30 Haziran 2015 Salı

İskandinavya Jamaika ile İstanbul’da buluşuyor!


30.6.2015
 
22. İstanbul Caz Festivali programının açıklandığı davetler, kentte katılmaktan keyif aldığım nadir etkinliklerden birisi. Bu yıl yurtdışında olduğum bir döneme denk geldiği için katılamadım ama Twitter’dan haberleri anında paylaşanlar sayesinde heyecana uzaktan da olsa ortak oldum. Duyurusu yapılanlar arasında beni en çok sevindirenlerden birisi, Norveçli caz trompetçisi Nils Petter Molvær, elektronik müziğin Finlandiyalı olağanüstü yeteneği Vladislav Delay ve Norveç’in yetiştirdiği en yaratıcı gitaristlerden biri olan Eivind Aarset ile reggae müziğin Jamaikalı efsane ikilisi Sly & Robbie’yi aynı sahnede buluşturan konserdi. Heyecanımı Twitter’a oldukça coşkulu bir şekilde yansıttığımı hatırlıyorum.

Bu dev kadroyu, Sly & Robbie dışında, daha önce hem solo konserde hem de yaptıkları farklı işbirlikleri içinde canlı dinleme olanağım oldu. Hepsi tek başına ufuk açıcı birer virtüöz olan bu isimlerin birlikteliğinin nefes keseceğini tahmin etmek zor değil. Bu tahmin kolay olsa da, yeniliğe ve yaratıcılığa en açık iki müzik türünün, caz ve elektronik müziğin reggae ile yeniden tanımlanacağı bir konserin sınırları zorlayıp bizleri taşıyacağı yeni evreni tam olarak kestirmek zor.

Hatta büyük olasılıkla başlangıç noktasını bilen müzisyenler bile konser boyunca yaşayacakları macerayı bire bir bilemez. Çünkü sınırları belirlenmemiş, tekrarlardan arındırılmış bir performansa tanık olacağız.

Bu yıl şubat ayında Aksanat’ta elektronik seslerle kurguladığı ambient yaratılarını gitar tınılarıyla birleştiren Eivind Aarset’in büyüleyici fütürist dünyasıyla sarsıldık. Vladislav Delay’in bugüne kadar farklı isimler altında yayınladığı çalışmalarını dinlediğimizde ise, ambient tınılarından daha çok ajite edilmiş seslerin, glitch ve minimal tekno’nun tekinsiz sularında dolaştığını; aksak ritimler ve melodik olmayan tuhaf seslerle yarattığı müziğin dinleyiciden özel çaba beklediğini görüyoruz. Bas ve davul ikilisi Sly & Robbie, Sly Dunbar’ın boş konserve kutularını davul seti yerine koyup çaldığı, Robbie Shakespeare’in Family Man adıyla tanınan Aston Francis Barrett’ten etkilenip parmaklarından kan gelene kadar pratik yaptığı 1970‘li yıllardan bu yana reggae müziği yeniden tanımlıyor. Trompetinden çıkan sesleri doğaçlamalarla süsleyen Nils Petter Molvær ise, caz ve elektronik müziği bir arada dokuyan future jazz tarzının başını çekiyor.

Bütün bu seslerin reaksiyon özgürlüğü içinde karşılıklı tepkimesi, 11 Temmuz’da yeni açılan Uniq Sahnesi'nde müthiş bir devinim yaratacak. Üstelik bu konser öncesinde söz yazarı, besteci ve saksofonist Korhan Futacı ve Kara Orkestra’dan içinde yaşadığımız tutkulu ve karmaşık kent İstanbul’un kendine özgü kaosunu dinleyeceğiz. Her performansıyla öngörülemeyen ayrı bir atmosfer yaratan Futacı ve Kara Orkestra’dan sonra da belli ki Danimarkalı saykedelik pop grubu The Asteroids Galaxy Tour ile bambaşka bir evrene doğru süzüleceğiz...

Konserin en heyecanlı yanı şu ki, bu süzülmenin, muhtemel doğaçlamaların da katkısıyla, nasıl gelişeceğini hiçbirimiz bilmiyoruz. Müzikte bilinenden çok bilinmeyenle ilgileniyorsanız, planlanandan çok rastlantısal olanı merak ediyorsanız, bu konseri kaçırmayın ve festivalin bu yılki en şaşırtıcı deneyimine hazır olun!


(Bu yazı, İKSV'nin İstanbul Caz Festivali için hazırladığı dergide yayınlanmıştır.)

28 Haziran 2015 Pazar

Ezilenlerin Yanında, Şiddete Karşı Bir Ses


28.6.2015

“Ben sesimi, ezilenler için, sömürülenler için, haksızlığa uğrayanlar için, baskı görenler için, tehdit altında olanlar için ve şiddet içermeyen, kesinlikle şiddeti dışlayan dayanışmalar için kullanmaya karar verdim. Yaşamım ve uzun meslek yıllarım boyunca tek ölçütüm bu oldu: Şiddet dışılık."

Kısa bir süre Zeynep Oral ile yaptığı telefon görüşmesinde böyle diyor folk müziğin kraliçesi. Şiddetin kol gezdiği bu gezegende böylesine net bir politik duruş sergileyen ender bir sanatçı Joan Baez. Müziğinde sadece toplumsal konuları işlemekle kalmayan, aktivistliğini şarkıların ötesine taşıyan, unutulmaz baladlarıyla müzik tarihinin en güçlü seslerinden birisi.

Müzikte yarım yüzyılı geride bırakan ozan şarkıcıyı, bu yıl İstanbul Caz Festivali kapsamında 1 Temmuz’da bir kez daha canlı dinleme olanağı bulacağız. Ne kadar heyecanlansak, ne kadar sabırsızlansak azdır!

Bir zamanlar Martin Luther King Jr. ile yürüyüşlere katılan, adı sivil haklar mücadelesi ile özdeşleşen, Vietnam Savaşı’na karşı protestolar sırasında defalarca gözaltına alınıp hapse giren Joan Baez, bugün 74 yaşında ve sesiyle yıllara meydan okurken, ruhuyla da ezilenlerden yana olmaya devam ediyor. Gezi Direnişi’nin barışçıl mücadelesine Türkçe konuşarak gönderdiği destek mesajıyla kalbimizdeki yerini iyice sağlamlaştıran bu folk efsanesi, günümüz müzik dünyasında örneğine nadiren rastlanabilecek bir bilinç, vicdan, duyarlılık ve yetenek sembolü.

Hippi kültürünün öne çıktığı 60’larda protest müziğin en etkili isimleri arasında yer alan Baez, Türkiye’de en son 2004’te dinleyicileriyle buluşmuştu. 11 yıl aradan sonra sahnede oğlu Gabriel Harris (perküsyon), Dirk Powell (multienstrümantalist) ve Grace Stumberg (geri vokal) eşliğinde şarkılarını söylerken vereceği mesajlar, Gezi Direnişi’nde baskıya karşı duran toplum için son derece değerli olacak.

Sıklıkla yaptığı gibi konseri yine Bob Dylan şarkısı “Blowin’ in the Wind” ile bitirirse, kaybettiklerimizi müzikle bir kez daha anarken, “Ne kadar çok insanın öldüğünü onun bilmesi için kaç ölüm olmalı?” diye sormaz mıyız?



(Bu yazı, ilk olarak 27 Haziran 2015 tarihli Cumhuriyet Caz Festivali ekinde yayınlanmıştır.)

Büyüleyen Bir İçtenlik: Melody Gardot


28.6.2015

Amerikalı vokalist ve şarkı yazarı Melody Gardot’yu ilk kez canlı dinlediğim konserin sonunda, “Dolunayın aydınlattığı enfes Boğaz akşamı, unutulmaz bir film sahnesi gibi yerleşti zihnimize,” demiştim. O geceden bu yana altı yıl geçse de konsere dair anılarım tazeliğini hiç yitirmedi. 2009’da İstanbul Caz Festivali’ne konuk olmuş; Esma Sultan Yalısı’nda romantik, hüzünlü ve hepsi son derece içten şarkılarını seslendirmişti Gardot. Yansıttığı duygu her ne olursa olsun, kalbinin derinliklerinden geldiğini hissettirecek kadar yoğundu sesinin tınısı. Yaşanmış çıplak duyguları, şiir gibi aktarmıştı melodilere...

İkinci kez 2013’te festivale konuk olduğunda, Almanya Sefareti Yazlık Rezidansı’nın ağaçlıklı muhteşem bahçesinde ağırladık onu. Blues, bossa nova, R&B, Latin ve caz müziği kaynaştırıp evrensel bir dil kurdu o dört dörtlük konserde. Bu yıl zarif vokali, yine bir temmuz akşamında bu kez Sepetçiler Kasrı’nda yankılanacak.

9 yaşında müziğe başlayan sanatçının, 16 yaşından beri Philadelphia’nın barlarında Duke Ellington ve Mamas & Papas şarkılarını söylediği günlerin üzerinden epey zaman geçti. 19 yaşında bisiklet sürerken bir motorsikletlinin çarpmasıyla ağır yaralandı, bir süre piyanoyu çalamaz oldu. Ancak doktorunun önerisiyle başladığı müzik terapisi olumlu sonuç verdi, hastanede yattığı dönemde gitar çalmayı öğrendi.

İlk albümü “Worrisome Heart”dan beri güçlü bir kariyerin sinyallerini vermişti ama asıl çıkışı biri hariç kendi yazdığı şarkılardan oluşan “My One and Only Thrill” adlı albümüyle yaptı. Yumuşacık vokali, minimalist yorumu ve sahneden yansıyan sıcaklığıyla herkesi büyüleyen Gardot, 6 Temmuz’daki konserinde prodüktörlüğünü Grammy ödüllü Larry Klein’ın üstlendiği dördüncü albümü “Currency of Man”de yer alan yeni şarkılarını da seslendirecek. Caz ve blues’un yanı sıra country ve folk etkileri de taşıyan sesiyle, aşk ve tutkuyu derinliğine yaşayan insanların hikayelerini anlatacak. İki saksofonu aynı anda çalan olağanüstü yetenek Irwin Hall’un da katkısıyla bir kez daha yüreğimize dokunacak!


(Bu yazı ilk olarak, 27 Haziran 2015 tarihli Cumhuriyet Caz Festivali ekinde yayınlanmıştır.)

25 Haziran 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - HAZİRAN 2015 EN İYİLER


25.06.2014

24.6.2015 tarihinde Açık Radyo'da canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı.

1- Explosions In The Sky - Lightning and a Bottle
2- Ben Salisbury & Geoff Barrow - Out
3- Nils Frahm - Pendulum
4- Alden Penner - Exegesis
5-Algiers - Black Eunuch
6- Automat - Plusminus
7- Floex - Volcanic Vent Planet Main Theme
8- Max Cooper - Anatomic
9- Alessandro Cortini - La Sveglia
10- Barnett + Coloccia - Dreamsnake
11- Membranes - Dark Matter
12- Ghost Harmonic - Codex




23 Haziran 2015 Salı

Doğu Yakası'nın Ufak Barlarından Dünya Sahnesine Jools Holland


23.6.2015
 
Piyanist, besteci, orkestra lideri, TV sunucusu, İngiltere’de “milli hazine” diye adlandırılan ünlü müzik adamı Jools Holland, kurucusu olduğu 20 kişilik orkestra ile 7 Temmuz’da ilk kez İstanbul Caz Festivali’ne konuk oluyor. 80’lerin unutulmaz seslerinden Marc Almond’ın da eşlik edeceği konserde, caz, R & B, soul, gospel, boogie-woogie ve funk klasiklerinin yanı sıra, usta piyanistin bestelerini de dinleme olanağı bulacağız. BBC 2’daki “Later... with Jools Holland” adlı müzik şovuyla dünyaca tanınan Holland ile konser öncesinde telefonda söyleşip, müzik tutkusuna dair merak ettiklerimi sordum.

New Orleans müziğine olan tutkunuzu Jools Holland & His Rhythm & Blues Orchestra ile yaşatıyorsunuz. Bu tür müziğe dair sizi en çok ne etkiliyor?

Eski müzikleri de seviyorum, yenileri de. Çocukken annemle babamın döneminde onların New Orleans’taymış gibi davrandığını izlerdim; birlikte Fats Domino, Louis Armstrong, Bessie Smith dinlerdik. Benim müzik yapma tarzım da önemli ölçüde bunlardan etkilendi. Çünkü bu tür müziğin çok büyük bir keşif olduğunu düşünüyorum.

"FATS DOMINO BİZE TURTA YAPMIŞTI!"

Yıllar önce “Walking to New Orleans” adlı belgesel serinizi izlemiştim. Kentin sokaklarında üstü açık arabanızla dolaşırken çok keyif alıyor görünüyordunuz ama ben en çok idolünüz Fats Domino ile tanışınca ne hissettiğinizi merak ediyorum.

Bu müziğin tarihine bakarsanız, Fats Domino gerçek bir mucit. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında Amerika’daki Afrika asıllılar arasında gelişen bir müzik. Boogie-woogie türü, 1950’lerde rock ‘n’ roll’a dönüştü. Fats Domino, bu gelişimin anahtar ismi. Belgeselimde yer alması beni çok duygulandırdı. Ben ona müziğimi çalmadan önce ne demek istediğimi tam olarak anlamadı ama sonra, “Sen beni anlıyorsun, benim müziğim işte bu,” dedi. Çekim boyunca çok kibar ve anlayışlıydı. Ayrıca belgeselde yer almayan bir şey daha var! Yemek yapmak hobilerinden biriydi. Bize harika bir turta yapmıştı!

İstanbul konserinizde Marc Almond da olacak. Onun adını duyunca akla hemen 50 yıllık şarkı “Tainted Love”a Soft Cell’in yaptığı mükemmel cover geliyor. Konserde o şarkının orkestra versiyonunu çaldığınızı duydum. Sizce bu versiyonun farkı ne?

Marc Almond, muhteşem bir şarkıcı. “Tainted Love” gibi bir klasiği orkestra ile çalmak heyecanlandırıyor. Çünkü büyük orkestra çok güçlü bir arabaya sahip olmak gibi. “Tainted Love”ı da orkestra ile çaldığınızda etkisi yoğunlaşıyor, daha güçlü bir hale geliyor. Ayrıca sahnede bize Ruby Turner da eşlik ediyor. Avrupa’nın en iyi blues and soul şarkıcılarından birisi, aynı zamanda boogie-woogie kraliçesi deniyor kendisine. Eski usül boogie-woogie ve Sister Rosetta Tharpe gibi eski usül gospel müzik tarzını hatırlatıyor. Çok eski dönemlerden gelen bir yankıyı andırıyor sesi. Son derece özgün bir tarz. Onun da bizimle olması harika.



Müzik ve televizyon dünyasının en çalışkan isimlerindensiniz. Müzik sektöründe sayısız işbirliği gerçekleştirdiniz ve bütün bu üretken yıllardan sonra size “Modern müziğin büyükbabası” ve “Britanya’nın bağlantıları en güçlü adamı” diyorlar. İşçi sınıfından gelen o genç neredeyse hemen herkesin en iyi dostuna dönüştü. Nasıl oldu bu?

Uzun bir hikaye bu! Otobiyografimi okumam gerekebilir. Ama bu şekilde ifade etmeniz çok nazik. Şunu söyleyebilirim ki daima sevdiğim müziği çaldım ve birlikte çaldığım müzisyenleri sevdim. Birlikte çalıştığınız insanlardan ve müzikten her zaman bir şeyler öğrenebilirsiniz. Sevdiğim müziği çaldığım için dünyanın en şanslı insanlarından biriyim. Sürekli yeni müzik dinliyorum ve duyduklarımdan yeni şeyler öğreniyorum. Müziğin tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük bir gücü var. Onun gücü bu. Bu sanata sahip olmak benim ilham kaynağım.

Sonuçta ilk gençlik yıllarında Londra’nın Doğu Yakası’ndaki publarda çalan genç, bugün kendi orkestrasına liderlik eden, milyonlarca albüm satan bir müzik adamına dönüştü. Şansın dışında, genç Jools’u müzik dünyasının duayeni haline getiren başka bir şeyler olmalı...

Piyanoyu çalmayı kendi kendime öğrendim. Bu yolla öğrenince işin içinde daima bir gizem oluyor. Her gün onu daha iyi anlamaya başlıyorsunuz ve her gün diğer günlerden farklı oluyor. Hala bunun büyük bir muamma olduğunu düşünüyorum. Ne kadar daha çok öğrenmeye çalışırsanız çalışın, bazen ileriye bazen geriye doğru gidiyorsunuz ama daima bir farklılık söz konusu. Sanırım beni en çok cezbeden ve devam etmemi sağlayan da bu: Her zaman yeniliklere açılan bir sihir. Belki işin başında ünlü olmak istediğinizi biliyorsunuzdur ama size bunu sağlamak için yapmayı sevdiğiniz, tutkuyla bağlanacağınız bir şey olması gerek. O da müziğin kendisi ve ona duyulan merak.

Bir röportajınızda The Beatles gibi ünlü olmak istediğinizi söylemiştiniz. Müzik kariyerinizi değerlendirdiğinizde yapmayı umduklarınızın çoğunu gerçekleştirebildiniz mi?

En büyük kahramanlarımdan birisi dostum BB King’in hayranlık uyandıran özelliklerinden birisi, onca yıl sahnede kalması ve aynı zamanda bunu yaparken kendini geliştirmeye devam edip her şeyi daha iyi bir hale getirmeyi ummasıydı. Ben de geçliğimden beri bunu yapmaya çalışıyorum. Bunun yanı sıra, benim için büyük bir grupla çalmak da oldukça önemliydi. 1940’larda ve 50’lerde bu büyük grupların ortaya çıkması da garip değildir bence. Çünkü bir şekilde yola devam etmeniz gerekiyor. Büyük sanatçıları kayıt için bir araya getirdiğinizde onlar müziği aynı şekilde okumuyor ama aynı yönde düşünüyor. Bu oldukça sıradışı bir durum. Ayrıca çaldığımız müzik de bir keyif ifadesi; boogie-woogie, ska gibi müzikler insanı neşelendirir. Benim için bu işin en önemli yanı da bu.

YUMUŞAK BİR DİKTATÖR...

Squeeze adlı grupta çalarken oldukça başarılı olduğu bir dönemde ayrıldınız. O sırada, “Sorumluluk almak istiyorum. Yumuşak bir diktatörlük istiyorum. Squeeze’de diktatör değildim,” demiştiniz. Şimdiki orkestranızda diktatör müsünüz?

Yumuşak bir diktatör... Evet, müzikte bir lidere ihtiyaç var. Bu grubun dinamiği açısından iyi bir şey. Gruptaki bütün üyelerin gerekli sesleri çıkarabilmesi lazım. Elbette bunu nasıl yapacaklarını söylemek gerekmez, bunu doğal olarak bilirler ama birisinin materyali toplayıp neyin ne zaman çalınacağını belirlemesi, buna önderlik etmesi lazım. Gerçekleştirdiğim çalışmalarda bunu yapan kişi, ılımlı, yumuşak bir tavır içindeyse rahatsız olmam.

BBC 2’da 1992’den bu yana süren “Later... with Jools Holland”, televizyon tarihinin en başarılı müzik programlarından birisi. En önemli sırrı ne?

En büyük sırrı, her şovda kendi içinde birbirinden farklı müziklere yer vermemiz. Ünlü gruplara, efsane müzisyenlere yer verdiğimiz gibi, yeni çıkış yapanlara da yer veriyoruz. Kendi döneminde çok iyi tanınan popüler müzisyenler gibi, herkes tarafından çok iyi bilinmeyen mesela dünya müziğinden, folk ya da caz türlerinde ilginç yetenekleri de programda ağırlıyoruz. O sırada turne ya da konser nedeniyle yakınlarda olanları da gözetiyoruz tabii. BBC tarafından izin verilen yayın koşulları içinde bütün bunların bir karışımı var programda. Sadece müziği ön plana alarak, başka şeyleri işe karıştırmadan yapıyoruz bunu. Bizim programmımız bir yarışma değil, insanların gözyaşlarına boğulduğu şovlara benzemiyor. Sadece müzikle ilgili.

Ezra Pound’un dediği gibi sanatçılar toplumun anteni. Bu açıdan bakıldığında seçimlerinizin oldukça isabetli olduğunu söyleyebilirim. Programa çıkacak isimleri neye göre saptıyorsunuz?
Seçimlerin önemli bölümünü prodüktörlere bırakıyorum. Çünkü orada temel olan, çekimler sırasında kentte yakında olan veya yakında gelecek isimleri bulmak. BBC, ekstra masrafları karşılamıyor. Bununla birlikte daima farklı türlerden bir karışım olması gerekiyor. Sonuçta bunlara dikkat edilerek planlar yapılıyor. Bir kamu kuruluşu olan BBC’nin bu yayını İngiltere’de 23 yıldır hayatımızda yer alıyor. BBC, kendisine “eğit, eğlendir ve bilgilendir” şeklinde özetlenen misyon biçmiş bir kurum ve müzik de bunun bir parçası.

30 yıldır müzik dünyasının en büyük isimleriyle söyleşiler yaptınız ve birlikte çaldınız. Bugüne kadar yaşadığınız en unutulmaz anınızı sorsam aklınıza ilk olarak hangisi gelir?

Piyano enstrümanını çalabildiğim, olağanüstü insanlarla çalışabildiğim için çok şanslıyım. Geriye dönüp baktığımda yaşadıklarıma inanamıyorum. Geçen gün düşünüyordum; bir tek B.B. King orkestramla çalmaya geldiğinde herkes kendiliğinden bir anda ayağa kalkıp onu alkışlamıştı. Çok dokunaklı bir andı.

 

DAHA İYİ ANLAŞILMAK İÇİN MÜZİK YAPMAK

Bunca yıldır yaptığınız müziklere karakterini veren ortak bir tutku var mı? Sizi müzik yapmaya yönelten en temel nedeni merak ediyorum aslında...

Daha iyi anlaşılmaya çalışmak. Müzik yaparken bunun ve anlamadıklarınızın peşinde koşmak işe gizem katıyor ve bu bağımlılık yaratıcı bir durum. 7-8 yaşlarımda amcamı ilk kez piyanoda boogie-woogie müziği çalarken duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Öyle bir duyguydu ki atlayıp havaya sıçramak istemiştim. Evrenin kaosu bir anda bitmiş, “Yapmak istediğim bu!” demiştim. Hâlâ böyle hissediyorum, hâlâ aynı şeyin peşindeyim. Bunu koruyabilmek harika bir duygu.

Müzikle ilgili başka bir alana saparsak, son yıllarda aralarında Noel Gallagher’ın da olduğu bazı müzisyenler, eskiden sanatçıların müzik endüstrisini yönlendirdiğini ama artık sanatçıların endüstri ne yapmalarını isterse onu yaptığını söyleyerek eleştirdi. Artık müzikte işçi sınıfının sesinin duyurulmadığını söylüyorlar ki haklılar. Siz hemfikir misiniz bu konuda?

Bence doğru bir nokta. Çalışmayı en çok sevdiğim sanatçıların sahip olduğu özelliklerden birisi, herkes tarafından sevilmeye çalışmamaları. Müziklerinin sevilmesini isterim tabii ama “yaptığım şey bu, ben buyum, hoşlanmıyorsanız umurumda değil” diyenler hep büyük sanatçılardı. Bir yanda da herkesi memnun etmeye çalışan, çoğunluğun müzik zevkine hitap etmeyi hedefleyen çok müzisyen var. Bu açıdan bakıldığında Gallagher haklı. Ama ben ondan biraz daha iyimserim. Çünkü gelecekte birilerinin çıkacağına, yeni bir şeyler söyleyeceğine inanıyorum. Her hafta bunu yapan birisi çıkmaz ama belki beş yılda bir olur. Ayrıca aynı zamanda çok iyi sanatçılar da var.

BBC 2’daki radyo şovunuz için seyahat ettiğiniz ülkelerde plakçıları dolaşıp yeni sesler bulmaya çalıştığınızı okumuştum. İstanbul’a geldiğinizde bunu yapmaya fırsatınız olacak mı?

Bir zamanlar oradayken çok büyük bir pazara gitmiştik. Birkaç plak almıştım, dükkan sahibine “Bunları benim için tut, geri gelip alacağım,” dedim ama pazar öyle büyüktü ki kayboldum. İnsan seyahat ettikçe müzik kültürü de artıyor. İstanbul’un tarihi ve kültürel önemi çok büyük. Oraya geldiğimde bunu yapmayı isterim. Gerçekten İstanbul’da konser vereceğim için çok heyecanlıyım. Benim için olağanüstü bir duygu. Bir kez bulundum orada. Büyüleyici bir kent.

(Bu röportaj, Cumhuriyet gazetesinde 23 Haziran'da yayınlanan röportajın geniş versiyonudur.)

18 Haziran 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - GOTİK ROCK 2 - 17.6.2015


18.6.2015

Açık Radyo'da dün canlı yayınlanan 2. Vegan Logic Gotik Rock programının kaydı.

1- Congrès De Vienne - De Profundis
2- Lacrime Di Cera - Sete Di Oscuro
3- In Death It Ends - At None Without
4- Sex Gang Children - Dieche
5- Zero Le Creche - Last Year's Wife
6- Bauhaus - The Man With the X-Ray Eyes
7- Winter Severity Index - Severity
8- This Cold Night - First Class Citizen
9- Night Sins - Playing Dead
10- The Sisters of Mercy - Body Electric
11- Xmal Deutschland - Allein 
12- Southern Death Cult - Fatman
13- Pink Turns Blue - Your Master Is Calling




11 Haziran 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC GOTİK ROCK I. BÖLÜM - 10.6.2015


11.6.2015

Dün Açık Radyo'da canlı yayınlanan Gotik Rock konulu programının kaydı.

1- Plastique Noir - Other Spheres
2- Geometric Vision - Solitude of the Trees
3- The Danse Society - Falling Apart
4- B.F.G. - Amelia
5- Lycia - A Presence In the Woods
6- Soror Dolorosa - Trembling Androgyneous
7- Paralysed Age - Tears Are Always the End
8- Red Lorry Yellow Lorry - Talk About the Weather
9- She Past Away - Kasvetli Kutlama
10- Déficit Budgétaire - Blackened Statement
11- Belfegore - Belfegore




8 Haziran 2015 Pazartesi

YENİ MÜZİK: 5 YENİ ALTERNATİF/DENEYSEL İSİM ÖNERİSİ


8.6.2015

Algiers

Amerika’nın Atlanta eyaletinden çıkan üçlünün grupla aynı adı taşıyan ilk albümü, Matador Records etiketiyle haziran ayında yayınlanıyor. Gürültülü gitar riflerini gospel ve elektronik davullarla buluşturan eklektik ve çok güçlü bir müzik yapıyorlar. Kendi Facebook sayfalarında müziklerini “post-worldbeat” diye nitelemişler ama “doom-soul trio” ya da “gospel-spook trio” ifadeleri de kullanılıyor. Ben de doom-soul ifadesini tercih edenlerdenim.

Grubun müziğindeki gücün kaynağı, zengin soundu kadar temalarında da yatıyor. Sömürgecilik, ırkçılık, toplumsal uzlaşmazlık, din çatışmaları ve duyarsızlık gibi temel sosyal sorunlara odaklanan politik bir duruşları var. Günümüz müziğinde politika artık çok az sayıda grubun söz söylediği bir alan haline geldi. Algiers’ın müziği ise, toplumsal hayatın gerçeklerini saklamayıp insanlığın yüzüne vurduğu için etkili.

Ryan Mahan (bas gitarist), Franklin James Fisher (vokalist/gitarist) ve Lee Tesche (gitarist), orta sınıfın eridiği, ırkçılığın ve kapitalizmin palazlandığı Bush yıllarında tanışmışlar. Ortak noktaları, o sırada hissettikleri güçsüzlükten duydukları rahatsızlık olmuş. Bu huzursuzluğu Algiers’ı kurarak aşmaya çalışmışlar ve müzikleri isyanın dışavurumu sonucunda meydana gelmiş. “Blood” adlı şarkılarının sözlerine kulak verdiğimizde toplumu esir alan hastalıkları haykırdıklarına tanık oluyoruz. Ben bu haykırışı çok beğendim.



You The Living

Bugünlerde en çok beğendiğim yeni gruplar sorulduğunda aklıma gelen ilk isimlerden bir diğeri You The Living oluyor. Londra’nın Camden Town semtinde yaşayan iki genç müzisyenden kurulu bir grup bu. Aidan James Stevens (vokal, şarkı yazarı, multienstrümantalist, elektronik sesler) ile eşi Natasha Stevens’dan (vokal, synth, perküsyon, elektronik sesler) oluşan ikili, geçen yıl mart ayında ilk kısaçalarları “I”ı yayınladı. Ardından Ağustos 2014’te B yüzünde Suede’in “Asphalt World” adlı unutulmaz şarkısını cover’ladıkları “Precipice” teklisi geldi.

Darkwave, deneysel post-punk soundu üzerine yarı fısıltı halinde eklenen vokallerle gotik bir hava yakaladıkları müzikleri, epey derin ve karmaşık yapılı. Atmosferik gürültülerle buluşan gizemli vokalin yarattığı karanlık hipnotize edici. Natasha Stevens, “Cocteau Twins ile Einstürzende Neubauten’ın karışımı” diye anlatıyor müziklerini. Bence de çok yerinde bir tanımlama. Çünkü sinemasal, hayali ama aynı zamanda agresif bir sound söz konusu. Bu yıl mart ayında yayınladıkları yeni tekli “Grief”te de bunu hissetmek mümkün. Bilinen enstrümanlar dışında kendilerine ait enstrümanlar da tasarlayan grup, vibratör gibi sıradışı aletleri de müzik yaparken kullanıyor.

“XXXI” adlı yeni albümlerini kaydetmek üzere stüdyoya giren You The Living’e dikkat etmeli; henüz yeraltındalar ama uzun süre saklı kalamayacaklarını düşünüyorum.



P60

Brian Eno, Cabaret Voltaire, Wrangler, The The ve 80’lerin başında gelişen analog /ambient elektronika soundunu sevenler için P60 biçilmiş bir kaftan. “Models” adlı ilk albümleri bu yıl bağımsız plak şirketi Second Language etiketiyle çıktı. Grubun hikayesine gelince... Philip ve Peter Walker adlı iki kardeş, Glasgow’a yakın sıkıcı bir kentte, herkesin evde oturup televizyon izlediği, sokakların hep boş olduğu Cumbernauld’da, ölen amcalarının deposunda tesadüfen hiç kullanılmamış eski synthesizer’ları bulmuş. Önce eBay’de satmayı düşünmüşler ama eskiden Knives Replace Air adlı bir post-punk grubunda çalan Philip Walker, o aletlerle deneysel müzik yapma fikrini atmış ortaya. İki yıl sonra kendilerini de memnun eden bir sound yaratınca yayınlamaya karar vermişler. “Hâlâ bir Depeche Mode değiliz,” diyorlar ve bir yandan da kulüp atmosferiyle hiç ilgilenmediklerini, onları asıl cezbedenin enstrümanların sesi olduğunu vurguluyorlar. Müzikleri bu açıdan dinlenince oldukça ilginç; eski synth’lerden çıkan tuhaf sesler sizi de cezbediyorsa, P60 iyi bir alternatif olabilir.

Bu arada Walker kardeşlerin müzik serüveninin devam etmesini yürekten diliyorum. Çünkü biz isimlerini bilsek de onlar hiç konser vermeyeceklerini, fotoğraf çektirmeyeceklerini, bu celebrity kültüründe anonim kalarak olabildiğince punk bir tavrı sahipleneceklerini söylüyorlar. Bu demektir ki, asla popüler olmayacaklar, her yerde isimlerini görmeyeceğiz. Zaten yaptıkları müzik de daima “leftfield” diye adlandırılan alanda kalacak türden. Açıkçası ben saygı duyuyorum bu tavra; iyi müzik yapıp yayınlamayı sürdürdükleri sürece sorun yok. Umarım kayıt yapmayı sürdürürler.



Silent EM

New York’un yeraltı darkwave/synthpunk sahnesinin yetenekli yeni isimlerinden Silent EM ya da gerçek adıyla Jean Lorenzo’ya internette yeni müzik keşfine çıktığım bir gün rastladım. Tıklayıp dinlemeye başladığım şarkı öylesine içine çekti ki beni, hakkında daha çok araştırma yapmayı sürdürdüm. Sonunda daha önce İspanyolca yazdığı ama yayınlamadığı şarkıları bu yıl bandcamp üzerinden yayınladığı dijital albüm “Entierros Del Ayer”a ulaştım. Daha önce post-punk gruplarında gitar ve bas gitar çalmış ama New York’a taşındığında kendi solo projesini geliştirmeye karar verince synthesizer ve elektronik davulları işin içine katmış Lorenzo. 1980’lerin coldwave soundunu anımsatan sert ve güçlü vokaliyle yalanlar, yanılsama, aşkın yarattığı uyuşma hali ve kaybedilen ütopyalar hakkında duygusal şarkılar söylüyor. Bu tür sert vokalin sözlerdeki duygusallıkla kurduğu tezat, beni en çok etkileyen unsurlardan birisi oldu hep. Silent EM’de de aynı niteliği buldum.

İlk kısaçalarını 2013’te kaset formatında yayınlayan Lorenzo, yine aynı yıl Stockholm merkezli synth odaklı Flexiwave etiketiyle bir kısaçalar yayınladı. Minimal synth/electropunk/new wave türlerinde albümler yayınlayan Yunan plak şirketi Fabrika Records’tan çıkan “Citadel” adlı kısaçaları da sağlam adımlar attığını gösteriyor. Ortrotasce adıyla bilinen Nic Hamersly ile ortak yayınladıkları “Common Loss” ise bu yıl çıktı. Silent EM, yeraltı deneysel müzik dünyasının karanlık dehlizlerinde gezinenlerin karşısına mutlaka bir gün çıkacaktır zaten ama ben yine de synthpunk/coldwave sevenlerin özellikle dikkatini bu isme çekmek istiyorum.



Dasha Rush

Gerçek adı Dasha Ptitsyna Van Celst olan Dasha Rush, Moskova’da doğup büyümüş bir prodüktör/müzisyen. 14 yaşından bu yana hem DJ’lik yapıyor, hem de sanatın farklı alanlarında işbirlikleri gerçekleştirerek kendi müziğini yapıyor. 2004’ten bu yana kendi plak şirketi Fullpanda’dan çıkan tekli ve kısaçalarların dışında albümler de yayınladı. Rusya’dan içine daldığı minimal tekno dünyasındaki çalışmalarını artık Berlin’de sürdürüyor Dasha Rush. Ambient tınıları ve sentetik seslerle kurguladığı deneysel müzik, ismini sadece kentin yeraltı sahnesinde duyurmakla kalmadı; 10 yıldır dans, tiyatro, moda ve diğer sanatsal alanlarda yaptığı işbirlikleriyle de öne çıktı.

Raster Noton’dan bu yıl yayınlanan “Sleepstep - Sonar Poems For My Sleepless Friends” adlı albümü ile tekinsiz bir hava yaratıyor ama aynı zamanda duygusal açıdan çarpıcı bir niteliği var. Öyle ki, albüm tanıtım fotoğraflarında başındaki boynuzlarıyla bir ormanda koşarken görülen Dasha Rush’ın gözlerindelki anlamı müzikten çıkarabiliriz. Kendi tuhaf dünyasında insani hayallerle sarmalanan makinelerin yeni romantizmin anlatıcısı olduğunu söylüyor Dasha Rush. Elektronik müziğin alt türlerine dalan; ambient’tan hardcore’a, soğuk endüstriyel sesleri minimalist atmosferle örtüştüren müziğindeki değişkenlik oldukça ilginç. Makinelere ve sentetik seslere karakter veren bu maceracı sound, farklı sesler arayan kulakların ilgisini çekecektir mutlaka.

-
(Bu röportaj, ilk olarak redbull.com.tr'de yayınlanmıştır.)

5 Haziran 2015 Cuma

The Membranes - Dark Matter / Dark Energy


5.6.2015

26 yıl aradan sonra yeni bir albüm yayınlıyorsanız iki yolunuz var. Ya bilinen eski soundunuzu tekrarlayacak ve böylece bir anlamda ‘güvenli bölgede’ kalacaksınız ya da yeni seslerin peşinde heyecan verici bir maceraya girişeceksiniz. Birçok grup ilk yolu seçebilir ama The Membranes diğer yolu tercih ederek hem kendini yeniledi hem de epik bir albüm yarattı.

1970’lerin ikinci yarısında kuruluşlarından 1990’lara kadar süren ilk dönemde yaptıkları albümleri düşündüğümüzde bu kez oldukça farklı bir kayıt ile karşımıza çıktı grup. Bütününü değerlendirdiğimizde elbette bir gitar albümü söz konusu ve John Robb’ın güçlü bas soundu yine belirgin. Ancak bunun ötesinde yer yer sert gitarları geri plana alıp, e-bow, yaylılar, melodika, buzuki ve armonyum gibi değişik aletlerle yaratılan ses manzaraları da var.

Her şarkı kendi içinde bu sound dönüşümlerini içeriyor. Benim için “Dark Matter/Dark Energy”i en ilginç kılan özelliklerden birisi, bu şaşırtıcı iç değişimler oldu. Albümü hiç dinlememiş olan birisine anlatmak istediğinizde bu yapısı nedeniyle kolaylıkla tanımlamanız zor ve birçok grubun kendisini sınırladığı günümüzde bu çok iyi bir şey. Albümü ilk dinlediğimde verdiğim tepki, belki de en kısa ve doğru anlatımdı: “Dark Matter/Dark Energy”, sound açısından gerçek bir macera! Nitekim daha sonra basın bülteninde grubun albüme dair verdiği bilgi de bunu kanıtlıyordu. Grup, bu macerayı, "noise, drone, perküsyon, uyumsuz sesler, melodiler, free jazz, dub, dark dub, free punk, sert ve baskın ritimler, klasik müzik, orkestra soundu, sessizlik, death rock'tan trad rock'a çeşitli türler ve bütün bu gürültülerin güzelliği içinde tezatlıkların keyfine varan bir özgürlük" olarak anlatıyor.

Üstelik bu öyle bir macera ki, benim gibi evrenin oluşumu üzerine ortaya konulan teorileri merak edenler için ayrıca çok ilginç. Albümün arkasındaki asıl ilham, John Robb’ın CERN’deki Higgs Bozonu Projesi’nin başındaki Joe Incandela ile buluşması sırasında evrenin doğuşu, karanlık madde ve karanlık enerji hakkında duydukları. Robb’ın bilim adamlarıyla bir topluluk önünde söyleşi gerçekleştirdiği “The Universe Explained” adlı özel etkinlikte, The Membranes bir konser de vermiş. Yeni albümün ateşini yakan da o söyleşide bilim insanlarının anlattıkları olmuş.

Böylesine çarpıcı bir konudan yola çıkan albümün açılışını “The Universe Explodes Into a Billion Photons of Pure White Light” adlı bir şarkıyla yapmak oldukça iddialı. Fakat The Membranes, bunun hakkını tam anlamıyla vermiş. Big Bang patlamasını müzikle nasıl anlatırsınız? Kulağınızda zil gibi yankılanan gitarlar, ulurcasına “I didn’t asked to be born” diye başlayan vokal ve gümbür gümbür patlayan davul vuruşlarıyla tabii. Aynı zamanda seks ve ölümün nefesini hissedebileceğiniz çok güçlü bir açılış şarkısı bu.

Albümün kaydı sırasında John Robb’un babasını kaybetmesi, ölüme dair karanlığı da hissedilir şekilde enjekte etmiş şarkıların içine. Evrenin kuruluşundaki bilinmezler, yakınlarınızın yaşamının ne zaman ve nasıl sonlanacağına dair bilinmezlikle garip bir şekilde uyum gösteriyor. “21st Century Man”, bu örtüşmenin yoğun şekilde hissedildiği parçalardan birisi. Canlı performanslarda bu şarkının 20 dakikaya kadar uzadığı oluyormuş. Açıkçası o deneyimi yaşamak isterim.

Yeryüzü dahil tüm gezegenlerin, enerjisi biten yıldızların patlaması yani Süpernova sonucunda ortaya çıkan elementlerden oluştuğu düşünülürse, hepimizin ‘stardust’tan meydana geldiğimiz de açık. Böyle bir evrende yaşayan insanın hırslarıyla ortaya koyduğu yıkıcılığın yarattığı tezatı, baskın bas soundu etrafında kurgulanan 8 dakikalık “Money Is Dust”ta çok güzel işlemiş grup.

20 yıl önce, bir gün The Membranes albümünde karanlık bir ses manzarasının üzerine spoken word tekniği ile çoklu evren teorisini konu eden bir şarkı dinleyeceğimi söyleseler şaşırabilirdim. “The Multiverse Suite” adlı şarkıda Joe Incandela, yaklaşık üç dakika boyunca bu konuyu anlatıyor. Söyledikleri kadar müziğin karanlığı da o kadar çekici ki, dönüp dönüp dinlediğim parçalardan birisi oldu bu.

Melodikanın ilk kez kullanıldığı bir The Membranes şarkısı olan “Space Junk”, cızırdayan gitar sounduyla funk ritimlerini buluşturarak post punk’ın engebeli yüksekliklerine çıkarıyor dinleyeni. Hemen ardından gelen “Dark Matter”, uzayda kaydedilmiş gerçek sesleri e-bow ve piyano tınıları ile buluşturduğunda melodik müziğin atmosferik soundu içinde süzülmeye başlıyorsunuz. Söz konusu ‘karanlık madde’nin varlığı yalnız diğer maddeler üzerindeki kütle çekimsel etkisi ile belirlenebiliyorsa, esprili bir metafor kullanıp bu şarkının dinleyici üzerindeki çekim etkisini “Dark Matter” gerçeğine kanıt olarak sunmayı bile önerebilirim!

Bilimsel araştırmaların ve evrene dair bilinmeyen yönlerin yanı sıra, hayatın gerçeklerine dair tespitlerle dolu albüm. Modern hayatın acımasızlığını yırtıcı gitar rifflerinin sürüklediği kaotik bir sound içinde anlatan “If You Enter the Arena, You Got To Be Prepared To Deal With The Lions” bunu en iyi örnekleyen şarkılar arasında. Hemen arkasından gelen “In The Graveyard”, hayatın son günlerini hipnotize edici karanlık dub tınıları ve John Robb’un yer yer çığlığa varan etkileyici vokaliyle anlatıyor.

Albümün sonlarına doğru yine bilime yönelirken, teleskobun keşfinin hayatımıza etkisi, bilimin muhafazakar tutucuları nasıl dehşete düşürdüğünden söz ediyor The Membranes. Üstelik bunu Rembetika müzik kültürünün temel enstrümanlarından buzuki ve armonyum sayesinde bir folk soundu dokuyarak yapıyor. Konusuyla ve sounduyla, şaşırtıcı olduğu kadar yaratıcı bir şarkı. Ancak “Dark Matter/Dark Energy”nin sürprizleri burada bitmiyor. “5776 (The Breathing Song)”, John Robb’un vokalini vocoder ile tanınmayacak şekilde robotik bir hale getirmekle kalmıyor, sürekli duyduğumuz nefes seslerini yaylılarla buluşturup son derece güzel melankolik bir şarkıya dönüştürüyor. Vocoder’lı vokali nadiren beğenirim; bu şarkı da onlardan birisi oldu.

“All I can see is the dark energy” sözleriyle yaşanan kayıpların acısını duyuran ve bunu yaylıların dramatik hüznüyle yansıtan “Dark Energy”, son dakikalarda bütün sevdiklerimizin öldüğü, giderek sona yaklaşan bu evrende nihayetinde her şeyin evrende yok olduğu mesajını veren “The Hum of the Universe”e bağlanıyor. Belki böyle yazınca depresif gelebilir ama aslında kaçışı olmayan bir sonsuzluktan büyüleyici bir şekilde söz ediliyor diye de yorumlanabilir. "The Hum of the Universe", John Robb ile babası arasında karanlık madde üzerine yaptıkları kısa bir konuşma ile başlıyor, ölüm ve evren hakkında düşüncelerin kesiştiği noktanın albümün en dokunaklı anlarından olduğunu söyleyebilirim.

The Membranes, evrene ve hayata ilişkin çok geniş bir ses paletini kullanarak, müthiş yoğun bir albüm kaydetmiş. Albümü doğuran düşünce birikimi ve ilham kaynakları düşündürücü, ses deneyleri çok etkileyici.  Ortaçağ’dan kalma bir atmosferi andıran albüm kapağında hareketsiz yatan kadının üzerine oturan maymun ve perde arasından başını uzatan atın da evrenin doğuşu, insanın gelişimi ve modern toplumun kuruluşuna dair gönderme yaptığını düşünmek zor değil. “Dark Matter/Dark Energy”, kuşkusuz yılın en iyi albümlerinden birisi.

Yazıyı John Robb'un bir sözüyle bitirmek anlamlı olur: "Eğer punk gerçeklerle ilgiliyse, evrenden daha büyük bir gerçeklik olamaz." The Membranes, işte tam da o büyük gerçekliğe parmak basıyor bu albümde. 

----

"Dark Matter/Dar Energy", Cherry Red Records etiketiyle 22 Haziran'da yayınlanıyor.
Albümü ikili vinyl ya da CD olarak edinmek isterseniz: http://www.themembranes.co.uk/

4 Haziran 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - EDGAR FROESE ÖZEL - 3.6.2015


3.6.2015

Dün akşam Açık Radyo'da canlı yayınlanan ve Ocak 2015'te hayatını kaybeden Edgar Froese'yi andığım programın kaydı.

1- Tangerine Dream - Logos Intro
2- Tangerine Dream - Cloudburst Fight
3- Tangerine Dream - Movements of a Visionary
4- Tangerine Dream - White Eagle
5- Tangerine Dream - Cycle of Eternity

6- Tangerine Dream - 21st Century Common Man (Part Two)
7- Edgar Froese - Stuntman
8- Edgar Froese - Bobcats in the Sun
9- Tangerine Dream - Astrophel and Stella





3 Haziran 2015 Çarşamba

VİDEO: SHELLAC @ SALON


3.6.2015

Dün akşam Salon'da Mudhoney ve Shellac konseri tek kelimeyle muhteşemdi. Grupların sahneye çıkışları arasındaki bekleme süresinde heyecanımı Twitter'da paylaşınca birisi "Konsere gidemeyenler için Periscope'tan yayın yapsanıza..." dedi. O uygulamaya giriş yapmadığımı ve nasıl kullanıldığını bilmediğimi söyledim. Konser hakkında çok şey yazılabilir ama ortaya çıkardığı enerji ile bu yıl İstanbul'da şu ana kadar gerçekleşen en iyi konser olduğunu düşünüyorum. Gerek Mudhoney gerekse Shellac, salonu tam anlamıyla yıktı geçti. Onları dinlerken şunu düşündüm: Hiçbir sanat dalı müziğin insan ruhu üzerinde yarattığı karmaşık etkiyi yaratamaz. Çünkü etkisi hem ruh üzerinde hem de beden üzerinde fiziksel olarak ortaya çıkar. Başka hiçbir sanat dalı insanın kendisini duvardan duvara savurmasına yol açamaz. O nedenle de en güçlü sanat dalıdır müzik. Bu hissi bir kez daha yaşatarak kanıtlayan Shellac ve Mudhoney'e, konseri düzenleyenlere çok teşekkürler!

Dün akşam uzun bir video kaydı yapmadım ama Shellac konserinin son 77 saniyesini bir anı olması amacıyla kaydettim. İlgilenenler için onu paylaşıyorum.

1 Haziran 2015 Pazartesi

STEVE ALBINI: MÜZİK YAPMAK İÇİN FANTASTİK BİR DÖNEM


1.6.2015

2 Haziran’da İstanbul’da yılın büyük heyecanla beklenen iki konseri Salon’da gerçekleşecek. 1990’lardan bu yana müzik yapan rock grubu Shellac ve Seattle grunge sahnesinden Mudhoney, aynı gece sahneyi paylaşacak.

Kod Müzik’in düzenlediği etkinlik öncesinde Shellac’ın kurucusu, vokalist/gitarist ve alternatif rock/punk rock sahnesinin öncü yapımcısı/kayıt mühendisi Steve Albini ile müzik dünyasındaki değişimi konuştum. Haklı olarak büyük plak şirketlerinin egemenliğindeki eski sistemin müzisyenleri sömürdüğünü söyleyen Albini, internetin sorunları çözdüğü inancında. Ben internetin bazı sorunları çözerken yeni sorunlar yarattığını düşünsem de, Albini’nin 1993’te yazdığı “The Problem with Music” adlı geniş makaleyi ve endüstriye kafa tutan görüşlerini önemsiyorum. Bence bütün boyutlarıyla tartışılması gereken çok önemli bir konu bu.

Olanağım varken size parlak prodüksiyon kariyeriniz le ilgili birkaç soru sormak istiyorum. Aralarında Nirvana, Pixies, Godspeed You! Black Emperor da olmak üzere, büyük bölümü yeraltı ve punk dünyasında yer alan çok sayıda grubun, 1500'den fazla albümünün kayıt mühendisliğini üstlendiğiniz söyleniyor. (Steve Albini, yaptığı işi tanımlarken "prodüktör" değil "kayıt mühendisi" ifadesini tercih ediyor. Bu nedenle onu kullandım.) Geriye dönüp baktığınızda hatırınızda en çok kalan kayıtlar var mı?
 

Açıkçası kaç tane albümde çalıştığımı bilmiyorum, listesini tutmuyorum. Şu ana kadar birkaç bini bulmuş olması lazım. 30 yıldan fazla bir süredir bu işi yapıyorum ve bu sürenin büyük kısmı oldukça yoğun geçti.

Bir grupla çalışmaya karar vermeden önce hangi kritere bakıyorsunuz?


Fazla seçici değilim. Bir grup benimle çalışmak istiyorsa, hayır demek için özel bir nedenimin olması lazım. İşimin müzik eleştirmenliği yapmamı gerektirdiğini sanmıyorum. Ayrıca çalıştığım bütün grupları yargılamam kabalık olur. Grubun istediği albümü yapmasına olanak tanımayı, bunu yapmalarına yardımcı olmayı tercih ederim.


Müzik dünyası 2013'te Nirvana'nın "Utero" albümünün 20. yılını kutladı. Albümün prodüktörlüğünü siz üstlendiniz ve grubun soundu yeni bir rotaya yönlendi. Nirvana ile kurduğunuz ilişkinin en önemli unsuru sizce neydi?

Gerçekten onları etkilemeyi hedeflemedim, sadece doğal ve teşvik edici bir tarzda kayıt yapmaya çalıştım. Temelde müziğin kendisine bir katkım yok ve bundan dolayı memnunum. Sonuç olarak müziklerini herkesten daha iyi kendileri anladığı için, o konuda en iyi karar verecek olanlar da onlar.

Bugünkü müzik endüstrisinde çalışan genç ve gayretli mühendislere vereceğiniz bir tavsiye var mı?

Kendileri gibi düşünen insanlarala herhangi bir koşul öne sürmeden ve beklentisiz bir şekilde çalışmalılar. O müzisyenlerin yer aldığı camiada değer kazanırlarsa, sonunda onlar müşterileri haline gelir ve böylelikle o grubun ayakta kalıp büyümesine de katkıları olur. Basmakalıp söz gibi geliyor ama doğru.

 

"PAYLAŞILMASINI İSTEMİYORSANIZ MÜZİĞİ KENDİNİZE SAKLAYIN"

Günümüzdeki müzik endüstrisi hakkında bazı sorular da sormak istiyorum. Büyük plak şirketlerinin egemen olduğu eski sistemin verimsiz olduğunu ve müzisyenleri sömürdüğü görüşüne katılıyorum. Bir yandan da yeni dijital sistemin özellikle sanatçı hakları bakımından bazı önemli sorunlar yarattığını da düşünüyorum. Siz geçen yıl “Punk rock’tan sonra müzik hayatımda başıma gelen en iyi şey, müziği bütün dünyada bedava paylaşabilmekti,” dediniz. Ama paylaşmanın en önemli yanı, iki tarafın da rızasının olması. Yaratıcının rızası yoksa, bu tek taraflı olmuyor mu?

Rıza bir lüks, bir zorunluluk değil. Müziğinizi kamuya açıyorsanız, o zaman insanların onu birbirleriyle paylaşma seçeneği vardır. Bu konunun teknolojik yanı, etik bir mesele değil. Müziğinizin paylaşılmasını istemiyorsanız, onu kendinize saklamanız lazım. Verandadaki ışığı açıyorsanız, oradan geçen insanlar elektrik faturanızı ödemeden ışıktan yararlanır. Müziğinizi müzik dinlenen alanlara yayarsanız, bazı insanlar bu ayrıcalığın karşılığını ödemeden faydalanır. Bu dünyada müzik yayınladığınızda karşılaştığınız durum bu.

İnternet devrimi bazı eski büyük şirketleri yerle bir etti ama diğer yandan Yahoo, Spotify, Apple, Google gibi yenilerini yarattı. Bu devasa şirketler her şeyi kontrol edip sanatçıları sömürüyor, bağımsız ve büyük plak şirketlerine eşit davranmıyor. Bu koşullarda müzik endüstrisinin demokratikleşmesinden nasıl söz edebiliriz?

Bu şirketler, beni kontrol etmiyor, diğer insanlara ya da onların sanatına erişimimi kontrol etmiyor. Varlıkları sadece ilgilendiğim şeylere ulaşmamı sağladıklarında anlamlı, onun dışında benim için bir şey ifade etmiyor. Herhangi bir siteyi ya da servisi kullanmak istemiyorsanız, internette alternatif çok. İnternet, herkesin her şeye ulaşmasını sağlamak için tasarlandığından, ufak bir çabayla aradığımız her şeyi en ücra köşelerinde bile bulabiliriz. Bu ortamda bazı şirketlerin bunu kontrol ettiği nasıl savunulabilir? Bana bulmamı engelledikleri bir şey söyleyin, onu dinleyebilirim.

Tüm dijital sistem müzisyenin yaratıcılığı ile besleniyor ama müzisyen bundan nasıl yararlanacak? Bedava olunca faturalar ödenmiyor. Amerikan Çalışma Bakanlığı 1999'dan bu yana müzisyenlerin % 41'inin daha az gelir elde ettiğini belirtiyor. Canlı performansın müziği dinleyicilere ulaştırmak için en pahalı yol olduğunu ve konser bileti fiyatlarının arttığını düşünürsek, bağımsız bir müzisyen hayatını nasıl sürdürecek?

Müzisyenler duyulmak için şans arıyor, dinleyici edinip kariyer yapmak istiyor. İnternet, eskiye oranla çok daha az bir çaba ve masrafla dünya çapında bir kitleye ulaşımı sağlıyor. Herhangi biri bir şarkıyı ya da videoyu internete yükleyip dakikalar içinde dünya çapında bir kitleye ulaşabilir. Bu, inanılmaz bir durum. Bu sayede müziği duyanlardan bazıları hayran haline gelirse, onlarla hayat boyu sürecek bir ilişki başlayabilir, internet ortamındaki kitlesel fonlama kampanyalarınıza destek verebilirler, konser biletleri, plaklar ve T-Shirt'ler alırlar, müziğinizi lisanlayabilmeniz için değerli hale getirebilirler. Müzik piyasası, artık doğrudan müzik parçalarını satmak anlamına gelmiyor. Müzik sektöründe artık gruplarla dinleyici kitlesi arasında saygı ve takdirle doğrudan kurulan ilişki hakim. Bir grupta müzik yapmak için gerçekten fantastik bir dönem bu.



"HAVA DEĞİŞTİYSE FARKLI KIYAFET GİYMEK DAHA İHTİYATLI"

Ama internet devrimi istenmeyen bazı sonuçlar da doğurdu. Bad Religion’ın gitaristi Brett Gurewitz, müzik endüstrisinin dramatik çöküşünü konu alan "Unsound" adlı belgeselde, bir yandan herkes kitap, müzik, film yayınlayabilir hale gelirken, bir yandan da yazının, müziğin ve filmin çok değer kaybettiğini söylüyor ve soruyor: Kendi yarattığım şey bana ait bir mülk değilse, o zaman ben neye sahibim?

Şu anki durumdan yakınanlar, köhnemiş bir fikre takılıp kalıyor. Müzik, artık her an her yerde ve dinlemek için kimsenin para ödemesi gerekmiyor. Eski sisteme alışkın olanlar bundan rahatsızsa, nedeni beklentilerini duruma göre düzenlememeleri; dünyanın geri kalanının bunda bir hatası yok. Hava değiştiğinde iki seçeneğiniz var: Ya başka kıyafet giyersiniz ya da havaya küfredersiniz. Bence kıyafet değiştirmek daha ihtiyatlı.

Ben yaratılan çalışmanın bir değeri olması gerektiğini düşünüyorum. O yüzden bence Apple/U2 işbirliği de müziğin değersizleştirilmesi yönünde atılmış yeni bir adımdı. Siz nasıl görüyorsunuz? 

Ben sadece sabahları uyandığım için bana para ödenmesini hak ettiğime inanıyorum ama kimse hemfikir değil; bu nedenle de işe gitmek zorundayım. Bir şeyin ancak ona para ödemek isteyen varsa bir değeri olur. Müzikseverler artık sadece fiziksel olan plağa para veriyor.  Bir şeye kimse para vermiyorsa o zaman değeri de yoktur. Bunun tersine inanmak durumu değiştirmiyor.  

"BÜYÜLEYİCİ BİR KENTTE YAŞIYORSUNUZ"

Tidal müzik servisini "Pono'nun bütçeye uygun olan versiyonu" diye nitelemiş ve sektörde önemli bir etkisinin olmayacağını söylemiştiniz. Sizce günümüzde müzik endüstrisinin durumunda gelişme kaydetmek için ne yapılabilir? 
 

İnsanlar durumdan şikayet etmeyi bırakıp, değişen ortamdan faydalanma yönünde tavır geliştirirse bence bu büyük bir ilerleme olur. 

Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Konseri dört gözle bekliyorum! Shellac, 2008'de İstanbul'da konser verdiğinde ne yazık ki o sırada ülkede olmadığım için kaçırdım ama harika bir konser olduğunu duyuyorum. O konserle ilgili olarak siz neler hatırlıyorsunuz?

Büyüleyici bir kentte yaşıyorsunuz. Yıllarca gezip dolaşabilirim orayı. Sigara promosyonu yapan kızların ikramda bulunmalarına dair anakronik bir durum hatırlıyorum. Yaşadığınız yerde zamanın nasıl farklı aktığını ortaya koyan bir olay. İstanbul'u seviyoruz ve sabırsızlanıyoruz. 

BOB WESTON: "İNSANLAR MÜZİĞİMİZDEN HOŞLANMAZSA DA BİZ DEĞİŞMEYİZ"

Shellac'ın geldiğini duyunca heyecan seviyemiz yükseldi elbette. Kod Müzik sayesinde Steve Albini'nin yanı sıra gruptan Bob Weston'a da (bas gitarist/vokalist/prodüktör) birkaç soru sorma olanağı buldum. 1980'li yıllarda Volcano Suns grubunda bas gitar çalan Weston, underground rock/punk rock dünyasında kayıt mühendisliği ve prodüktörlük yeteneklerini de kanıtlamış bir müzisyen. Albini'nin prodüktörlüğünü üstlendiği Nirvana'nın "Utero" albümünde Weston da kayıt mühendisi olarak onun yardımcısıydı.

Yıllar içinde birçok albümün kaydında görev aldınız. Bu süreç boyunca sizce öne çıkan en önemli şey neydi?

Üyelerini ve müziklerini sevdiğim gruplarla uzun süreli ilişkiler ve dostluklar kurmaktı. Bu saydıklarımla sınırlı olmasa da mesela şunlar söylenebilir: Six Finger Satellite, Polvo, Sebadoh, Archers of Loaf, Rachel's, The Shipping News, June of 44, Rodani Arcwelder, birçok Ken Vandermak projesi, Oxes, White Octave, The Regrets, John Vanderslice, JF Muck, Hurl, The Coctails, Pony/Speed King/ LCD Soundsystem/James Murphy... 

20 yıldan fazla bir süredir Shellac ile müzik yapıyorsunuz. Bir grubu bunca yıl sürdürüp hala keyif almak zor mu?

Turneye pek sık çıkmıyoruz ve çıkınca da uzun zaman süreli yapmıyoruz. Sık prova yapmıyoruz. Pratik yapma, kayıt ve turneye çıkmaya ayırdığımız toplam zamanı düşünürsek, bizim grubun tam zamanlı çalışan bir 6-7 yıllık bir gruba eşdeğer olduğunu söyleyebilirim. Ne zaman bir araya gelsek, uzun zamandır birlikte çalmadığımız için hep eğlenceli geçiyor. Böylece yenilik ve heyecan hissi korunuyor.

Shellac, sizinle birlikte, Steve Albini ve Todd Trainer'dan (davul/vokal) kurulu. Çok dinamik ve aykırı bir sound olduğundan, üretim sürecini hep merak etmişimdir. Birisi bir fikir öneriyor ve diğerleri onu tamamlayıcı fikirlerle mi destekliyor?

Birisi temel bir riff ya da konsept öneriyor. Sonra hepimiz onun üzerinden ayrıntılara girerek şarkıyı birlikte düzenliyoruz. Farklı üyelerden gelen temel rifler aynı şarkı içinde de kullanılabiliyor.

Geçen yıl yayınladığınız "Dude Incredible" adlı albümün kayıtları sırasında her zamanki yönteminizde bir farklılık oldu mu? 

Müzik yapım sürecimizde meydana gelen herhangi bir değişim düşünemiyorum. 20 yıldan fazla bir zamandır aynı şekilde çalışıyoruz. Değişen şey, zaman ilerledikçe ilgimizi çeken müzik, sanat ya da yaşam tarzları; bu ilhamlar yaptığımız müziği de etkiliyor.

Steve Albini "Utero"yu kaydettiğinde siz de kayıt mühendisi olarak yardımcısıydınız. O dönemden aklınızda kalan anılarınız var mı?

Bütünüyle hatırlıyorum. Eğlenceli bir dönemdi. Kayıt sürecinin bir bölümünde çok kötü bir soğuk algınlığı geçirmiştim; sürekli öksürüyordum ve ateşim yüksekti. Steve ve grup muhtemelen fazla heyecanlı değildi. Dave, bugüne kadar duyduğum en gürültülü davulcu.

Albini bir keresinde, "Biz üçümüz kendimiz için çalıyoruz. Eğer Bob ve Todd çaldığımız şeyden hoşlanıyorsa, diğer herkes nefret etse de umurumda değil," demişti. Sizin için de durum aynı mı?

Evet. Başkaları da o müzikten hoşlanırsa bu sevindirici bir durum. Ama hoşlanmazlarsa da biz değişmeyiz.

Favori bassline'larınızı bizimle paylaşır mısınız?

Clint Conley: "Peking Spring", Grahan Maby: "Got The Time", David Sims: "Nub", Lou Barlow: "Raisans", Jason Noble: "Books on Trains"...

Sizce günümüzde müziğin önünde engel oluşturan en yıkıcı şey ne?

Müzik yapmaya gerçek anlamda güçlü bir ihtiyaç duymayan insanların müzik yapması. Bu temel ihtiyaç ve tutku olmadan müzik yapanlar... Canlı performans sırasında başka bir yerde olmayı tercih eder gibi duran çok fazla grup görüyorum. Belli ki bu onlar için önemli değil. Neden sahneye çıkıp hem kendi zamanlarını hem de benim zamanımı harcadıklarını merak ediyorum.



KONSER BİLETLERİ İÇİN LİNK

Translate