1 Kasım 2009 Pazar

Brazzaville'den İstanbul Öyküleri


By on 12:13:00

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 31 Ekim 2009

Türkiye’de önemli bir hayran kitlesine sahip gruplardan Brazzaville, geçtiğimiz hafta yeni bir albüm yayınladı. Doublemoon etiketiyle çıkan ve Türk müzisyenlerle kaydedilen albümün adı “Brazzaville in Istanbul”.

Kayıtları İstanbul, New York ve Barcelona’da yapılan bu çalışma, hem burdan hem uzaklardan sıcak bir modern esintiler yumağı...

Brazzaville, 5-6 Kasım’da Babylon’da iki konser verecek. Grubun kurucusu David Brown’a çok sevdiği İstanbul’u ve albüm yapım sürecini sordum...

Portecho ve Norrda’dan tanıdığımız Deniz Cuylan'ın yapımcılığını yaptığı bu albümde, eski ve yeni parçalarınızı Türk müzisyenlerle kaydettiniz. Nasıl bir araya geldiniz?

Deniz’le Bant dergisinden arkadaşım Aylin Güngör aracılığıyla tanıştım. Albüm fikri tamamen Deniz’e ait. Albümde çalan diğer Türk müzisyenler konusunu da Deniz’e bıraktım. Çünkü çok iyi müzisyenler tanıyor ve benim Türk müziği hakkındaki bilgim sınırlı. Kayıtların büyük bir bölümünü Ali Rıza Şahenk’in “The Fat Lab” adlı stüdyosunda yaptık.

BOĞAZ'LA EVLİ KIZIN ŞARKISI

Ünlü foto muhabiri Ara Güler, İstanbul’u şöyle tanımlıyor: “İstanbul, Jean Giraudoux’nun La Folle de Chaillot’sudur (Chaillot’daki Deli); ancak Roma, Bizans ve Osmanlı’da bulabileceğiniz türden çılgın bir kadın... O kadın artık yaşlansa da, giyim kuşamını asla ihmal etmez; daima mücevherlerini takar, parfümünü sıkar, süslü şapkalarını giyer. O çılgın kadın gibi, İstanbul’un herhangi bir yerine dokunun, karşınıza bir mücevher çıkar.” Siz İstanbul’a dokunduğunuzda ne hissediyorsunuz?

Bu çok güzel bir İstanbul tarifi! Kesinlikle katılıyorum. Ama şunu da eklerdim: Yaşlı kadın, modayı izlemeye çalışıp fazla genç işi şeyler de giydi. Alışveriş merkezleri ve gökdelenler gibi... Ben tarihi bir geçmişi olmayan bir yerde, Los Angeles’ta büyüdüm. Oranın 100 yıl önceki resmine bakın; göreceğiniz tek şey, birkaç evin yer aldığı boş tepelerdir. Benim gibi birisi için İstanbul inanılmaz. Sokaklarında dolaşıp kaybolmaya bayılıyorum.

“Bosphorus” adlı şarkıda, Boğaz’la evli bir kızdan söz ediyorsunuz. Bu şarkının gerisindeki hikâye ne?

2005’te İstanbul’a ilk kez Caz Festivali’ne geldiğimizde, Özgecan Tapa ile tanıştım. Festivale katılan gruplardan birine rehberlik yapıyordu. Dansçı olduğunu ve okumak için Almanya’ya gideceğini anlatmıştı. Orada yerleşip yerleşmeyeceğini sorduğumda, İstanbul’a daima geri döneceğini; çünkü Boğaz’la evli olduğunu söyledi. 16 yaşındayken bir gün vapurla karşıya geçiyormuş, bu kentle olan bağını hep korumak için yüzüğünü Boğaz’ın sularına bırakmış. Anlattıklarının saf güzelliği beni çok etkilemişti.

Taksim’in İstanbul’un en kalabalık ve gürültülü bölgesi olduğunu düşünürsek, “Taksim” adlı şarkının sakin havası oldukça şaşırtıcı...

Aslında şarkı, iki aylak sarhoşun bir plajda oturup hayatları hakkında konuşmalarını anlatıyor. O şarkının üzerinde çalışırken yine İstanbul’daydık. O sırada beni etkileyen bir olay oldu. Bir cumartesi sabaha karşı otele dönüyordum. O saatte Taksim, yalpalayarak yürüyen sarhoşlarla doluydu. Birden ezan sesi duyuldu. Bu ülkede yetişen biri için sıradan olduğunu biliyorum, ama sarhoşlarla ezan arasındaki zıtlık, benim için çok çarpıcıydı. Bununla şarkıdaki sarhoşlar arasında bir bağlantı kurdum. Plajda oturup hayatlarını nasıl berbat ettiklerini konuşuyorlar ama yine de güneşli bir günde paylaştıkları dostluğun belli bir güzelliği var...

“İLHAM DÜŞÜNEREK YAKALANMAZ”

Belli bir yere ait değilmiş gibi, her yerde kendinizi evde hissettiğinizi söylüyorsunuz. Bu duygunun kaynağı ne ve bir müzisyen için avantaj mı bu?

Annemin ciddi psikolojik rahatsızlıkları vardı. Bu his, bana çocukken kaldığım bir bakımevinde yerleşti. Daha sonra bir süre büyükannemle, birkaç yıl babamla, sonra da okul arkadaşlarımın evlerinde yaşadım. Los Angeles’ta yetiştiğim bölge ise, kültürel olarak çok karışıktı. Latinler, Asyalılar ve siyahlar çoğunluktaydı, beyazlar neredeyse yok gibiydi. Homojen bir toplumda yetişen birine kıyasla, benim farklı insanların yaşadığı yerlerde evimde gibi hissetmemin nedeni bu... Bence bu, her sanatçı bir avantaj. Eskiden halk şairleri, ozanlar da sürekli seyahat edip, duydukları öyküleri “yerleşik” kasabalılara anlatıyordu. Onlar da bu duyguyu hissediyordu sanıyorum.

İlham kaynağınızın peşine mi düşüyorsunuz, yoksa seyahat ederken o mu sizi buluyor?

Yaratıcılığa bir tür “gündüz düşü” yöntemiyle yaklaşıyorum. Rüzgarın beni istediği yere sürüklemesine izin veriyorum. Ne yapmam gerektiğine ilişkin fikirlerim oldukça sıradan; ama eğer olacakları akışına bırakırsam, daha ilginç yerlerde farklı insanlarla tanışabilirim. Aynı şey şarkı yazarken de geçerli. Elimde gitarla dış dünyaya bakıyorum. Yaratıcılığın asıl düşmanı düşünmek. Belli bir fikri geliştirmeye çalışıyorsanız, düşünmek elbette işe yarar; ama hiç kimsenin ilhamı düşünerek yakaladığını sanmıyorum.

Müziğinizi dinleyince, trajik hayatlar yaşamış kahramanlara ilgi duyduğunuzu seziyorum. Örneğin Jesse James gibi... Nedeni ne bunun?

Tarihsel olarak, trajedi, öykü anlatımı açısından çok önemli. O olmadan bir hikâyeye ilgi çekmek zor. Çok dengeli, normal insanları anlatan bir şarkı sıkıcı olabilir. Bana göre, bizi daha insani kılan şey hatalarımız... Ayrıca, hayatın en acı veren yönlerini tam olarak aktarabilmek, sadece müzik, edebiyat ve sanat yoluyla mümkün...

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate