinde dönüp duruyor.

Kocaman bir kanca gibi The Twilight Sad’in müziği; yakanıza bir yapıştı mı bırakmıyor, tişörtünüz yırtılıyor, bu defa pantolonunuzdan yakalayıp tepe üstü düşecek pozisyonda havada bırakıyor sizi, pantolonunuz yırtılırken de kemerinizden tutuyor.

Kanca, yırtmak, havada asılı bırakmak... Bunları okuyan “İşkence mi var?” diye sorabilir haklı olarak. Hayır, gönüllü tutsaklık var. En azından ben “No One Can Ever Know”a gönüllü olarak kaptırdım yakayı. Bırakacak gibi de değilim. Günlerdir “Nil” adlı şarkıyı dinliyorum.

Grup şarkılarını yazarken, kendilerinin ve çevrelerindeki insanların hayatlarından ilham aldığı için sözlerin ne kadarı gerçek ne kadarı metafor tam bilmek olanaklı değil elbette ama bir ayrılık, bir yok oluş ya da bir ölümün ardından yazıldığı açık. James Graham’in bariton sesiyle özellikle “r” harfini vurgulayan İskoç aksanı mı desem, müziğin insanı bir anda yakalayan can yakıcı tınıları mı desem bilmiyorum ama aklımdan çıkmıyor bu şarkı.

Konserde albüme göre çok sert çalıyor The Twilight Sad. Onları canlı görmeden yaşanacak deneyimin ne kadar çarpıcı olabileceği tahmin edilemeyebilir. Grubun diğer üyeleri sahnede Graham’in aksine son derece sıradan bir iş yapıyormuş gibi görünse de, vokalist ruhunuzu terk etmiyor; elini bile sürmeden sizi havada asılı bırakıyor. Nitekim Fat Cat Records’ın sahibi de grubun albümünü dinledikten sonra onları konserde görmeye karar vererek Glasgow’a gitmiş ve tabii derhal anlaşma imzalamış.

“No One Can Ever Know”, kuşkusuz bu yıl indie rock'ın bize bahşettiği en güzel albümlerden birisi.



3 Temmuz 2011 Pazar

Vitrindeki Albümler 74:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 3 Temmuz 2011

JOHN MAUS-We Must Become the Pitiless Censors of Ourselves (Upset the Rhythm)

“1980’lerdeki Orchestral Manoeuvres in the Dark tarzı synth-pop’un Joy Division’ın vokalisti Ian Curtis’i andıran bariton bir sesle buluşup 2011’de yeniden ortaya çıktığını düşünün. Hangi yılda olursak olalım, düşüncesi bile heyecan verici böyle bir buluşmanın. Amerika’nın Minnesota eyaletinden bize ulaşan John Maus imzalı yeni albüm ilk anda bunları düşündürdü.

Albüm beni ilk olarak “Believer” adlı şarkıyla yakaladı. Öylesine çarpıcı ki, baskın bas sesinin, klavye, synth ve Maus’un bariton vokaliyle birleştiği anda yapmakta olduğunuz her şeyi bırakıp tüm dikkatinizi müziğe veriyorsunuz.

Günümüzde her yanımızı saran kitlesel iletişimin yarattığı sansüre, sanatçıyı ezip geçen neoliberal düşüncelere, insanoğlunun tuhaflıklarına karşı bir protesto havası seziliyor şarkı sözlerinde. Albümün arkasındaki besteci, müzik okumuş ve sonrasında da politik felsefe üzerine doktora yapan birisi olunca, buna şaşırmamak lazım.

Maus’un müziği için mutlaka bir tanımlama yapmak gerekse, lo-fi, chillwave, gothic pop gibi terimler kullanılabilir. Ama bunları hiç bilmeyen birisi için söyleyebileceğim şu: Romantizmi karanlık sözlerle, ince esprileri entelektüel bir bakış açısıyla bir araya getiren albüm, baştan sona farklı olsa da deneyselliğe girmeden akılda kalıcı, melodik bir sound yaratmış.

Yansıttığı minimalizmin içinde keşfedilecek pek çok aralık bırakan, yılın tekrar tekrar dinlenecek en iyi albümlerinden birisi.





-

13 Eylül 2010 Pazartesi

Vitrindeki Albümler 35:


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 12 Eylül 2010

INTERPOL- Interpol (Matador Records)

2000’lerde post-punk’ı yeniden canlandıran grupların başında gelen Interpol, grupla aynı adı taşıyan yeni bir albüm yayınladı. Genelde bir albümün böyle adlandırılması, grubun yıllar sonra yeniden ilk dönemdeki rotasına döndüğü şeklinde yorumlanır. Bu isim, ilk duyduğumda bende de aynı izlenimi yarattı.

Ayrıca Interpol’ün üç yıl önce anlaştığı büyük plak şirketinden ayrılıp, eski albümlerini çıkaran bağımsız Matador Records’a dönüşü de bu yönde bir ipucuydu.

Albümü dinledikten sonra, şunu söyleyebilirim ki, Interpol’ün böyle bir çabaya giriştiği açık. Peki başarabilmiş mi?

En azından albümün ilk yarısında başarmış. Albümün iki yarısı arasındaki farkın, şarkıların yansıttığı duyguların değişiminden kaynaklanıyor olması da muhtemel. Sözlere bakıldığında, bir ilişki çerçevesinde gelişen umutsuzluk, sona doğru daha çok hissediliyor.

Turn on the Bright Lights” (2002) ve “Antics”de (2004), kendine özgü karanlık rock sounduyla dikkat çekmişti Interpol.

Vokalist Paul Banks’in bariton sesi ve Ian Curtis’i andıran şarkı söyleme tarzı, Carlos Dengler’ın çarpıcı basıyla bütünleşirken, bir yandan da dinleyicileri depresif bir müziğe dansla eşlik ettirme hünerini göstermişti.

Dördüncü albümde bu hüner bir ölçüde etkisini yitirmiş sanki. Sound olarak çok radikal değişiklikler yok, dinlediğiniz anda “Bu Interpol” diyorsunuz; ama ilk iki albüm kadar hipnotize edici değil. Bazı şarkılarda, bas geri planda kalıp, piyano ve klavye öne çıkınca sound yumuşamış. Grubun sekiz yıl önceki daha sert havasına tutkunsanız, bu sizi pek hoşnut etmeyebilir.

Albümdeki "Barricade" adlı parçanın David Letterman şovdaki canlı versiyonunu aşağıda izleyebilirsiniz.

Interpol - Barricade (Live @ David Letterman) from Leif LaCroix on Vimeo.



Aynı şarkıya çekilen resmi video da burda:

Interpol- "Barricade"
Yükleyen artsandcraftsmx. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

"Lights" adlı parçanın videosu:

Interpol - Lights
Yükleyen brooklynvegan. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.
-

8 Kasım 2008 Cumartesi

"Çeşitlilik Hayatı İlginç Kılıyor"


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/8 Kasım 2008



British Sea Power İstanbul'da

Bugün Phonem By Miller'ın son günü. İstanbul'da sekiz gündür süren etkinliğin kapanışında önemli bir performans var. İngiltere'nin en başarılı alternatif rock gruplarından British Sea Power (BSP), bu gece Beyoğlu'ndaki Studio Live sahnesinde olacak.

Bu yılın başında üçüncü albümünü yayımlayan BSP, doğadan, hayvanlardan, sanattan, tarihten ilham alan ilginç bir grup. Nitekim grubun adı da tarih kitaplarından çıkma.

Entelektüel şarkı sözleri çarpıcı; canlı performansları sıra dışı... Melodik müzikleri sık sık The Pixies ve Joy Division'a benzetiliyor. Siren gibi çalan gitarlar ile bomba gibi patlayan perküsyonun öne çıktığı şarkılarda böyle bir benzerlik var gerçekten. Fakat Joy Division'a en karakteristik özelliğini veren Ian Curtis'in sert, güçlü vokali ile BSP'ın yumuşak vokalleri arasında bir benzerlik yok tabii...

Yan ve kardeşi Hamilton ile, üniversite arkadaşları Noble ve Wood'dan kurulu BSP, yenilikleri denemekten hiç çekinmiyor. Farklı seslere meraklılar, röportajlarda verdikleri esprili yanıtlarla dikkat çekiyorlar. British Sea Power'ı konser öncesinde daha yakından tanımak için sorularımızı solist/gitarist Yan'a yönelttik.

Yeni albümünüz “Do You Like Rock Music?” müzik dünyasının en prestijli ödüllerinden Mercury'ye aday gösterildi. Daha önce de David Bowie'nin övgüleriyle karşılaştınız. Bowie tarafından övülmek mi daha iyi yoksa Mercury adaylığı mı?

David Bowie'yi severim. En favori şarkılarımdan bazıları ona ait. Ama Bowie birçok kişiyi övüyor... Mercury'ye aday gösterilince en azından yemeğe götürüyorlar, ki Bowie bunu yapmış değil. Aslında zor bir seçim. İkisi de çok güzel.

Müziğinizin ne kadar "İngiliz" olduğu konuşulur hep. Oysa grup olarak Doğu Avrupa kültüründen etkilendiğiniz açık. Bütün grup üyelerinin o kültüre karşı ilgisi var mı?

Evet, var. Bu ilgi, Martin (Noble) ile Hamilton'ın sırtlarında gitarlarıyla, Çek Cumhuriyeti'nin dağlarını aşıp, nehirlerinde bot gezileri yapmalarıyla başladı. Tarihle olduğu kadar, o bölgenin doğasıyla da ilgili bu... Oralarda ormanlar daha derin.

"Waving Flags" adlı şarkınızda Britanya'ya gelen Polonyalılara, Çeklere, Doğu'da yetişip Batı'ya göç edenlere hoş geldiniz diyorsunuz. Ne gibi tepkiler aldınız bu şarkıya?

Müthiş olumlu. Ama şu da var ki, bizim hayranlarımız bilgili ve zeki genellikle...

Son albümünüzü Kanada, Çek Cumhuriyeti ve İngiltere'de kaydettiniz. Farklı kültürel atmosferlerde çalışmanın avantajları oldu mu?

Çek Cumhuriyeti'ndeyken hava 20 derecedeydi ama Kanada'da -20 dereceyi buldu. Böylece albümün sıcaklık farkına dayanıklılığı test edilmiş olduğundan, her türlü hava koşulunda dinlenebileceğini biliyoruz. Asıl önemlisi, ilginç bir macera yaşadık, farklı aksanları duyduk ve değişik yemekler yedik. Bir Çek vatandaşı, bizim için kocaman bir kedi balığı yakaladı. Ben vejetaryenim ama yine de hoş bir davranıştı. Ayrıca evden uzakta olmak, insanın algılarını daha hassaslaştırıyor.

Birçok toplumda çokkültürlülüğe karşı olumsuz yaklaşımların yaygınlaştığı bir dönemde siz farklılıklara açık davranıyorsunuz...

Aslında bana göre insanlar çoğunlukla dostluk yanlısı ve açık görüşlü; temel konularda da çok farklı değiller. Bence insanlardan daha çok medya dar görüşlü. Ben çokkültürlü bir toplumda yaşamaktan dolayı mutluyum. Çeşitlilik hayatı daha ilginç kılıyor.

Şarkılarınız normal olarak rock müzikle pek bağdaştırılmayan konularla ilgili. Felsefenizi doğa ile teknoloji arasındaki hassas ilişkiden aldığınız şeklinde bir yorum okumuştum. Katılıyor musunuz buna?

Evet, bazı şarkılarda böyle. Zeki gazeteciler olduğunu bilmek güzel! Hassas bir ilişki var ama bence birisi diğerine karşı değil. Doğayı da teknolojiyi de seviyorum ve doğayı olağanüstü gelişmiş bir teknoloji olarak görüyorum.

Albüm kaydı sırasında farklı ses elde etmek için bir piyanoyu merdivenlerden yuvarladığınızı duydum. Nasıl oldu bu?

Napolyon döneminden kalma bir kalede çalışıyorduk ve bodrum katta eski, kırık bir piyano bulduk. Her zaman bir piyanoyu merdivenlerden aşağı itmek istemiştim. Piyano düşerken parçalara ayrılan tahtalar ve metaller merdivenlere çarparak müthiş bir ses çıkardı! (Kaydedilen bu ses, “Atom” adlı şarkıda kullanıldı.)

Londra'da Tate Modern'in bir projesi var. Müzisyenleri müzeye davet ediyorlar ve sergileri dolaştıktan sonra ilham aldıkları bir eseri seçip onun üzerine bir şarkı yapmalarını istiyorlar. Böyle bir projeye katılsanız, sizi etkileyecek sanat eseri ne olurdu?

Emin değilim... Sanırım şair, yazar ve bahçe tasarımcısı Ian Hamilton Finlay'in İskoçya'daki bahçesini seçerdim. En sevdiğim sanatçılardan birisidir; imajları, fiziksel objeleri ve sözcükleri çok ilginç ve anlamlı bir şekilde bir araya getiriyor.

Bu yaz Londra'da Doğa Tarihi Müzesi'nde bir konser verdiniz. O etkileyici atmosferde, devasa dinozor fosillerinin arasında çalmak nasıl bir histi?

Bizim için doğal bir yerdi. Brontosaurus iskeletinin yanında çalacaktık ama iskeletin titreşimlerden yıkılacağını düşündüler! Biz çalarken insanlar soyu tükenen kuşların bulunduğu bir koridordan geçip, ender görülen çekimlerin bulunduğu videoları izlediler. Hayvanların kendisi rock müzik!

10 Şubat 2008 Pazar

!F 2008’de Müzik-Sinema Buluşması




© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 9 Şubat 1008

14 Şubat, bütün dünyada Sevgililer Günü olarak kutlanıyor olabilir ama bu yıl İstanbullular için ayrı bir önemi daha var. Çünkü tam on gün boyunca sürecek olan !f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali de aynı gün başlıyor. Bu yıl ilk kez 28 Şubat-2 Mart tarihleri arasında Ankaralı sinemaseverlerle de buluşacak olan festivalin programı, birbirinden ilginç ve heyecan verici filmlerle dolu. Fakat benim bu yazıda üzerinde durmak istediklerim, festivalin “Life In Sound” (Sesli Yaşam) adlı bölümünde gösterilecek olan müzik belgeselleri.

PETER HOOK, “JOY DIVISION” BELGESELİ İÇİN İSTANBUL’DA!

Festivalde müzikle sinemayı buluşturan belgesellerden ilki, efsanevi post-punk grubu Joy Division’ı anlatıyor. Yapımın yönetmeni Grant Gee, müzikle ilgilenenlere yabancı bir isim değil. İngiliz yönetmen, daha önce Radiohead grubunun 1997 yılı turnesini izleyip “Meeting People Is Easy” adlı bir belgesel yaptı. Ayrıca, Gorillaz, Blur, Badly Drawn Boy, Spooky, Coldplay ve Suede’in de aralarında bulunduğu birçok grubun videolarını da çekti. Gee’nin “Joy Division” adlı belgeseli, son yıllarda grup üzerine yapılan üçüncü büyük yapım. İlk olarak 2002’de Michael Winterbottom imzalı “24 Hour Party People”i izledik.

Geçtiğimiz yıl ise, Anton Corbijn’in “Control” adlı filmi, Cannes Film Festivali’nin açılışında gösterildi. Fakat Gee’nin belgeselinin, bazı açılardan her iki yapımdan da farklı olduğunu belirtmek gerek. “24 Hour Party People”, yalnızca Joy Division’a değil, 1970’lerin ortalarında Manchester’daki müzik ortamına ve o dönemdeki post-punk grupların ortaya çıkışına odaklanmış.

“Control” ise, Joy Division’ın solisti Ian Curtis’in eşinin anılarından yola çıkarak daha çok Ian Curtis’in özel yaşamını aktarmıştı. Oysa Gee’nin belgeseli, Joy Division’ın karanlık müziğinin arkasındaki etkenlere, örneğin Beat kuşağının önde gelen temsilcilerinden Amerikalı romancı William S. Burroughs’un Ian Curtis üzerindeki etkisine, fabrikalarla kuşatılmış sanayi kenti Manchester’ın grubun müziğine yansımasına değiniyor. Ayrıca yapım, grupla plak anlaşması yapan Factory Records’ın ve ünlü kulüp Haçienda’nın kurucusu Tony Wilson, Ian Curtis’in Belçikalı sevgilisi Annik Honore ve prodüktör Martin Hannett ile yapılan röportajların yanı sıra, temelde Joy Division’ın yaşayan üyeleriyle yapılan söyleşilere odaklanması nedeniyle de, diğer filmlerden farklı bir bakış açısı sunuyor.

!f 2008’in bu yılki sürprizlerinden birisi de, Joy Division’ın basçısı Peter Hook’u festivalin açılış partisi için İstanbul’a getirmesi. Hook, Joy Division belgeselinin gösteriminde yalnızca özel bir söyleşiye katılmakla kalmayacak, aynı zamanda 16 Şubat gecesi Beyoğlu’ndaki The Hall’da DJ’lik de yapacak. 131 yıllık tarihi bir kilisenin içine konumlandırılmış The Hall’da “Love Will Tear Us Apart”ı dinlemenin zevkine az kaldı!

SCOTT WALKER: 30 YÜZYILLIK ADAM

Festivalin merakla beklenen ikinci müzik belgeseli “Scott Walker: 30 Century Man”. Scott Walker, doğduğu ülke Amerika’da bile yalnızca müzikle haşır neşir olanların tanıdığı bir müzisyen ama, aslında o, müzik tarihinin en yaratıcı isimlerinden birisi…

David Bowie’nin idolü, Jarvis Cocker’ın yeteneğine gıpta ettiği tek kişi, Radiohead, Blur gibi grupların büyük ilham aldıklarını söyledikleri olağanüstü yetenek, yaptıkları müziğin Amerika’da pek de takdir edilmediğini görerek İngiltere’ye yerleşip popüler olan 60’ların grubu The Walker Brothers’ın karizmatik solisti, Brel şarkılarının muhteşem yorumcusu…

Uzun yıllardır gözlerden uzak kalarak ama derin etkiler bırakarak müzikal çalışmalarını aralıksız sürdüren Scott Walker’a olan hayranlığım, 80’li yıllarda dinlediğim The Walker Brothers şarkısı “No Regrets” ile başladı. Duyduğum o eşsiz bariton sesin sahibini yıllar içinde izleyip müziğe yaklaşımına tanık oldukça da, hayranlığım giderek arttı. Scott Walker, dinlenmesi zor, avangard müzik yaptığı gerekçesiyle her zaman eleştirilere hedef oldu. Belgeselin yönetmeni Stephen Kijak, müzk dergisi Harp’a verdiği röportajda güzel bir yanıt veriyor bu tür yorumlara: “Dünyadaki herkesin Scott Walker’ı sevmesi gerekmiyor. Ama en azından açık fikirli olun: Bu film, bir sanatçıyı ve onun serüveninin keşfini anlatıyor.” Üstelik bu öyle bir sanatçı ki; kariyeri, “bunu ancak Scott Walker yapabilir” dedirten şarkılarla dolu…

12 BÖLÜMLE PHILIP GLASS’IN PORTRESİ

!f 2008’in “Sesli Yaşam” bölümünün ağır toplarından birisi de, minimalist klasik müziğin en önemli bestecilerinden Philip Glass. Yönetmenliğini Scott Hicks’in üstlendiği yapım, günümüzün en tanımış ve en tartışmalı müzisyenlerinden Glass’ın bilinmeyen yönlerine 12 bölümde ışık tutuyor. Belgeselde ünlü bestecinin aile üyelerinin yanı sıra, Martin Scorsese, Errol Morris, Chuck Close ve Christopher Hampton gibi çalışma arkadaşlarıyla yapılan röportajlara da yer veriliyor.

SİGUR ROS’U DAHA YAKINDAN TANIMAK İÇİN

Birkaç yıl öncesine kadar İzlanda deyince, müzikseverlerin aklına yalnızca Björk gelirdi. Ama artık hayatımızda post-rock grubu Sigur Ros da var. Dört İzlandalı genç, şarkılarını, anlamı olmayan, kendilerine özgü bir dilde söylüyor, keman yayıyla gitar çalıyor, atmosferik ve minimalist müzikleriyle dinleyenleri muhteşem bir hayal alemine sürüklüyor. Dünyanın en anlaşılmayan ve en utangaç grubunu biraz daha yakından tanımak istiyorsanız, grubun 2006 İzlanda yaz turnesinin arka planını aktaran “Heima” (Homeland: Evde) adlı bu filmi kaçırmayın.

29 Aralık 2007 Cumartesi

2007’nin En İyi Albümleri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/29 Aralık 2007

Aralık ayı gelince “Yılın En İyileri” listesi yapmak adettir. Ben de buna uydum ve 2007’nin en iyi 10 albümünü sıraladım. Ama listeye geçmeden önce belirtilmesi gereken dört husus var: 1-Bu liste, temel olarak yabancı alternatif/rock (indie rock)/elektronik müzik albümlerini kapsıyor. 2-Liste yapılırken satış rakamları dikkate alınmadı. 3-Elbette adı sayılabilecek başka albümler de var, ama bu yazının fiziksel sınırları ilk 10 albümü yazmaya olanak veriyor. 4-Bu yazıyı yazarken müziğin önemini bir kez daha duyumsadım. Bana göre, müzik dünyayı güzelleştiren ve onu yaşanmaya değer kılan en önemli şeylerin başında geliyor. Onca itiş kakışın sürdüğü dünyada bu albümler olmasaydı, 2007 kesinlikle daha sıkıcı geçerdi. 2008’in de bol müzikli geçmesi dileğiyle mutlu yıllar…

1-Radiohead-In Rainbows: Radiohead’in müziği öylesine kendine özgü ki, başka hiçbir grubun müziğine benzemiyor. Grubun uzun süredir yaptığı en melodik şarkılardan oluşan “In Rainbows”da şarkı sözleri de daha açık. Radiohead, birkaç yıl önce karmaşık yapılı şarkılarıyla kimilerinin aklını epeyce karıştırmıştı, ama o aklı karışanlar da bu albümdeki minimal soundun etkisiyle grubun müziğine yeniden sevdalandılar.

2-Arcade Fire-Neon Bible: Kanadalı art-rock grubu The Arcade Fire, ikinci albümü “Neon Bible”da ruhani temalarla uğraşırken eğlenceli olmayı başararak yine büyük takdir topladı. Gümbür gümbür perküsyonlar, yaylılar, akordeon, gitar, mandolin, piyano, armonika ve flüt ve saksofon… İnsanın dinlerken yerinde sabit durmasına olanak bırakmayan, dinamik bir albüm.

3-LCD Soundsystem- Sound of Silver: Biraz punk, biraz indie-rock, biraz disco-house karışırsa ne olur? Dance-rock olur. Ya da Brian Eno, David Bowie, New Order ve Young Marble Giants’ı bir arada düşünün. LCD Soundsystem olarak da bilinen James Murphy’nin bu albümü yaparken kullandığı formül bu yazı içinde böyle kısaca özetlenebilir belki ama bu işler bir tek formülle olmuyor tabii; önce yetenek lazım.

4-Recoil-subHuman: Depeche Mode’un eski klavyecisi Alan Wilder’ın elektro-blues, rock, ambient, caz esintileri taşıyan albümü, özellikle prodüksiyon ve düzenlemelerdeki başarısıyla dikkat çekiyor. Yılın en iyi çalışmalarından biri olmasına karşın medyada görmezden gelinen albüm, Wilder’ın ticari kaygıya kapılmadan yaptığı deneysel çalışmalardan birisi.

5-Nick Cave-Warren Ellis-The Assassination of Jesse James Soundtrack: Yaylıların ve piyanonun bazen ağladığını, bazen de birbirleriyle tatlı tatlı konuştuklarını düşünmenize yol açıp, hayal kurmanıza neden olacak etkileyici bir soundtrack albümü. Müzik öylesine güzel ki, hayalimdeki imajları yok etmesinden çekindiğim için, filmi görmekten bile vazgeçtim.

6-The Good, The Bad & The Queen-The Good, The Bad & The Queen: Blur ve Gorillaz projeleriyle tanıdığımız Damon Albarn’un, Paul Simonon, Simon Tong ve Tony Allen’dan oluşan rüya gibi bir ekiple yarattığı son mucize. Blair yönetimindeki İngiltere’nin ve Bush idaresindeki dünyanın sorunlarına odaklanan melankolik, nostaljik ve dramatik şarkılar.

7-Amy Winehouse-Back To Black: 2007 boyunca neredeyse her gün gazetelerde onunla ilgili skandalları okuduk. Ama Winehouse’un beni ilgilendiren yönü ise, yılın en iyi albümlerinden birisine imza atmış olması. 60’ların retro vokal soundunun günümüz müziğiyle çok başarılı bir şekilde harmanlandığı bu albüm, genç sanatçının aşk acılarının bir ürünü. Orijinalitesi ile çoğu müzisyeni kıskandıran “Back To Black”, The Guardian gazetesi tarafından da, “21. yüzyılın soul klasiği” olarak tanımlandı.

8-Apparat-Wallls: Alman prodüktör/DJ Sascha Ring, elektronik müzik sevenlerin yakından tanıdığı, IDM (Intelligence Dance Music) ekolünü izleyen isimlerden birisi. IDM, alışılmadık seslerin farklı ritmik düzenlemerle kurgulandığı, dinlenilmesi kolay olmayan ve dans etmeye pek de uygun bulunmayan bir müzik türü. Apparat’ın müziği ise ilginç bir şekilde, “dans müziğinde duygu arayanlar için” diye tanımlanır. Son albümü “Walls”, bu tanımı tam anlamıyla hak ediyor. Yılın en yaratıcı albümlerinden birisi.

9-The National-Boxer: Solistleri Matt Berninger için New York’un yeni Leonard Cohen’i diyorlar ama bana daha çok Ian Curtis’i hatırlatıyor. Depresif ruh hallerini ve modern insanın yalnızlığını anlatıyorlar. Akustik gitarlara eşlik eden zarif piyano ve keman sesleriyle insana derinden dokunan ve akla takılıp kalan bir müzik.

10-Bat For Lashes-Fur And Gold: Pakistanlı bir baba ile İngiliz bir annenin kızı olan Natasha Khan’ın öncülüğünde kurulan Bat For Lashes, alternatif müziğin son dönemde en iyi çıkış yapan gruplarından birisi. Tamamen kadın müzisyenlerden kurulu grubun müziği Björk, Tori Amos ve Kate Bush’u andırıyor. Perküsyon, harpsikord, keman ve elektronik seslerin birlikteliği ilginizi çekiyorsa ve piyano baladlarını seviyorsanız kaçırmayın.

14 Ekim 2007 Pazar

Müzik İkonları Film Ekimi’nde


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/13 Ekim 2007

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği Film Ekimi 19 Ekim’de başlıyor! Bu yıl 6. yılını kutlayacağımız etkinlik kapsamında, yedi gün boyunca yılın en dikkat çeken filmleri gösterilecek ve birçok yeni filmin ilk gösterimi yapılacak. Bunlar arasında özellikle üzerinde durmak istediğim iki önemli film var. İkisi de, müzik dünyasının gelmiş geçmiş en karizmatik, en yetenekli ve en zor kişilikleri arasında yer alan iki müzisyenle ilgili. Birincisi, dünyanın her yerinde büyük bir hayran kitlesine sahip olan ünlü punk rock grubu The Clash’ın solisti Joe Strummer. Diğeri ise, post-punk akımının ömrü kısa süren ama etkisi günümüze kadar ulaşan en önemli gruplarından Joy Division’ın intihar ederek yaşamına son veren solisti Ian Curtis.

ÜST-ORTA SINIFTAN PUNK ROCK İKONLUĞUNA

21 Ağustos 1952’de Ankara’da görevli olan bir İngiliz diplomat ile İskoçyalı bir hemşirenin oğlu olarak dünyaya gelen John Graham Mellor, 23 Aralık 2002 tarihinde, İngiltere’de kalp krizi geçirerek 50 yaşında yaşama veda etti. O gün dünyadan gerçek bir yıldız kaydı… Çünkü kaybettiğimiz kişi, rock tarihinin en ilham verici müzisyenlerinden Joe Strummer’dı. Yoksulluğa, ırk ayrımına, Amerika’nın ve Thatcher’ın kapitalist politikalarına karşıydı. İnsan haklarını, çok kültürlülüğü, sol politikaları hiç yılmadan savundu. 1970’lerde efsanevi The Clash grubuyla sesini olabildiğince yüksekten ve korkusuzca dünyanın her yerine ulaştırmak için çabalarken hep olabildiğince nazikti. Hatta kimilerine göre “punk olamayacak kadar nazikti”. Oysa onun punk anlayışı, aynı dönemde nihilist ve yıkıcı punk anlayışını savunan The Sex Pistols ile taban tabana tersti. O kendine odaklanmak yerine dünya meseleleriyle meşguldü. Sosyal adalet, eşitlik ve siyasi özgürlük onun idealleriydi.

Kalabalıkları ayağa kaldıran şarkılarıyla bir punk ikonu oldu Joe Strummer. Kimileri The Clash dağıldıktan sonra ünlü müzisyenin çöküş devrine girdiğini söylese de, o kurduğu yeni grubu The Mescaleros ile kendisini yenilemeyi sürdürdü. Çünkü “Gelecek daha yazılmadı” diyordu ve insanların değişim yaratabileceğine inanıyordu.

Joe Strummer gibi bir kişiliği birkaç paragrafta anlatmak zor. Bunu birkaç saatlik bir filmde yapmak da hiç kolay değil. Strummer’ın en yakın arkadaşlarından birisi olan yönetmen Julien Temple, “Joe Strummer: The Future Is Unwritten” adlı belgesel filmde bunu yapmayı denemiş. Film Ekimi’nde ülkemizde ilk kez gösterilecek olan belgesel, daha önce kullanılmamış ses ve görüntü kayıtları, eski fotoğraflar, arşiv görüntüleri ile Strummer’ın kendi orijinal çizimlerinin yanı sıra, ona hayran olan bazı ünlü isimlerle yapılan röportajları da içeriyor. John Cusack, Martin Scorcese, Anthony Kiedis, Matt Dillon, Steve Buscemi, Johnny Depp ve Bono bu isimlerden bazıları. Basında şimdiye kadar çıkan eleştiriler, filmin Strummer’ın daha çok sahne üzerindeki müzisyen kişiliğine odaklandığı noktasında birleşiyor. Ama en iyisi filmi izleyip kendi kararımızı vermek. (20 Ekim 11.00- 24 Ekim 13.30)

GİZEMLİ BÜYÜK YETENEK: IAN CURTIS

1976 yılında İngiltere’nin Manchester kentinde kurulan Joy Division grubunun vokalisti ve şarkı sözü yazarıydı Ian Curtis. Kısa sürede büyük başarı kazanan grubun ömrü yalnızca 4 yıl kadar sürdü. Sara hastası olan ve içinde bulunduğu depresif ruh halinden bir türlü kurtulamayan Ian Curtis, kendisini asarak yaşama veda ettiğinde 23 yaşındaydı. Bir kez duyunca bir daha unutulamayacak kadar kendisine özgü, olağanüstü güzel bir sese sahipti. O sesi ilk kez radyoda “She’s Lost Control” adlı şarkıyı söylerken duyduğum anı hala hatırlıyorum. Grubun yaptığı müzik, aktif oldukları dönemde İngiltere’de yaşanan boğucu havayı, ruh daraltıcı sosyal ve siyasi ortamı, umutsuzluğu öylesine etkileyici bir şekilde aktarıyordu ki, kendilerinden sonra gelen birçok grup tarafından taklit edilmelerine karşın, bugün hala yerleri doldurulabilmiş değil; bana sorarsanız doldurulması pek de olanaklı değil…

Film Ekimi’nde izleme olanağı bulacağımız “Control” adlı film, işte bu büyük yetenek Ian Curtis’in hayatına odaklanıyor. Curtis’in eşi Deborah Curtis’in anı kitabına dayanan filmin bir özelliği de, yönetmenliği aynı zamanda grubun büyük bir hayranı olan ünlü fotoğraf sanatçısı ve video yönetmeni Anton Corbijn’in üstlenmesi. Corbijn’in siyah-beyaz çektiği bu ilk uzun metrajlı film çalışmasında, Ian Curtis’i İngiliz aktör Sam Riley canlandırıyor. Film, Ian Curtis’in bilinmeyenlerle dolu dünyasına bir parça da olsa ışık tutar mı? Bu sorunun yanıtını da yine Emek Sineması’nda alacağız. (20 Ekim 24.00- 22 Ekim 13.30- 23 Ekim 11.00)

16 Eylül 2007 Pazar

Interpol 3. Kez Aynı Rotada


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/15 Eylül 2007



Bir indie rock grubunun (yani bağımsız, küçük plak şirketlerinden albüm çıkararak ana akım müziğe alternatif oluşturan bir grubun) büyük bir plak şirketine geçişi, her zaman endişeli bir bekleyişe neden olur. Acaba plak şirketi albümün daha fazla satması için bazı dayatmalarda bulunacak mıdır? Bunun sonuncunda grup popülerleşme yolunda bazı ödünler vermeye zorlanacak mıdır? 10 yıldır müzik serüvenini sürdüren New Yorklu grup Interpol’ün geçtiğimiz yıl büyük bir plak şirketiyle (Capitol Records) anlaşmasından sonra da yine aynı endişeler gündeme geldi. Interpol’ü yakından takip eden biri olarak, ben de bu anlaşmanın grubun kariyerini nasıl etkileyeceğini ve yeni albümün nasıl olacağını merak ediyordum. Yanıtımı kısa bir süre önce aldım: Yeni albüm “Our Love To Admire” bütün endişelerimi boşa çıkardı!

Hipnotik bas ve gitar sesleriyle, solist Paul Banks’in Ian Curtis’i andıran yorumuyla, dramatik ve karanlık şarkılarıyla tanıyıp sevdiğimiz Interpol, bildiği yolda ilerlemeye devam ediyor. Hatta, post-punk akımını 2000’li yıllarda yeniden canlandıran gruplardan biri olan grubun, bu üçüncü stüdyo albümünde prodüksiyon ve düzenlemelerde daha ileri bir seviyeye ulaştığını söyleyebiliriz. Müziklerinde radikal bir değişim yok ama Our Love To Admire, biraz daha atmosferik, daha orkestral ve şarkılar hissedilir ölçüde klavye tabanlı.

ÜNİVERSİTE KAMPUSÜNDEN DÜNYAYA YAYILAN BAŞARI

1998 yılında New York Üniversitesi kampusünde tanışan öğrenciler tarafından kurulan grup, önceleri Interpol adını alana kadar belli bir isimleri olmadan konserler vermeye başladı. 2001 yılına kadar olan dönemde, birkaç farklı ismi deneyerek kendi olanaklarıyla CD’ler yayımladılar. Belli bir hayran kitlesi edinip Interpol ismini aldıktan sonra, 2002 yılında bağımsız plak şirketi Matador’dan çıkan “Turn On The Bright Lights” adlı ilk albümleriyle büyük beğeni kazandılar. O yıl, New York’un sokaklarında, barlarında, hemen her yerde bu albüm, özellikle de “NYC” adlı şarkı çalıyordu. Paul Banks’in “Bu yalnız geceleri kendimi umursamaz olmak için eğitmekle geçirmekten bıktım” diyen sesi, herhalde kentte yaşayan birçok kişinin kalbinin derinliklerine ulaşıyordu.

Doğrusu benim Interpol ile ilgilenmemin ilk nedeni, müziklerinin çok sevdiğim Joy Division grubunu hatırlatmasıydı. Ama The Cure’un öncesinde sahneye çıktıkları bir festivalde sergiledikleri canlı performans, Interpol’ü favori gruplar listeme dahil etmeme neden oldu. Sahneden kalabalığa yansıttıkları cezbedici karanlığa kayıtsız kalmak olanaklı değildi. (“Cezbedici karanlık da ne?” diye sorarsanız, referansım yine Joy Division olacak.) Interpol, 2004 yılında ikinci albümü “Antics”i yine Matador’dan yayımladı ve bu albümle daha geniş kitlelere ulaştı. Antics, birincisine göre daha az sert bulunsa da, albümde yer alan “Slow Hands” ve “Evil” gibi şarkılar, grubun indie rock sahnesindeki yerini sağlamlaştırdı.

BİTEN İLİŞKİLER, YALNIZLIK, MÜCADELE…

Yıl 2007. Merakla beklenen üçüncü albüm artık raflardaki yerini aldı. Bir grubun beş yıl içinde arka arkaya aynı rotada giden üç başarılı albüm yapması, takdir edilecek bir başarıdır ve bu Interpol’ün şarkı yazmadaki ustalığının da kanıtıdır. Büyük olasılıkla bu ustalık, özellikle grup içinde uygulanan demokratik şarkı yazma tekniğinden besleniyor. Grubun dört üyesinin de her şarkıda eşit söz söyleme hakkının bulunması, hepsinin her bir şarkıya katkıda bulunması fark edilir bir dinamizm sağlıyor.

Çarpıcı şarkı sözleri, yine sona eren ilişkileri, yalnızlığı ve hayatın zorluklarıyla mücadeleyi anlatıyor. İlk dinleyişte hemen dikkat çeken şarkılardan “No I In Threesome”, artık yeni bir şey denemenin zamanının geldiğini söyleyen bir ayrılık şarkısı. “Rest My Chemistry”, belki de Interpol’ün bugüne kadar yaptığı en akılda kalıcı melodiye sahip. Paul Banks’in mükemmel vokaline eşlik eden dramatik gitar sesi eşliğinde başlayan “The Lighthouse”, albümün en ilginç şarkısı. Perküsyonun yalnızca şarkının sonlarına doğru devreye girdiği bu parça, Our Love To Admire’ın etkileyici finalini de yapıyor.

27 Ağustos 2006 Pazar

Editors Rock’n Coke’da…


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/26 Ağustos 2006

Indie rock’ın önde gelen gruplarından İngiliz dörtü Editors, ülkemizdeki ilk konserinde izleyicileri bir şekilde harekete geçirecek; duygusal ya da fiziksel…

Rock’n Coke Festivali’ne bir hafta kaldı. 2-3 Eylül tarihlerinde İstanbul Hezarfen Havaalanı’nda dördüncüsü gerçekleştirilecek olan festival’in bu yılki programında, dünyada alternatif rock’a yön veren topluluklar, Türk rock müziğinin önemli isimleri ve dans müziğinin ses getiren DJ’leri yer alıyor. Bunlar arasında Muse, Placebo, Editors, Kasabian, The Sisters of Mercy, Gogol Bordello, Mercury Rev, Reamonn’un da aralarında olduğu çok sayıda yabancı grubun yanı sıra, yerli sanatçı ve gruplardan Duman, Dorian, Şebnem Ferah, Yüksek Sadakat, Haylo Cepkin, Vega ve Ogün Sanlısoy da var.

Festivalin 3 Eylül Pazar günkü konuklarından birisi, ülkemizde ilk kez konser verecek olan İngiliz grup Editors. Statfordshire Üniversitesi’nde okurken tanışan dört grup üyesinin yaş ortalaması 23. Bu kadar genç olduklarına bakmayın; bu yetenekli müzisyenler, son iki yıl içinde alternatif müzik dünyasının ve indie rock’ın en beğenilen gruplarından birini yaratmayı başardılar.

Büyük satış rakamlarına ulaşarak başarı kazanan ilk albümleri “The Back Room”, kısa bir süre önce İngiliz Mercury Müzik Ödülü’ne de aday gösterildi. Albümü dinlerken New Yorklu grup Interpol’ü anımsıyorsunuz sık sık. Hatta kimileri onları, “İngiltere’nin Interpol’e verdiği cevap” şeklinde değerlendiriyor. Şarkı sözleri melodramatik ve karanlık, gitarlar ise oldukça dikkat çekici. Grubun üyelerinden baterist Ed Lay festival öncesinde sorularımı yanıtladı.

Grup için “Editors” ismini kim buldu? Neden bu ismi tercih ettiniz?

Bu ismin tam olarak nasıl ortaya çıktığını hatırlamıyorum. Belki 10 yıl sonra her birimiz “ben bulmuştum” iddiasında bulunacağız. Bu isim bizim için daha çok müziğimizi duyurmaya yarayacak bir afiş ya da pankart gibi; önemli olan sözcüğün anlamından çok nasıl göründüğü.

Grubun bütün üyeleri Birmingham’da yaşıyor. Oradaki atmosfer müziğinizi nasıl etkiliyor?

İlk albümün tamanını orada kaydettik. Depresif bir işi başarmak için kasvetli bir kentte çok çalışıyorduk. Sanırım albümün bir bütün olarak yansıttığı atmosfer, o dönemde tam anlamıyla nasıl hissettiğimizi bir ölçüde anlatıyor.

Birçok kişi Editors’ı post punk akımının temsilcisi olarak görüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Grup olarak müzikte belli bir yöne çok fazla eğilim göstermektense, daha çok ilginç ve güzel melodiler yaratmakla ilgilendiğimize inanıyorum. Bu nedenle, şarkılarımızın herhangi bir diğer akımdan daha çok post punkla ilişki içinde olduğunu düşünmüyorum.

Müziğiniz her zaman karanlık ama aynı zamanda bir parça dans müzik etkisini de barındırıyor. Editors’ın müziğinde en sevdiğim taraf bu. Sizce şarkılarınıza “dark-dicso” özelliğini veren şey bu mu?

Bir kalabalığı hareketlendirip canlandırmaktan daha keyif verici bir şey yok. Bunu epik, yavaş bir şarkıyla onları duygusal olarak etkileyerek de yapabilirsiniz ya da hızlı bir dans şarkısıyla çılgınca dans da ettirebilirsiniz. Biz ikisini karıştırıp uygulamayı deniyoruz.

Müziği ile sizi etkileyen belli bir sanatçı ya da akım var mı, yoksa bu daha çok birçok şeyin karışımından doğan bir etkilenme mi?

Geçmişte her birimiz farklı şeyler dinliyorduk . Ben daha çok rock müzikle ilgiliydim. Solistimiz Tom Brit pop’a, gitaristimiz Chris ise drum and bass ya da hip hop’a meraklıydı. Sorunuzu yanıtlamak gerekirse; evet, hepimiz farklı müzik türlerinden etkilendik. Fakat sonuçta tek istediğimiz, heyecan duyduğumuz müziği yapmak.

Joy Division’dan esinlenmek için yeterince yaşlı olmadığınızı söylediğinizi biliyorum. Fakat ben büyük bir Joy Division hayranı olarak sizin müziğinizi ilk dinlediğimde, solistiniz Tom Smith’in tarzı ile Joy Division’ın solisti Ian Curtis’in tarzı arasındaki benzerlik dikkatimi çekti. Bana kalırsa bu iyi bir şey ve bence Ian Curtis de bunu onaylardı. Siz ne düşünüyorsunuz?

Tom’un mükemmel bir sesi ve doğuştan gelen bir yeteneği var. Çok çok az sayıda şarkıcı onun sesiyle yarattığı etkiyi yaratabilir. Bir insan kendi doğal tarzı bu kadar iyiyken neden sadece başkası ile karşılaştırılmaktan kaçınmak için onu değiştirsin ki? Ian Curtis kesinlikle bunu yapmazdı.

İlk albümünüz “The Back Room” altın plak ödülü aldı ve bu yıl Mercury ödülüne aday gösterildi. Albümün bu kadar başarılı olacağını tahmin ediyor muydunuz?

Hayır. Şarkılarımıza her zaman güvendik, fakat İngiltere’de yılın en çok tanınan gruplarından biri haline gelmemiz şaşırtıcı. Aslında geldiğimiz bu durumun tam olarak farkına da varamadık, çünkü son 18 aydır sürekli turdayız. Bu yüzden Mercury adaylığı takdir edilmenin zevkine varmak için iyi bir fırsat.

Şarkılarınızı nasıl yapıyorsunuz? Süreç grup içinde temel olarak nasıl işliyor?

Prodüktöre göre değişir. İlk albüm çok hızlı bir şekilde kaydedildi; dördümüz stüdyoya girip sırasıyla şarkıları çaldık, olan esasen buydu. Gelecek albüm, kaydedilecek materyalin tümü henüz hazır olmadığından, kuşkusuz daha metodik olacak.

Hoşlandığınız gruplar var mı? Son zamanlarda ne dinliyorsunuz?

Amerika’nın Batı yakasından “Cold War Kids” adlı bir grubu dinliyorum. Albümleri harika şarkılarla dolu.

Eylül ayında İstanbul’da Rock’n Coke Festivali’nde çalacaksınız. Daha önce İstanbul’da bulundunuz mu?

Bu dördümüz için de ilk ziyaret olacak. Tamamen yeni bir izleyici grubunun önünde çalacağız. Ayrıca bu yaz çalacağımız son festival de bu. Eminim muhteşem geçecek.

Translate