2 Haziran 2007 Cumartesi

Beirut: Orta Batı Amerika’dan Balkan Müziği


By on 22:16:00

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/2 Haziran 2007




Bu yıl 29 Haziran-2 Temmuz tarihleri arasında İstanbul Kilyos Solar Beach’te gerçekleştirilecek Radar Live Festivali, birbirinden ilginç konukları ağırlayacak. Bunlardan birisi de, alternatif müziğin son dönemde en beğenilen gruplarından olan “Beirut”. Grup, New Mexico eyaletinin Santa Fe kentinde doğup büyüyen 21 yaşındaki Zach Condon’un önderliğinde geçen yıl kuruldu. Doğu Avrupa ve çingene şarkılarından esinlenen müzikleri öylesine coşkun ki, Balkanlar’dan bir grubu dinlediğinizi sanabilirsiniz. Sahneye sekiz kişilik ekibiyle çıkan Beirut’un kısa sürede Amerika’da ve Avrupa’da sağladığı başarı gerçekten şaşırtıcı. Zach Condon’la hem bu başarıyı hem de Balkan müziğine olan ilgisini konuştuk.

Grubunuza Beirut adını vermenizin özel bir nedeni var mı?

Odamda ve stüdyomda her yerde haritalar asılı. Gözlerimi kapayıp parmağımı harita üzerinde bir noktaya koyuyorum ve sonra da o noktaya denk gelen yerde yaşamanın nasıl olabileceğini, oradaki insanların hayat hikayelerini hayal ediyorum. Şarkılarımı çoğunlukla bu şekilde yazıyorum. Bir gün yine böyle çalışırken, parmağım Beyrut üzerine kondu. Orada hayatı düşündüm. Doğu ve Batı’nın garip bir bileşimi Beyrut. Doğu’nun Paris’i… Savaşların ve dini çatışmaların yaşandığı, gecekonduların ve yüksek binaların, kafelerin, bombaların ve sanat galerilerinin, modern mimarinin ve eski manastırların bir arada bulunduğu büyüleyici bir kent. Sanki bütün insanlık tarihi orada gün be gün yaşanmış gibi. Sanatçılar ve kökten dinciler, politikacılar ve hükümet ajanları… Hepsi bir arada!

Çoğu genç Amerikalının tersine, gitardan pek etkilenmediğiniz anlaşılıyor. Onun yerine, klakson, kitara, akordeon, piyano, klarnet, mandolin ve perküsyon aletleri çalıyorsunuz. Orta Batı’da yetişen genç bir Amerikalı için biraz sıra dışı değil mi? Bunun o bölgedeki egemen ve türdeş yapıdaki kültüre karşı bir tür tepki olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, ilk başta bu tür enstrümanları kullanmam bir tür tepkiydi. Yetiştiğim yerde birbirine benzer görünümdeki gruplar, aynı tür müziği yapıyor, aynı enstrümantasyonla aynı sesleri elde ediyorlardı. Ben her zaman bu seslerden farklı olanlarla ilgilendim. Babam gitar çalmamı istiyordu, ama ben gidip bir trompet aldım. Amerika’da yapılan bağımsız ya da alternatif müzik çalışmalarının, gürültü denebilecek seslerle deneyselliğe yönelmesi bana garip geliyor. Oysa dünyada keşfedilecek birçok heyecan verici ses ve müzik aleti var.

Yugoslav filmlerine karşı büyük bir ilginiz olduğu biliniyor. Bu tutkunuz ne zaman başladı ve müziğinizi nasıl etkiledi?

Filmler, müziğe ve kültüre olan ilgimin şekillenmesinde büyük rol oynadı. En sevdiğim film, Emir Kusturica’nın yönettiği “Underground”. Bu tutkum, 15 yaşındayken bağımsız filmler gösteren bir sinemada çalışırken başladı. O sırada zaten büyük bir Fellini hayranıydım. Sevdiğim filmler arasında benzerlikler var. Eğlenceli bir kargaşa, hayali bir atmosfer ve en önemlisi de, müziğin bu atmosferin yaratılmasındaki katkısı.

İlk albümünüz “Gulag Orkestar” oldukça ses getirdi. Bu albümü kaydetmeden önce Batı Avrupa’ya gidip, kısa bir süre orada yaşadığınızı ve bu seyahatlerin müziğiniz üzerinde büyük etkisi olduğunu söylüyorsunuz. Fakat müziğiniz daha çok Doğu Avrupa’daki ve Balkanlar’daki çingene müziklerini andırıyor. Bu biraz ironik değil mi?

Gerçekten ironik. Bazen kendi içinde karşıtlıklar taşıyan bir yaşam sürüyorum. Fransa’nın sevdiğim yanlarından birisi, orada yaşayan insanların dünyanın farklı yerlerinde yapılan müziğe olan ilgi ve sevgileri. Bu beni çok etkiledi. Albüm henüz çıkmadan önce Doğu’ya en yakın olduğum yer Prag’dı. Orada bazı müzisyenlerle tanıştım. Almanya’nın Leipzig kentinde terkedilmiş bir binanın tavan arasında yaşıyorlardı, beni oraya götürdüler. Binada herhangi bir ısıtma sistemi yoktu. Bütün gece şarap içip akordeon ve keman çaldık. O gece, bu seyahatlerden bana kalan güzel anılardan birisi…

Balkan müziğinde sizi en çok ne etkiliyor?

Duygu yüklü. Bu derecesini Batı müziğinde bulmak zordur. Gerçek bir heyecanı yansıtıyor. Ayrıca müzik son derece coşkulu ve enstrümantasyon çok etkileyici. Sanırım açıklaması zor ama bana büyük anlam ifade ediyor. Aynen Türk müziğinde, Irak ya da Hint müziklerinde olduğu gibi.

Punk’ın Doğu’ya taşındığı söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Amerika’daki punk tavrı konusunda söylenecek çok şey var. Punk’ın Doğu’ya taşınıp taşınmadığını bilmiyorum ama eğer öyleyse, umarım arkasında Amerika’da bıraktığı gibi kötü bir iz bırakmaz. Çünkü punk, bu ülkede, gençlerin kendi hatalarından ve yetersizliklerinden kurtulamamasının ya da dünyada olup bitenlerle baş edememesinin bir bahanesi oldu. Punk olduklarını söyleyenler, kendi hatalarını sanki kişiliklerinin en iyi taraflarıymış gibi benimsiyorlar. Ne yazık ki, punk, Amerika’da çok yanlış yorumlanıyor.

İlk albümünüz çıkar çıkmaz, New York’taki indie rock severler ve müzik dergileri tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. Grubunuzu ilk kurduğunuz sırada, dinleyicilerden ve eleştirmenlerden nasıl bir tepki alacağınızı tahmin ediyordunuz?

Aslına bakarsanız, görmezden geleceklerini düşünüyordum. New York’ta müzik piyasası çok büyük. Çok sayıda grup olduğu için bunların yüzde doksanı adını duyuramıyor. Bu nedenle, müziğimizi eğer dinlerlerse, seslerle oynayarak kulağa çok farklı gelen bir şey yapmaya çalıştığımı düşünmelerini umdum, ki aslında durum öyle değildi.

Konserlerinizde Türklerin çok iyi bildiği bazı şarkıları söylüyorsunuz. Bunlar arasında Koçani Orkestar’ın yorumladığı “Şiki Şiki Baba” ve geleneksel bir çingene şarkısı olan “Eder Lezi” de var. Bunları İstanbul’da da çalacak mısınız?

Eğer konser izleyicisi bu şarkıları bizden duymak isterse, çalmaktan mutluluk duyarız.

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate