27 Ağustos 2013 Salı

VEGAN LOGIC XXXV - AĞUSTOS 2013 EN İYİLER - 26.08.2013


26.08.2013 tarihinde Dinamo FM'de yayınlanan Vegan Logic'in kaydı. (Programı aşağıdaki bağlantılar aracılığıyla Archive.org ve Mixcloud üzerinden dinleyebilirsiniz.)


1- Nine Inch Nails - Copy of A
2- Stave - Stave
3- Tindersticks - Put Your Love In Me (Fade)
4- Patti Smith - I Ain't Got Nobody
5- John Foxx & Jori Hulkkonen - Evangeline
6- John Cale - All Summer Long
7- Moderat - Ilona
8- Disappears - Power
9- Kaito - Behind My Life
10- Killawatt & Ipman - Sur Place
11- Forest Swords - Friend, You Will Never Learn

Archive.org:



Mixcloud:

-

22 Ağustos 2013 Perşembe

VEGAN LOGIC XXXIV - BLIXA BARGELD - 19.08.2013


19.08.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic Blixa Bargeld özel programının kaydı. (Programı aşağıdaki bağlantılardan Archive.org ve Mixcloud üzerinden dinleyebilirsiniz.)


1- Einstürzende Neubauten - 3 Thoughts
2- Einstürzende Neubauten - Blume
3- Blixa Bargeld & Gudrun Gut - Die Sonne
4- Blixa Bargeld & Anita Lane w/Die Haut - Subterranean World (How Long?...)
5- Nick Cave and the Bad Seeds - The Weeping Song
6- Nick Cave and the Bad Seeds - Where the Wild Roses Grow
7- Blixa Bargeld - Somewhere Over the Rainbow
8- Blixa Bargeld - Soul Desert (Can cover)
9- Blixa Bargeld - Johnny Guitar 
10- Einstürzende Neubauten - Berlin Babylon
11- Blixa Bargeld & Amanda Ooms w/The Tim Isfort Orchestra - Küss mich wach
12- Blixa Bargeld & Alva Noto (ANBB) - Electricity Is Fiction
13- Blixa Bargeld & Teho Teardo - Alone with the Moon 

Archive.org üzerinden dinlemek için:



Mixcloud üzerinden dinlemek için:






17 Ağustos 2013 Cumartesi

The Veils ve Placebo İle Güzel Bir Akşam


17.08.2013

Yanılmıyorsam Placebo dün akşam İstanbul'daki beşinci konserini verdi. 2000'de Hilton Convention Center gibi canlı performans için hiç uygun olmayan bir mekanda yapılan ilk konser etkinliği, Türkiye konser tarihi açısından da unutulmazlar arasında. Placebo'yu dinlemeye gelenlerin büyük kısmı, müziğin de etkisiyle kendini bir başkasının kolları arasına bırakarak kendinden geçmişti. Ses sistemi, havasızlık vb. gibi fiziki açıdan bugünkü standartların altındaydı konser ama o yıllarda bugünkü kadar sık büyük konser yapılmadığından herkeste yabancı grupları canlı dinlemeye karşı daha yoğun bir ilgi vardı. Konserlerin sayısı arttıkça, dinleyicilerin bu deneyime verdiği değer azalmaya başladı. Bunu uzun yıllardır konserleri gözlemleyen biri olarak yazıyorum. O ilk dönemlerdeki heyecan korunabilse, mesela dün akşam The Veils sahnedeyken birçok kişi yere oturup bağıra çağıra sohbet etmeyi tercih etmezdi.

Oysa The Veils, o tür bir muameleyi hak edecek bir grup değil. Aslında bana göre hiçbir müzisyen/grup o saygısızlığı hak etmez. Eğer müzik size hitap etmediyse ve arkadaşlarınızla hiç durmadan konuşmak istiyorsanız, mekan kapalı ve ufaksa terk edersiniz; Parkorman gibi açık hava ve geniş bir yerse, kendinize sahneye uzak bir yer bulursunuz. Hemen arkamda oturup çene çalan grubun dışında dünkü konserde can sıkıcı bir durum yoktu. The Veils, tam vaktinde sahnedeki yerini aldı. Daha önce iki kere kapalı mekanda dinlemiştim grubu. Müziklerinin daha çok kapalı atmosfere uygun olduğunu düşündüğüm için Parkorman'ın açık hava sahnesinde performanslarının nasıl olacağını merak ederek gittim konsere.

Geçen defa Babylon'a geldiklerinde yaptığım röportajda da fark ettiğim gibi, vokalist Finn Andrews ve bas gitarist Sophia Burns, oldukça çekingen yapılı insanlar. (http://zulalmuzik.blogspot.com/2010/03/finn-andrews-sahnedeyken-evimde-gibiyim_01.html ) Burns, konser boyunca saçlarıyla yüzünü saklayıp dinleyiciyle hemen hemen hiç temas kurmayarak bu yapının işaretlerini veriyor. Ancak Finn Andrews, sahnede kendini açıp, tamamen müziğin yarattığı evrene giriyor. Şarkı söylerken yüzünün aldığı mimikleri incelerseniz, yaşadığı duygusal etkilenmenin yoğunluğunu görebilirsiniz. Röportajda da şarkı söylemenin onu dönüştürdüğünü düşündüğümü söyleyip, izlenimimin doğru olup olmadığını sormuştum. "Dönüştürdüğü kesin. Orada gerçek ben orataya çıkıyor. Performansın nasıl yapılacağını önceden öğrenmediğiniz için, yenilikleri keşfettiğiniz bir süreç bu. İçinde başarısız anlar da var, gurur duyduklarınız da. Patti Smith'i izlediyseniz bilirsiniz; sadece kendisini değil, o anda orada olan herkesi dönüştüren, şamanistik bir performanstır o. Benim ulaşmak istediğim nokta da orası... Sahnede evimde gibi hissediyorum," demişti.

Kendisine Patti Smith'i örnek alan Finn Andrews ve grup arkadaşları, Parkorman'da başarılı bir performans sundu. "Jesus for the Jugular"ı çalsalar, Patti Smith'in yarattığı şamanistik etkiye daha çok yaklaşabilirlerdi ama çalmadılar. Bu yıl yayımlanan dördüncü albümleri "Time Says, We Go"dan "Train With No Name" ile açılışı yaptılar. Hem yeni albümde hem de öncekilerde yer alan şarkılardan oluşan karışık bir şarkı listesi vardı ama ağırlık yeni albümdeydi. İlk albümleri "The Runaway Found"dan 2, ikinci albüm "Nux Vomica"dan 3, üçüncü albüm "Sun Gangs"den 1 ve son albümden 6 şarkı çaldılar. Bazı insanlar sohbet etmeyi sürdürdüğü sırada, günümüzün en içten şarkı söyleyen erkek vokalistlerinden biri olan Finn Andrews, kuşlar üzerine yazdığı "Birds" ile dinleyenlerin yüreğine dokunuyordu. "İstanbul'da çok martı var," dedi gülerek şarkıyı anons ederken ama konser bolluğuna ve kuşlara çok alıştığı için onlara karşı duyarsızlaşanlardan bir karşılık alamadı. Kuşlar hakkında şarkı yazan o ruhun inceliğini hissedenler vardı yine de...

Konserin sonuna doğru The Veils'i turneye dahil ettiği için Placebo'ya teşekkür etti Andrews. O sırada düşünüyordum; Placebo, The Veils ile neden turneye çıkar? Müziklerini beğendikleri ve desteklemek istedikleri için elbette. Ancak şunu da söylemek gerekir: Finn Andrews, Brian Molko gibi daha ilk duyulduğu anda tanınacak kadar belirgin bir vokale sahip ve onun gibi sofistike şarkı sözleri yazıyor. Bu açıdan önemli ortak noktaları var. Placebo öncesi The Veils'i dinlemek bana çok iyi geldi. Gördüm ki, açık hava mekanın da hakkını verdiler. Dün akşam The Veils ve Placebo, iyi bir turne ekibi oluşturmuştu. Dinleyenler için birbirini tamamlayan, etkileyici performanslardı.

(The Veils setlist: Train With No Name - Calliope! - Turn from the Rain - Birds - Not Yet - Vicious Traditions - The Pearl - Sign of Your Love - Sit Down by the Fire - The Valley of New Orleans - Through the Deep, Dark, Wood - Nux Vomica)

The Veils'ten sonra Placebo da sahneye tam saatinde çıktı. Kalabalık, grup elemanlarını görmek için çığlıklar atarken ışıklar karardı ve müzik başladı ama Placebo üyeleri yoktu sahnede. Sigur Ros'un "Svefn-G- Englar" adlı şarkısı ile Placebo'dan "Pure Morning"i bir araya getiren yeni bir miks ya da mash-up dinledik. Ben, o miksi ilk kez duydum ama çok beğendim.

Sonra önce Stefan Olsdal ile Steve Forrest ve arkasından Brian Molko sahnede görününce epey bir tezahürat duyuldu. Beşinci kez de gelseler İstanbul özlemiş Placebo'yu. Onlar da konser boyunca bunun farkındalardı eminim; dinleyicinin şarkılarına hep birlikte eşlik etmesi, hemen herkesin ilgisini sahneye yöneltmesi çok pozitif bir enerji yaydı.

Ben, 2003'teki Placebo konserini kaçırdım ama diğerlerinin hepsinde grubu dinleme olanağı buldum. Yurtdışında izlediğim konserlerini de katarsak, grubun canlı performansını altı kere gördüm. Altısında da konserden mutlu ayrıldım. Dün akşam da "iyi konser nasıl olur?" sorusuna bir kez daha yanıt aldık. Evet, müzisyenlere büyük iş düşüyor; her iyi müzik yapan sahnede iyi performans gösteremeyebiliyor. Ama sadece müzisyenlerin iyi olması yetmiyor; müzikseverlere de iş düşüyor; öncelikle müziği dinlemeleri gerekiyor, dinlemeyip yüksek sesle konuşmayı tercih ettikleri anda, hep birlikte yaşanabilecek güzel bir deneyimi bozmuş oluyorlar.

Placebo, hem yeni şarkılarını hem de çok sevilen eski parçalarını çaldığında, aldığı tepki her gruba nasip olmayacak kadar çarpıcıydı. "Speacial K", "Every You Every Me", "Meds" gibi şarkılar, bu ülkede alternatif rock dinleyicilerinin marşları haline gelen şarkılar arasında. Onları çalmayı da ihmal etmemeleri akıllıcaydı. "I Know"u yine duyamadık ama canları sağ olsun. Brian Molko, 2000'de röportaj yaptığım döneme göre doğal olarak yaşlandı, artık fiziksel olarak da görülüyor bu ama sesinde hiçbir yıpranma yok. İlginçtir, Stefan Olsdal'da yaşlanmanın fiziksel izleri henüz yok; sahnede de en hareketli olup dinleyiciyi coşturan o. Placebo, vokalist ile diğer üyeler arasındaki dengeyi iyi kuran gruplardan. Molko ile Olsdal'ın sahnedeki pozisyonları bunun güzel bir örneği.

Bu arada Gezi direnişinden beri adet olduğu üzere "Her Yer Taksim Her Yer Direniş!" sloganı yine atıldı Parkorman'da. Çok açık ki, bu tür konserleri takip eden kitle, aynı zamanda Gezi'de direnişe katılanlar ve destekleyenlerdi. O nedenle sloganın konserlerde duyulması hiç şaşırtıcı değil; bunu engelleyebileceğini düşünen varsa çok yanılır.

Placebo setlist: B3 - For What It's Worth - Bionic - Too Many Friends - Loud Like Love - Twenty Years - Every You Every Me - Black-Eyed - Song to Say Goodbye- Blind - Bright Lights - Meds - Slave to the Wage - Special K - The Bitter End // Teenage Angst - Running Up That Hill - Post Blue - Infra-Red

(Fotoğraflar bana aittir.)

-

12 Ağustos 2013 Pazartesi

VEGAN LOGIC XXXIII - ELECTRONIC MUSIC MIX - 12.08.2013



12.08.2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı. (Programı aşağıdaki bağlantılar aracılığıyla Archive.org ya da Mixcloud üzerinden dinleyebilirsiniz.)

1- Matthew Dear - Shake Me
2- Ultraista - You're Out (Prefuse 73 Remix)
3- Miles Davis - In a Silent Way (DJ Cam Remix)
4- Beth Kleist - This Day
5- Move D / Namlook - Wired - Hardwired
6- Alessandro Cortini - Gira
7- Tim Hecker - Borderlands
8- Rauelsson - Parasol
9- Knö - Morgane
10- Kölsch - Goldfisch 
11- Telepathe - Destroyer (Trent Reznor, Atticus Ross, Alessandro Cortini Remix)

Archive.org üzerinden dinlemek için:



Mixcloud üzerinden dinlemek için:



-




6 Ağustos 2013 Salı

VEGAN LOGIC XXXII - 5.8.2013


5 Ağustos 2013 tarihinde Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic'in kaydı. (Programı aşağıdaki bağlantılardan Mixcloud ve Archive.org üzerinden dinleyebilirsiniz.)

1- Thom Yorke - Honey Pot
2- Grimes - Skin (Four Tet re-work)
3- The Legendary Pink Dots - A Stretch in Time
4- Marcus Fjellström - Dance 3
5- Function - Psychic Warfare
6- Chris & Cosey - Coolicon
7- Stara Rzeka - Przeswit
8- Grumbling Fur - Harpies
9- Pinkunoizu - Moped
10- L. Pierre - Harmonic Avenger
11- Harold Budd - Jane 9
12- The Veils - Train with No Name

Archive.org üzerinden dinlemek için:



Mixcloud üzerinden dinlemek için:



_

5 Ağustos 2013 Pazartesi

The Wall İstanbul'da Destan Yazdı


15-20 gün önce İstiklal Caddesi'nde yürürken telefonuma bir mesaj geldi. Telefon şirketleri ile bankaların yarattığı mesaj tacizine The Wall konseri de alet edilmişti. Konserin sponsoru olan Garanti Bankası'na ait bir kartla alındığında biletlerin % 25 indirimli olduğunu bildiriyordu mesaj. Yürürken aklıma takıldı bu konu. Jennifer Lopez konseri olsa ve böyle bir mesaj gelse, üzerinde durmazdım ama söz konusu olan Roger Waters ve The Wall'du.

Dünyadaki gelir dağılımı eşitsizliğini kendine dert edinen müzisyenlerden birisi Roger Waters. O mesajla, hem hiç banka kartı olmayanlar dışlanıyor, hem de tek bir banka kartına ayrıcalık tanınıyordu. Kapitalizme de eleştirileri olan bir müzisyen Waters ama o mesaj da gösteriyordu ki, kendisi de kapitalizmin çarkına dahil olmak zorunda kalıyordu. The Wall gibi dev bir prodüksiyon için çok büyük paralar gerektiğini ve bunun sponsorsuz olanaksız olduğunu biliyorum. Bu durumda önünüzde iki seçenek var: Ya öyle dev bir prodüksiyon yapmayacaksınız ya da toplumsal, politik açıdan sağlayacaklarının daha önemli olduğunu düşünüp, çelişkiye düşmek pahasına şovu gerçekleştireceksiniz. Eğer Waters ile röportaj yapma olanağım olsaydı, müzisyenlerin kapitalizm çarkı içindeki yerine dair bu soruyu sorardım. Yanlış anlaşılmasın, ona herhangi bir ithamda bulunmadan, sadece bakış açısını ortaya koymasını isterdim. Müzik tarihine büyük katkıları olmuş bir sanatçıyla saygı sınırlarını asla aşmadan nasıl konuşacağımı bilirim. Bir fikir alışverişi olarak bunu yapmak gerekirdi. Ayrıca Nick Mason'a sorduğum soruların bazılarını ona da sorup karşılaştırma yapmak isterdim. Mesela sahnedeki görsellik ile müzik arasındaki ilişki ve denge konusundaki görüşlerini biraz daha açmasını isterdim. Bu konunun Pink Floyd içinde de tartışma konusu olduğunu biliyorum çünkü. Fakat Türkiye gibi bir ülkede onunla bir müzik yazarının, hele ana akımda yer almayan birinin buluşması çok zor.

Waters'a Garanti Bankası'nın Doğuş Grubu'na ait olduğu, o grubun sahip olduğu medya grubu aracılığı ile iktidara nasıl biat ettiği ve Gezi olayları sırasında insanlar sokaklarda palalarla dövülerek öldürülürken bu şiddeti görmezden geldiği tam olarak anlatıldı mı bilmiyorum. Çünkü bu da o konsere gidenleri düşündüren bir noktaydı. Ben gazeteciyim, doğruları anlatır yazarım. Dün akşam konsere giden birçok kişi bundan duyduğu rahatsızlığı belirtiyordu. Evet, The Wall'u İstanbul'a getirmek için çok para gerekiyordu ve ne yazık ki o paranın kimlerde olduğu da belli. Kapitalizmin acı gerçekleri bunlar. 

Ama en azından Roger Waters, kapitalizmin kurallarına uymak durumunda kalsa da, yanlışları söylemekten çekinmiyor. Onca yıldır ülke ülke, kent kent turlayıp toplumları bilinçlendirmeye katkıda bulunuyor. The Wall şovunun maliyeti ve sponsorluğu ile ilgili can sıkıcı bu durumun dışında dün gece her şey çok güzeldi. Aynı şovu üç yıl önce New York'ta izleyip yazdığım için ayrıntılı olarak bu yazıda anlatmayacağım. (O yazıyı okumak isteyenler için link: http://zulalmuzik.blogspot.com/2010/10/yikilsin-butun-duvarlar.html) Çünkü sahneleme düzeni ve akış, genel anlamda aynıydı. Benim Amerika'da izlediğim, The Wall'un son üç yıllık macerasının başlangıcıydı ama o zaman da aynı ses kalitesi ve aynı profesyonellik vardı.



Amerika'daki The Wall'da izleyenleri en çok etkileyen bölüm, duvarın üzerinde Irak Savaşı'nda ölen askerlerin fotoğraflarının ve "Bring The Boys Back Home" yazısının belirdiği anlar olmuştu. İstanbul'da ise, Gezi protestolarında ölenlerin anıldığı anlar oldu. Roger Waters, tamamen Türkçe olarak hazırlanmış kısa bir konuşma yapıp, devlet terörüyle öldürülenler için "Mother"ı söyledi. Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük ve Ali İsmail Korkmaz'ın ruhları bizimleydi. Pink Floyd hayranı 19 yaşındaki Ali İsmail'in fotoğrafı, bir Roger Waters konserinde sahneden bize gülümseyerek bakıyordu ama biz ağlıyorduk. "Wish You Were Here!" diye bağırdım içimden. Hayatım boyunca unutamayacağım dakikalardı. "Her Yer Taksim Her Yer Direniş!" diye inliyordu İTÜ Stadyumu. Yanımdaki Tunuslular, sloganda ne dendiğini sorunca anlattım. Dillerinin döndüğü kadar onlar da eşlik etti bize.

Sonra duvarda bütün dünyadan hayatlarını terör ve savaş yüzünden kaybeden insanların fotoğrafları yer aldı. Uğur Mumcu, Hrant Dink ve Adnan Menderes'in fotoğraflarının yer alacağı günler öncesinden biliniyordu. Özellikle Adnan Menderes'in neden seçildiği soruldu, bu konuda bir rahatsızlık vardı. O konuya NTV'de yayınlanan röportajında açıklık getirmiş Waters. "Fotoğrafları ben seçmiyorum. Dünyanın her yerinden insanlar gönderiyor. Birisi bir yakınının haksız yere öldürüldüğünü düşünüyorsa gönderebilir. Ben bunun dışında o fotoğraflar hakkında bir yargıda bulunmuyorum," demiş. Bir de neden bazı kişilerin duvarda fotoğrafının olmadığı da soruldu. Ama düşünsenize, Türkiye'de teröre ve şiddete kurban giden herkese yer vermek istense, duvarlar yetmez... Bu nedenle yapılan eleştirilere gerek olmadığını düşünüyorum.

Waters eleştirilecekse savaşa, haksız yere hayatın yitirilmesine karşı çıkan bir insan olarak neden tilki avını bu kadar sevdiği konusunda eleştirilmeli. İngiltere 2005'te tilki avını yasaklayınca, artık orada yaşayamayacağını, bu yasağın aptalca olduğunu söyleyip ülkeyi terk edecek kadar savunuyor tilki avını... Kendisiyle ilgili benim en büyük hayal kırıklığım budur. İnsan hayatına çok değer veren bir müzisyenin, hayvan hayatının zevk için silahla ve şiddetle sonlandırılmasını savunmasını anlamıyorum.



Buna karşın, bir müzik yazarı olarak, 140 tonluk malzemeyle gerçekleştirilen olağanüstü bir şovun önünde şapkamı çıkarıyorum. Ses kalitesi, sahne düzeni, müziğin güzelliği ve iletilen mesajlarıyla dört dörtlüktü. Bu arada gitarist Dave Kilminster, "Comfortably Numb"da çok iyi bir solo attı. David Gilmour'un yeri elbette ayrı ama Kilminster'ın da hakkını vermek lazım. Bulunduğum sıkışık ortamda solonun ancak bir kısmını çekebildim.

Roger Waters'ın da fark ettiği gibi dinci faşizme direnen Türkiye, onun The Wall'da anlattıklarıyla en yakın bağı kurdu. Tarihi bir şovdu. Birileri "Polis, Taksim'de destan yazdı," diyor ya, asıl destanı halk Gezi'den sonra İTÜ Stadyumu'nda bir kere daha yazdı.

(Fotoğrafları ve gitar solo videosunu ben çektim. Roger Waters'ın konuşmasının olduğu videoyu mixedCH adlı kullanıcı Youtube'a eklemiş, oradan aldım.)

_

3 Ağustos 2013 Cumartesi

STARA RZEKA - CIEŃ CHMURY NAD UKRYTYM POLEM


İyi ki internet var, iyi ki Bandcamp gibi yeni müziğe alternatif kapılar açan plaftormlar var. Bazen bir dalıyorum Bandcamp'e, bir sayfadan diğerine geçerek saatler geçiriyorum. Daha önce hiç duymadığım grupları bu şekilde rastgele keşfetmekten büyük keyif alıyorum. Bana, Eno'yu ve Oblique Strategies mantığını hatırlatıyor bu. O şekilde tesadüfen bir linke tıklamasam belki de hiç duymayacağım müziklerle karşılaşıyorum. Bazısı kayda değer olmuyor, kısa bir süre sonra başka sayfaya atlıyorum ama bazılarında takılıp kalıyorum. Geçenlerde bir tanesine fena takıldım. Baktım öyle internetten dinlemekle olmuyor, verdim parayı aldım albümü. Bir albümü hayatımın her anına sokabilmek için hem müzik setinde dinleyebilmeliyim, hem de mp3 çalar aracılığıyla sokakta...

Bir süredir hayatımın soundtrack müziklerinden birisi haline gelen bu albüm, Polonyalı bir müzisyene ait. Stara Rzeka adını ilk kez duydum. İlk solo albümünü bu isim altında yayınlayan Kuba Ziółek, bugüne kadar drone-ambient üçlüsü Alameda Trio, saykedelik ambient grubu Innercity Ensemble ve noise rock grubu Ed Wood'da çalan bir gitarist, vokalist ve şarkı yazarı.

Yaşadığı Stara Rzeka (Eski Nehir), 1945 öncesinde Almanlara ait olan kuzeybatı Polonya'da bir bölge. Bandcamp üzerinden albümü dinlerken, bir yandan da internetten o bölgenin fotoğraflarına baktım. Sadece ağaçlar arasında tek tük evlerin olduğu boş bir bölgede akıp giden nehir, onun üzerinden geçen gösterişsiz bir köprü ve nehir kenarında çalılıklar görünüyor. Belli ki iş arayan gençlerin umutsuzluk ve sıkıntı içinde terk ettiği yerlerden birisi. Sakinliğin arkasında böyle bir hüzün de var sanki. Bir yandan doğanın yalınlığını ve Doğu Avrupa kırsalının güzelliğini, diğer yandan da insanın yalnızlığını düşündürdü bana.

12 dakika 10 saniyelik açılış şarkısı "Przebudzenie Boga Wschodu", akustik gitarla folk havasında başlıyor ama yarısından sonra işin içine efekt pedalları, synthler girince şarkı kendi içinde evrilerek enstrümantal rock'a dönüşüyor. Ziółek'in bu şarkının, kafası iyi bir haldeyken güneşin doğuşunu izlemekle ilgili olduğunu söylediğini okumuştum. Aslında olağanüstü olan bir olayın nasıl her gün gerçekleştiğinde sıradanmış gibi önemsenmediğinden söz ediyordu. Gerçekten kaç kere özel olarak oturup gündoğumunu izledik? Nasılsa her gün oluyor diye hep kafayı vurup uyumuyor muyuz? Her gün izlemek olanaklı değil elbette ama fazla önem vermediğimiz de bir gerçek.

Albüme böyle müthiş bir giriş yaptıktan sonra nasıl devam edecek diye merakla ikinci şarkıya geçince, şaşkınlığım biraz daha arttı. Bu defa dümen black metal'e kırılmıştı. "Tej Nocy/Bron Nas Od Zlego" adlı yaklaşık 8 dakikalık parça, adından da anlaşılabileceği gibi, iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm "Tej Nocy", insanın soluğunu kesebilecek güçteki 3 dakikalık fırtına, akustik gitar ve sample'lar eşliğinde Ziółek'in vokaliyle "Bron Nas Od Zlego"da duruluyor.

Albüme adını veren şarkı "Cień Chmury Nad Ukrytym Polem", ilk şarkıyla aynı uzunlukta, tam olarak 12 dakika 10 saniye sürüyor. Dark ambient'a Polonya dilinde konuşan bir kadının sesi eşlik ediyor. Ne yazık ki neler anlattığını anlayamadım ama şarkının isminin tam olarak "gizli bir alanın üzerindeki bulutun gölgesi" anlamına geldiğini öğrendim. Kadının konuşması bitince müzik bu kez sarsıcı bir drone'a evriliyor ve son 3 dakikada yine ambient'ın sakinliğinde fırtına diniyor.

Beni albümde en çok etkileyen şarkı "Prześwit" oldu. Ziolek'in ne dediğini bilmesem de gitarın dilinden anlıyorum; müziğin yansıttığı hüzün dokundu bana. 5. şarkı "Nächtlich Spaziergang Durch Klinger"deki elektronik seslerle yaratılan gizemli atmosfer, beni albüme daha çok çekti. Müzik dinlerken sonunda ne çıkacağını bilmediğim yollara girmek gibi bir merakım var. Bu şarkı da beni, akustik-elektronik enstrümantasyonun yaratabileceği en güzel yollardan geçirdi. Hiç bitmesin istedim.

Stara Rzeka "Cień Chmury nad Ukrytym Polem" album teaser from karolina glusiec on Vimeo.

Ancak son şarkıya varmıştım bile. Albümdeki tek İngilizce isimli şarkı "My Only Child"da, Nico'nun ünlü şarkısını yeniden yorumlamış. Terk edilen bir yer ve geride kalan zaman için seçilebilecek en anlamlı şarkılardan birisi bu. İlk başta, orijinalindeki gibi vokali ön planda tutmuş ama yarısından sonra enstrümantal rock'ın gerilimli ruhunu yansıtıp albümü öyle bitirmiş.

Farklı türleri barındıran yapısıyla son derece eklektik bir sound hakim albümde. Bir şarkıdan diğerine geçiş ne kadar yumuşaksa, şarkıların kendi içindeki dönüşümleri de o kadar sert. Albümde Polonya diline ve kültürüne ait çok derin bazı yansımaların olduğu açık ama ne yazık ki onları tam olarak algılayabilmek için o dili bilmek gerek. Yine de şarkıların verdiği duygu çok yoğun; farklı bir dilde söylense de etkileyici bir müziğin dil engelini aşabileceğinin iyi bir örneklerinden birisi bu albüm. Stara Rzeka, kendi içinde hem karanlığı hem de aydınlığı barındıran müziğiyle, yılın en güzel abümlerinden birisini yapmış.

İlgilenenler için ilginç bir bilgi de albümün hem CD hem de kaset olarak yayınlanmış olması. İkisinde yer alan şarkılarda da farklar var. Mesela "Prześwit" kaset versiyonunda yok, "Korona" adlı farklı bir şarkı var... İki versiyonun tümünü aşağıdaki bağlantılardan dinleyebilirsiniz.

CD/dijital versiyonu:



Kaset versiyonu:




Translate