29 Mart 2009 Pazar

Dijital Çağda Müzik


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 28 Mart 2009

Bu hafta New York’tan müzik haberleri vereceğim. Günümüz müziğine yön veren en önemli kentlerden birisi olduğu için, New York'ta olup bitenleri izlemek gerekiyor.

Hip-hop’ın, punk rock’ın doğduğu bu kentte, birbiri ardına sürekli yeni gruplar çıkıyor, eğilimler belirleniyor...

Fakat müzik alanında öncülüğünü sürdürse de, son yıllarda bu sektörde yaşanan bazı gelişmeler, bu kenti de önemli ölçüde etkiledi.

New York'un merkezi Manhattan, özellikle müzik mağazalarıyla ünlüydü. Kimisi içinde ne ararsanız bulabileceğiniz bir süpermarket kadar büyüktü; kimisi belli müzik türlerine odaklanmıştı. Bazılarında bağımsız plak şirketlerinden çıkan, hiç kimsenin adını bile duymadığı albümler satılırdı.

Bu mağazalarda saatlerce zaman geçirirdi müzik tutkunları... Albümlerin satın alınmadan önce dinlenebildiği, yeni sanatçıların ya da grupların keşfedildiği yerlerdi buralar...

Ama, görüldüğü gibi, bu satırları geçmiş zaman kipiyle yazıyorum. Çünkü müzikseverler, son birkaç yıldır müziğin başkentinde bile bu zevkten mahrum kalmaya başladı. Müzik mağazaları birer birer kapanıyor... Önce bağımsız sanatçılara ağırlık verenler zincir vurdu kapıya... Ardından diğerleri geldi...

Times Meydanı’ndaki ünlü Virgin Megastore mağazasının girişinde bugünlerde bir duyuru asılı: “Kapanış Ucuzluğu”... Neredeyse bu meydanla özdeşleşen, gençlerin buluşma yeri olarak kullandığı, kocaman bir müzik market, gelişmelere direnemeyip bu ay elveda diyor.

Aynı zincirin Union Meydanı’ndaki mağazası ise, mayıs ya da haziran ayında kapanacak.

Bazı mağazaların kapısında da, iPod için dijital şarkı yüklendiğini duyuran bir yazı var. Dijital müzik çağında, modern insanın vazgeçilmezlerinden biri olarak günlük yaşama giren MP3 çalar gerçeğinin vardığı son nokta bu.

Artık CD almak yerine, MP3 satın alıyor insanlar. Bu gidişata ayak uydurmak zorunda kalan müzik mağazaları da, MP3 formatında şarkı satıyor...

MÜZİK SEKTÖRÜ VE PİYASA KOŞULLARI

Birkaç yıl önce kapanan New York’un en büyük müzik mağazalarından Tower Records ise, sadece internet sitesi üzerinden satış yapıyor. Tüm bunların nedeni, CD satışlarındaki büyük düşüş...

Bir yandan internete girebilen herkesin müziğe daha hızlı ve daha kolay ulaşabilmesi söz konusu... Çağın baş döndürücü hızına uygun bir gelişme kuşkusuz. Ama bir yandan da, içinde uzun saatler geçirip, dış dünyadan bir süreliğine kaçabildiğimiz, birçok kişi için bir tür sığınak işlevi gören müzik mağazaları yok oluyor...

Onların yerine belki de bundan sonra hamburgerciler açılır... İnsanoğlu yemeye hiç ara vermeyecek nasılsa...

Yine de 2000'li yıllar, yalnızca müzik dünyasında her şeyi alt üst eden bu kasırgalarla anılmayacak. Yaratıcılık, tarihin bu döneminde de sesini duyurmak için yeni yöntemler geliştirip çıkış yolu arıyor...

Larger-than-life rock star” denilen, kitleleri peşinden sürükleyen görkemli rock yıldızları dönemi artık sona erdi. Kimse, yeni bir John Lennon çıkmasını da beklemiyor... Kimse, Madonna gibi hırstan ne yapacağına şaşırıp, 50'sinde bile çıplak pozlar vermeyi sürdüren yeni megastarlar arayışında değil...

Bu gerçekleri göz önünde bulundurursanız, bir sanatçı olarak milyonlarca albüm satmasanız da, stadyum konserleri vermeseniz de, mutlu olabilmeniz olanaklı.

Bunun için de öncelikle, sanat ve piyasa koşulları ilişkisini sorgulamak gerekli. Tüm sanat dallarını ilgilendiren bu değerlendirme, CD satışı kriterinin ortadan kalkmasıyla müzik sektöründe belki de çok daha sağlıklı bir şekilde yapılabilecek...

Daha küçük ama sadık bir izleyici kitlesi” işin temeli. Bu nedenle, yeni sesleri duymak isteyenler blogları takip edecek, pazarlama yöntemlerine değil sanata odaklanılacak ve daha ufak salonlarda daha çok konser verilecek...

Gelecek yazılarda, bu konserlerde gördüğüm ilginç gruplardan söz edeceğim. Onlara ulaşmak bu çağda bir "tık" meselesi!

22 Mart 2009 Pazar

Tarihi Bir Hip-Hop Gecesi


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 21 Mart 2009

Geçen pazar akşamı New York’un Times Meydanı’ndaki B.B. King Blues Club’da müzik tarihi açısından önemli bir olay yaşandı. Salonu tıklım tıklım dolduran kalabalık, hip-hop efsanesi Public Enemy’nin (PE) sevilen rapçisi Flavor Flav’in 50. doğum gününü kutladı.

Hip-hop dinleyicileri, PE konserlerinin nasıl olduğunu iyi bilir. Geçen ay AFM İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde izleme olanağı bulduğumuz “Public Enemy: Welcome to Terrordome” adlı belgeselde de gösterildiği gibi, PE konserleri daha çok bir siyasi parti mitingine benzer.

Şarkı sözlerindeki mesajlarıyla, siyah nüfus arasındaki sosyal ve politik bilinçlenmeye büyük katkılarda bulunan PE, son 25 yılın en etkin gruplarından biri. Yıllar önce New York’ta bir açıkhava festivalindeki performanslarını gördüğüm için, bu konserin de nasıl olabileceğini az çok tahmin ediyordum. Ama doğrusu, beklediğimin ötesinde tarihi bir konser oldu.

Grubun lideri Chuck D’nin ev sahipliğini üstlendiği gecede, hip-hop dünyasının en önemli isimleri sahneye çıktı; en tanınmış hip-hop DJ’leri bütün yeteneklerini sergilerken, her biri ikon statüsüne ulaşmış rapçiler sahnede birlikte performans gösterdi.

Toplam beş saat süren kutlamanın herkese sevinç çığlıkları attıran iki büyük sürprizi vardı: Grup, gelmiş geçmiş en önemli hip-hop albümlerinden “It Takes a Nation of Millions to Hold Us Back”in tümünü çaldı!

1988 tarihli albüm, yayımlandığı dönemde bıraktığı etkiyle müzikte bir devrim yaratmıştı. Reagan Amerikası’nda, kapitalizmin acımasız politikalarının halkı ezdiği, savaş tamtamlarının çaldığı günlerdi... PE’nin böyle bir ortamda, insanları kendi hayatları için inisiyatif almaları yönünde uyaran radikal şarkıları, her şeyden daha güçlüydü...

İşte bu albümdeki şarkıların hepsini o akşam PE’den canlı dinledik! Üstelik sürpriz bununla da bitmedi. Gecenin onur konuklarından Ice T çıktı sahneye! Chuck D, Flavor Flav ve Ice T, birlikte söyleyince tam anlamıyla inledi salon. Sonra eşleri geldi sahneye; gece boyunca sürekli herkese teşekkür eden Flav, eşini dudaklarından öpüp mutluluğunu haykırdı...

Gece yarısına saniyeler kala geriye doğru sayım başladı ve tam 12'de Flavor Flav, 50 yaşına basınca pastalar geldi. Çığlıklar, alkışlar bibirine karışırken, Flav’i izliyordu herkes.

Ufak tefek, cılız bir adam ama cüssesinden beklenmeyecek kadar enerjik. Artık sembolü olan kocaman saati yine boynuna asmış, sahnede dört dönüyor. Meşhur “Yeah” bağrışını yapıyor; seyircilerden de aynısını, aynı uzunlukta yapmalarını istiyor.

Biz Chuck D ile 1982’den bu yana bir aradayız, ama hiçbir zaman dudak oynatıp sizleri kandırmadık, sample kullanmadık,” diyor. Sonra Chuck D, bunu kanıtlamasını isteyince de, başlıyor bütün marifetlerini göstermeye...

CHUCK D’DEN MESAJLAR

Eğlenceli ve bol konuklu gecenin, en dikkat çekici konuşmalarını da, elbette yine Chuck D yapıyor. Flavor Flav, sahnenin bir köşesinde konuşmaya devam ederken, o da aynı anda mesajlarını veriyor. Aralarında garip bir uyum kurulmuş; kimse diğerine dönüp, neden o konuşurken susmadığını sormuyor...

Flav, gruptaki ciddiyeti ve şarkıların yansıttığı öfkeyi dengeleyen, işin içine espri ve gülmeceyi katan bir unsur. Üniversitede sanat eğitimi alan Chuck D ise, hip-hop’ın en saygın, en karakteristik seslerinden birisi... O nedenle, o gece verdiği mesajlardan bazılarını burada aktarmakta yarar var.

Hip-hop’ta özellikle iki şeyi özlediğini söyledi Chuck D. İlki, kadın rapçiler... 80’lerin ikinci yarısında, feminist şarkı sözleriyle seksapeli birleştirerek ünlenen Salt-N-Pepa grubunu da örnek vererek, bir zamanlar kadın rapçilerin daha çok olduğunu, ama son yıllarda bunun değişiğini belirtti.

Sonra da, sahneye dört siyahi kadından oluşan bir hip-hop grubunu çağırdı. Onları sunarken söyledikleri anlamlıydı: “Kadınlardan hep dans etmeleri beklenir, neyi nasıl yapmaları gerektiği önceden belirlenir... Ama şimdi onlar, ne istiyorlarsa onu söyleyecekler. Biz de dinleyeceğiz!

Chuck D’nin özlediği ikinci şey, hip-hop grupları... Bireysel olarak var olma mücadelesi veren rapçilerin yanı sıra, hip-hop gruplarının da daha fazla olması gerektiğini düşünüyor.

Bir dikkat çekici uyarısı da, son yıllarda şampanyalar ve kadın bedeni üzerine odaklanan hip-hop şarkılarıyla ilgiliydi. “Gözlerinizle dinlemeyin,” diyerek PE’nin sosyal içerikli şarkılarının farkına vurgu yaptı.

“It Takes a Nation of Millions to Hold Us Back”in tümü seslendirilip bittiğinde, çoğunluğunu siyahların oluşturduğu dinleyici kitlesi mutluluktan iyice coşmuştu. Ardından “Terrordome”, “Shut ‘Em Down”, “He Got Game”, “911 is a Joke”, “Harder Than You Think”, “Can’t Truss It” gelince salondaki elektrik herkese yayıldı.

Kapanışı “Fight The Power” ile yaptılar; ama ne kapanış! Hafızalardan hiç silinmeyecek bir son oldu. Siyahlar için adeta bir marş haline gelen bu şarkı, Barack Obama ve eşi Michelle’in ilk çıktıkları gün gittikleri “Do the Right Thing” adlı filmin de müziği...

Benim kahramanlarımın hiçbiri pulların üzerinde değil,” diyor parçanın sözleri... Bu şarkının 20. yılında artık Beyaz Saray’ın patronu bir siyah... Chuck D de buna dikkat çekiyor. Ama ilginçtir; dinleyicinin şarkıya verdiği tepki, Reagan dönemindeki patlamayı hatırlatıyor... Public Enemy’nin sırrı işte bu; yıllar geçse de, şarkılarının etkisi hiç azalmıyor...

16 Mart 2009 Pazartesi

Beirut, Bu Defa Meksika'da


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 14 Mart 2009

2006 yazından itibaren müzik dünyasında Beirut adını sık duymaya başladık. Üstelik adını Ortadoğu’nun bu sorunlu bölgesinden alan projenin sahibi Amerikalı bir müzisyendi. New Mexico eyaletinin Santa Fe kentinde doğup büyüyen Zach Condon’ın, Balkan folkunu Batı’nın indie pop sounduyla birleştiren müziği bir anda herkesin ilgisini çekmişti.

23 yaşındaki genç müziyen bu defa, iki CD’lik üçüncü albümü “March of the Zapotec and Realpeople Holland” ile yine kendinden söz ettiriyor.

2007 yılında Radar Live festivalinde İstanbul’da da bir konser vermişti Beirut. O sırada Zach Condon ile yaptığım röportajda, Balkan müziklerine olan ilgisinin nedenini sormuştum. “Duygu yüklü bir müzik olduğu için... Bunu Batı müziğinde bulmak zor. Açıklaması zor, ama içerdiği coşku ve enstrümantasyon çok etkileyici,” diye yanıt vermişti.

Zach’in bu genç yaşına karşın, şimdiden kendisine saygın bir yer edinmesine neden olan en önemli etken, müziğe yaklaşımı. Ticari kaygıları ön plana almadan hareket ediyor ve hissettiklerini içtenlikle aktarıyor.

Müzik çalışmalarını özgürce sürdürebilmesi için bağımsız kalmasının önemini bilen Zach, bu nedenle kısa bir süre önce kendi plak şirketi Pompeii Recordings’i kurdu. Yeni albüm, bu şirketin ilk yayını...

YEREL BİR CENAZE ORKESTRASI İLE KAYIT

Zach Condon, bu yeni albümü için de yine yollara düşmüş ve sonunda Meksika’nın Oaxaca kentinin dışında küçük bir kasabada bulmuş kendisini. Tanıdıkları aracılığıyla 17 kişilik bir cenaze orkestrası ile buluşmuş. Pirinç nefesli çalgılardan oluşan The Jimenez Band’in yaptığı müziğe hayran kalınca da, hemen birlikte kayıtlara başlamışlar.

İngilizce bilmeyen müzisyenlerle anlaşmak için bir tercüman bulunmuş ama kayıtlar sırasında bir başka zorluk daha yaşanmış. Çünkü doğaçlama yöntemine alışkın olmayan orkestranın çalabilmesi için, her şeyin önceden notaya dökülüp grup elemanlarına verilmesi zorunluluğu ortaya çıkmış.

Sonunda zorlukları aşıp kayıtları tamamladıktan sonra, Fas’a gitmiş Zach... (Bu arada, Fas’ın son yıllarda müzisyenler üzerindeki etkisinin artışına dikkat çekmek gerek. U2 da son albümünün bir ölümünü bu ülkede kaydetmeyi tercih etti. Belki de, bir tür Doğu’ya açılım kapısı gibi görülüyor bu kent...) Orada 45’lik plaklar satan bir dükkana rastlamış ve bulduğu plakları alıp New York’a dönmüş. Bütün bu farklı ilhamları bir araya getirdiğinde ise, ortaya “March of the Zapotec” çıkmış.

Zach’in kendine özgü duygusal vokaliyle eşlik ettiği şarkıların en önemli özelliği, eğlence ile dozu iyi ayarlanmış melankoliyi buluşturması. Kanımca, işin püf noktası da burada...


AKUSTİK İLE ELEKTRONİK BİR ARADA

Albümün ikinci CD’si “Holland”da ise, ilk CD’deki akustik parçalardan farklı olarak elektronik çalışmalar toplanmış. Zach Condon, ilk olarak bunları Beirut’tan önceki projesi Realpeople adı altında yayımlamayı düşünmüş. Fakat sonra, aradaki farkın da ilginç olabileceğine karar vermiş.

İyi ki de öyle yapmış. Bir müzisyenin akustikten hoşlanması, neden elektronik müzikle ilgilenmemesini gerektirsin ki? İnsan farklı yöntemlerle elde edilen iki ayrı müzik türünü de sevemez mi?

Zach Condon’ın yaratıcılığının en önemli göstergesi, kendini sınırlamayıp müzikle ilgili gelişmelere karşı heyecan duyması. Değişimlere açık, sınırları olmayan bir müzisyen olduğu için de, farklı sesler elde ediyor. Düşünsenize; kaç müzisyen sürekli kendi sesini duymaktan bıktığını söyleyip, enstrümantal çalışmalara yönelir ve kilometrelerce yol gidip yerel müzisyenlere ulaşmaya çalışır?

“Holland”da yer alan parçalar, özellikle synth pop tarzını sevenler için ilginç olabilir. Önce cenazelerde çalan Meksika orkestrası eşliğinde Zach Condon’ın yumuşak sesinden baladlar dinleyip, sonra synth pop’la dans etmek isterseniz, bu albümü kaçırmayın. Albüm hakkında ön fikir edinmek için, “My Night with the Prostitute From Marseille” ve “The Akara”yı dinlemenizi öneririm.

8 Mart 2009 Pazar

U2, Tam Formunda!


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 7 Mart 2009

Yılın en merakla beklenen albümü bu hafta yayımlandı. İrlandalı rock grubu U2, 5 yıl sonra, “No Line on the Horizon” (Ufukta Çizgi Yok) adlı albümle etkileyici bir dönüş yaptı.

Doğrusu,1991 tarihli “Achtung Baby”den bu yana hiçbir U2 albümünü bu kadar severek dinlememiştim. Özellikle, 2004 albümü “How To Distmantle an Atomic Bomb”u düşünecek olursak, aradaki fark büyük...

Ben, hiçbir zaman U2 hayranı olmadım; ama “One”, “Where the Streets Have No Name”, “With Or Without You”, “Lemon”, “Even Better Than the Real Thing” gibi şarkıları hep severek dinledim. Grubun özellikle alternatif rock ve dance müziği ile flört ettiği 90’lı yıllardaki çalışmaları, heyecan vericiydi.

Bana göre, rock tarihinin en güzel albümlerinden birisi olan “Achtung Baby”nin başarısının ardında, Brian Eno ve Daniel Lanois vardı. U2 daha sonraki albümlerinde de bu iki isimle bazı çalışmalar yaptı, ama esas prodüktör koltuğunda başka isimler de oturdu.

Şimdi bu yeni albümle yine doğru olanı yapmışlar ve prodüktörlüğü tamamen bu iki büyük isme teslim etmişler. Bununla da kalmayıp, her ikisinin de şarkı yazımına doğrudan katkı yapmalarını istemişler. Sonuç gerçekten başarılı. 11 şarkılık albümde 7 şarkı Lanois ve Eno ile ortak yazılmış. İki şarkının sözleri de, yine bu iki müzisyenle Bono’nun ortak eseri.

SINIRLARI ZORLAYAN, YARATICI BİR ALBÜM


“No Line on the Horizon”da, U2’nun çarpıcı ve melodik soundunun yeni katkılarla geliştirildiğine tanık oluyoruz. The Edge gitarıyla bir kez daha parlıyor, ritim düzenlemelerini ve programlamayı yapan Brian Eno’nun ambient katkıları kulağımıza takılıyor. Ve diyoruz ki, U2 bir kez daha sınırları zorlamış.

Bu albümde yaratıcı bir sound yakalanmasının nedenlerinden birisi de, grubun kayıt çalışmalarının bir bölümünü Fas’ın Fez kentinde yapması. Bir otelin avlusunu stüdyoya dönüştürüp çalışmalarını orada sürdürmüşler. Müzisyenlerin, kendi kültürlerinden farklı ortamlarda yaptıkları kayıtlarda değişik sesler yakaladıkları ve ortamdan etkilendikleri bir gerçek.

Bu albümde de, Eno ve Lanois ile birlikte yazılan “Fez- Being Born” adlı şarkı dikkat çekiyor. Dinlerken hissediyorsunuz geri planda Fas’ın olduğunu... Adeta Eno’nun David Byrne ile yaptığı “My Life In the Bush of Ghosts”ı anımsatır şekilde, elektronik tınılar, ambient ve Doğu’ya özgü seslerle buluşturulmuş.

U2, bu albümde de umut, inanç ve aşk gibi sürekli diline doladığı temaları işlerken, yine şarkı sözleri ile dünyaya büyük mesajlar vermeye devam ediyor. Bono, bu defa sözleri yazarken değişik bir yöntem izlemiş.

Kendi dışında farklı karakterler hayal edip, onların ağzından kaleme almış sözleri. Bu, bazen bir trafik polisi, bazen Afganistan’da görev yapan bir asker, bazen de Lübnan’da savaşın ortasında bir gazeteci olmuş.

Böylece, bu karakterlerin gözünden farklı anlatımlar yakalamış. Örneğin, “White As Snow”da, Afganistan’daki durumu kastederek, “Ay altında bir tek haşhaş çiçekleri gülüyor,” diyor. Küreselleşmeye atıf yapan “Breathe” adlı şarkıda ilginç bir söz var: “Haziran’ın 16’sı... Çin hisseleri yükselirken, ben yeni bir Asya virüsü ile yıkılıyorum.

Bono, “I’ll Go Crazy If I Don’t Go Crazy Tonight” adlı şarkıyı, bu albümün “Beautiful Day”i olarak niteliyor. Pop-rock tarzındaki bu parça müzik olarak çok çarpıcı değil, ama sözlerinde önemli bir noktaya dikkat çekiyor: “Her kuşağın dünyayı değiştirme şansı vardır/ Yazık kendi çocuklarını dinlemeyen uluslara..."

Stand Up Comedy” ise, sözleriyle İrlanda’daki Katoliklerin tepkisini çekmeye aday gözüküyor... Aşkın gücünü anlatan şarkıda, Bono şöyle diyor: “Ayağa kalk/ Bu bir komedi/ DNA lotosu belki seni akıllı yaptı/ Ama güzelliğe, kalbin diktasına karşı koyabilir misin?/ Umudu, inancı ve aşkı savunabilirim / Ama ben sonunda gerçekleşecek olanla baş etmeye çalışırken/ yaşlı kadınlar gibi o yolda Tanrı’ya yardım etmeyi bırak."

Bono, geçenlerde “Bu bizim en iyi albümümüz değilse, biz bu işi bilmiyoruz,” anlamında konuştu. En iyisi olup olmadığı konusunda her dinleyicinin yorumu farklı olabilir... Fakat şunu belirtmek gerekir ki, “No Line on the Horizon”, 33 yıldır aynı grupta çalan müzisyenlerin, hâlâ ne kadar yaratıcı olabileceklerini göstermesi bakımından mükemmel bir örnek...

1 Mart 2009 Pazar

Morrissey: Yine Aşksız, Yine Yalnız


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 28 Şubat 2009

Morrissey’i son gördüğümde, 2006'nın haziran ayında İstanbul’da Parkorman sahnesindeydi. Smokini ve papyonuyla, çok şık görünüyordu. Konsere başlarken, “Merhaba, Zeki Müren... Morrissey!” dediğinde, onu yakından tanımayanlar ne demek istediğini anlayamamıştı...

Ünlü İngiliz alternatif rock grubu The Smiths’in eski vokalisti Morrissey (yaygın adıyla Moz), müzik dünyasının en şair ruhlu yeteneklerinden birisidir ve şarkı sözlerinde kullandığı çağrışımlarla ünlüdür. Simgeleri öyle yerinde kullanır ki, bir sözcükle bile çok şey anlatır...

Zeki Müren’i anarak, Türkiye’yi “Sanat Güneşi” ile özdeşleştirmiş ve ona olan hayranlığını anlatmıştı. Ama aynı anda da, müzik basınında sürekli tartışılan kendi cinsel kimliğine vurgu yapmıştı...

Moz’u canlı olmasa da, internet üzerinde gördüm geçenlerde... Yüzünde mağrur bir ifadeyle, başını hafif yukarı kaldırmış, kucağında bir bebek tutuyordu. Yeni yayımlanan albümü “Years of Refusal”ın kapak fotoğrafıydı bu. Bebek mutlu görünüyor; ama Moz’un yüzünde, meydan okuyan bir tavır var...

Bazıları, bu fotoğrafın ne anlama geldiğini de kestiremedi... Bunu anlamak için, albümdeki şarkı sözlerine bakmak gerekiyor. Özellikle son şarkı, “I’m OK by Myself”, bunun işaretlerini veriyor. Kendinden memnun olduğunu ve ayakta kalmak için başkalarının ahlaki değerlerine ihtiyaç duymadığını anlatıyor bu şarkıda...

Moz’un, basın mensuplarına, o fotoğrafta photoshop kullanılmadığını, bebeğin de kendisinin olduğunu söylerken, herkesi nasıl şaşırtıp eğlendiğini tahmin edebiliyorum...

Son günlerde müzik dünyasını karıştıran bir başka fotoğrafı daha var Moz’un... “I’m Throwing My Arms Around Paris” adlı ilk single’ın iç kapağında yer alan fotoğrafta, kendisine eşlik eden grup üyeleriyle birlikte çırılçıplak görüyoruz karizmatik müzisyeni... Beş erkek çırılçıplak, sadece cinsel organlarının üzerine birer 45’lik plak kondurulmuş!

Söz konusu Morrissey olunca, bu tür sansasyonel olaylar şaşırtıcı değil tabii. İroniyi sever, kışkırtmayı iyi bilir o... Neyi merak ettiğinizi biliyorum; acaba 50 yaşındaki Moz çıplak nasıl görünüyor? Sanırım Google, bu konudaki merakları giderecektir...

PARİS’İN DUVARLARINA SARILAN ADAM...

Albümden çıkan ilk single, Morrissey’in hayatı boyunca arayıp bulamadığı aşkı anlatıyor. “Aşkın olmadığında kollarımı Paris’e doluyorum. Çünkü bir tek taş ve çelik kabul ediyor aşkımı,” diyerek umutsuzluğunu dile getiriyor.

Başka bir müzisyen söylese, pek de üst düzey bir yaratıcılık gerektirmeyen bu sözler, sıkıcı bulunabilir. Ama rock dünyasında bunu söyleyip komik olmayacak birisi varsa, o da Morrissey’dir. Sesinin büyüsünden midir, yoksa karizmasından mı bilmem; ama, Moz kendisini o isyankar romantizmiyle benimsettirdi herkese...

The Smiths döneminde toplumsal içerikli şarkılara daha çok yönelirken, solo kariyerinde iyice kendine döndü. Aşkı bulamayan yalnız adamın hüznünü, drama dizisi gibi sürdürdü yıllarca... Bunun kaynağı da, elbette kendi özel hayatıydı...

The Smiths’in dağılma sürecinde yaşanan sancılardan sonra tek başına var olma mücadelesi verdi Morrissey. Seksi tamamen dışladığını söylediği dönemlerde cinsel yaşantısıyla ilgili tartışmalar hiç bitmedi. Alkolü, uyuşturucuyu reddeden yaşam biçimi ve katı vejetaryenliği nedense hep tepki çekti. Son olarak da, İngiltere’deki göçmenlik konusundaki görüşleri nedeniyle, müzik dergisi NME tarafından ırkçılıkla suçlanıp dava açtı.

Kuralları kendisi koyup kendisi bozan, lafını eğip bükmeden konuşan, güçlü bir kişilik Morrrissey. Böyle olunca da, bazı kesimlerden tepki topluyor.

Bana göre, bu yeni albüm, bütün bu eleştirilere ciddi bir yanıt veriyor. Albüme hareketli bir giriş yaptığı ilk şarkı “Something Is Squeezing My Skull”da, hemen herkesin antidepresan ilaç kullandığı bir toplumda, hissettiği yalnızlığı anlatıyor. Modern dünyada aşkın olmadığını söylüyor ve herhangi bir umut da içermiyor...

Aslında sözlere fazla takılmadan müziğe odaklanabilirseniz, hiç de depresif bir havası yok albümün... Aksine, gitar ağırlıklı enerjik bir rock soundu hakim. Bunun önemli bir nedeni de, prodüktörlüğü, daha önce Bad Religion, Green Day ve The Offspring gibi punk rock gruplarla çalışan Jerry Finn’in üstlenmesi.

Morrissey, “Years of Refusal”ı bugüne kadar yaptığı en iyi albüm olarak tanımlıyor. Ben aynı görüşte değilim; ama en önemli çalışmalarından biri olduğunu kabul ediyorum. Umarım bu son albümü olmaz...

Filter dergisine verdiği röportajda, bir noktada müziği bırakacağını; çünkü çok uzun süre bu işi sürdürmenin, olacakları görme yeteneğinden yoksunluk ve haysiyetsizlik olarak değerlendirileceğini söylemiş...

Morrissey bu; eminim, başarısız olup unutulmaktansa, zirvedeyken ayrılmayı tercih eder... “All You Need Is Me” adlı şarkıda, “Gittiğimde beni özleyeceksiniz,” demesi de bu yüzden...

Translate