29 Nisan 2007 Pazar

Coldcut’la Görsel-İşitsel Yolculuk


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 28 Nisan 2007

Bu gece (28 Nisan) saat 11’de rüya aleminde bir yolculuğa çıkmak ister misiniz? Yanıtınız “evet” ise ve İstanbul’daysanız, o zaman buyrun elektronik/dans müziğinin en yaratıcı isimlerinden biri olan Coldcut’ın Babylon’daki “Journeys by VJ” adlı müthiş performansına! Coldcut, aslında bir ikili ama bu defa Matt Black sahnede yalnız olacak ve geleceğin tekniğini günümüze taşıyacak. Bunun ne olduğunu anlatmaya çalışacağım, ama önce konuya yabancı olanlar için biraz Coldcut’tan söz etmek istiyorum.

Neden Coldcut?

Bu soruya yanıt vermem gerekse, yaptıkları her çalışmada üst düzeyde bir yaratıcılık olduğunu; yeni teknolojik gelişmeleri müziklerine yansıtmak konusunda çok başarılı olduklarını; yirmi yılı aşkın bir süredir punk tavırlarından ve çok kültürlülük anlayışlarından ödün vermeden müzik yaptıklarını ve bu nedenle onların projelerine karşı her zaman heyecan duyduğumu söylerim. Peki, kim bu Coldcut?

“Dans pistlerinin büyücüleri” ya da “turntable cambazları” olarak tanınan Coldcut, 80’li yıllarda Londra’da bir plakçı dükkanında tanışan Matt Black ve Jonathan More’dan kurulu. İkili, 20 yıllık kariyerlerinde elektronika’dan hip-hop’a ve caz müziğine kadar uzanan farklı tarzları bir araya getiren çok sayıda çalışmaya imza attılar. “Ahead Of Our Time” adlı ilk plak şirketlerini kurup, çalışmalarında Led Zeppelin ve James Brown gibi birçok grup ve müzisyenden sample’lar kullanarak dikkat çektiler. 1987 yılında yayınlanan “Say Kids, What Time Is It?” adlı şarkı ile dans kültürüne yeni bir kimlik kazandıran ikili, bir yıl sonra vokalde ünlü şarkıcı Yazz'ın yer aldığı “Doctorin' The House” ile ilk büyük çıkışını gerçekleştirdi. Yine vokalde Yazz’ın eşlik ettiği “The Only Way Is Up” adlı şarkıyla İngiltere listelerinde bir numaraya kadar çıktılar. Onlara büyük başarı getiren bir diğer şarkı ise, Lisa Stansfield’in seslendirdiği “People Hold On” oldu.

1991’de “break-beat”, “trip-hop” ve “trip-caz” ezgilerini bir araya getiren ilginç çalışmalarıyla dikkat çeken Ninja Tune adlı ikinci plak şirketlerini kurdular. Böylece büyük plak şirketleri tarafından beğenilmeyi bekleyip yönlendirilmek yerine, istedikleri albümü istedikleri zaman yayımlıyorlar. (Buradaki D.I.Y. yani punk felsefesinin temelini oluşturan ve Türkçe’ye “kendin yap” olarak çevrilen “Do It Yourself” tavrına dikkat çekiyorum.) Bu plak şirketini yönetirken izledikleri sistem de takdiri hak ediyor. Çünkü yayımlanması düşünülen her albüm hakkında şirkette çalışan her kişinin, büro işlerini yapanların bile, söz söyleme hakkı olduğunu kabul edip, onların da fikrini alıyorlar. Bağımsız plak şirketleri arasında saygın yerini koruyan Ninja Tune’un yanı sıra, hip-hop ağırlıklı Big Dada adlı bir plak şirketleri daha var. Keşfedilmeyi bekleyen yetenekli müzisyen arayışları yıllardır aralıksız devam ediyor.

Coldcut’ın gerçekleştirdiği en ilginç yeniliklerden birisi, 1997’de görsel ve işitsel eşgüdümü sağlayan VJamm adlı kendi video yazılım sistemlerini yaratmaları oldu.

Yaklaşık dokuz yıl aradan sonra, geçtiğimiz yıl “Sound Mirrors” adlı yeni bir albüm yayımladılar. Hepsinde farklı vokalistlerin kullanıldığı değişik tarzlarda on iki şarkıdan oluşan albüm, ikilinin ilham verici çalışmalarına devam ettiğinin bir diğer kanıtı.
Bu albümden sonra Coldcut’ın bir sonraki projesi, bu yıl İstanbul Bağımsız Film Festivali kapsamında da gösterilen “Sound Mirrors” adlı filmdi. Bu projede, “görülen aslında duyulandır” anlayışıyla yeni bir boyutun kapılarını açtılar. Proje için çok sayıda yönetmenden, kendi görüntülerini en az düzeyde tutacakları, farklı, baş döndürücü ve biraz da komik videolar yapmalarını istemişlerdi. Sonuçta ortaya çıkan videolar, geleneksel müzik videosu kavramını tamamen değiştirdi.

Babylon’daki “Journeys by VJ” Performansı

Yıl 2007… Coldcut’ın nefes kesen serüveni bugünlerde “Journeys by VJ” projesi ile devam ediyor. Sahnede 4 ayrı deck’i (turntable, mikser, sample düzenleyici, ritim kaydedici) farklı birer enstrüman gibi kullanabilen grup, böylece şarkılarını sınırsız bir düzlemde parçalıyor ve yeniden farklı formatlarda birleştirebiliyor. Bu tekniğin nereden geldiğini sorarsanız, yanıtı gerçekten ilginç: Beat kuşağının en renkli yazarlarından biri olan William S. Burroughs’un kolaj tekniğinden. (Ünlü yazar, kitaplarında güçlü bir karışım yaratabilmek için, karikatürlerden, bilimkurgu yapıtlarından, çeşitli filmlerden düşünceler alarak bunları karışık bir şekilde düzenleme tekniğini kullanmıştır.)

Bu ipuçlarından da anlaşılabileceği gibi, bu gece Babylon’da Ninja Tune ezgileri, parti klasikleri, çizgi film ve kült klasiklerin yer aldığı bir görsel-işitsel yolculuk yapılacak.

22 Nisan 2007 Pazar

3 Kadın 3 Albüm


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/21 Nisan 2007

Bugün üç yeni albümden söz edeceğim. Üçü de muhteşem sesli çok güzel üç kadın sanatçıya ait. Üçü de kansere yakalanıp yaşama veda etti. Ama üçü de hala sesleriyle yaşamaya devam ediyor…

Nina Simone- Remixed & Reimagined

Tam dört yıl önce bugün Nina Simone aramızdan ayrıldı. Bugün onun anısına yayımlanan yeni bir albümü dinliyorum. Nina Simone’u tanıtmaya gerek var mı bilmiyorum. Gelmiş geçmiş en güzel seslerden biri. Besteci, şarkı sözü yazarı, aranjör, piyanist. Irkçılığa karşı verilen insan hakları mücadelesinin en önemli isimlerinden biriydi Nina Simone. Daha 10 yaşındayken verdiği ilk konserinde ırkçılığın ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmişti. Konser salonunda ilk sırada oturan annesiyle babası yerlerini beyaz bir çifte bırakmak zorunda kalmıştı. Daha sonraki yıllarda, resmen açıklanmasa da prestijli müzik okulu Curtis Enstitüsü’ne derisinin rengi nedeniyle kabul edilmedi. Erken yaşta yaşadığı bu olaylar, daha sonraki yıllarda sanatının asıl işlevini, içinde yaşadığı dönemi yansıtmak olarak tanımlamasına ve toplumsal konularda hiç çekinmeden tavır almasına neden oldu.

Nina Simone, 2003’te öldüğünde arkasında bestelediği 500’den fazla şarkı, 60’tan fazla albüm bıraktı. Müziği çoğunlukla caz olarak nitelense de o hiçbir sınıflamayı kabul etmedi; ona göre “jazz” sözcüğü birçok beyaz için siyahlarla ve ucuz, değersiz şeylerle özdeşleştiriliyordu. Bu nedenle “jazz” tanımlamasını reddediyor ve siyahların klasik müziğini yaptığını vurguluyordu. Gerçekten de kariyeri boyunca blues, soul, R& B, gospel, funk, jazz gibi birçok müzik türünden esinlenen şarkılar söyledi. Nina Simone’nin hayatı ve müziği; disko dönemi sonrası 70’lerin sonu ve 80’lerin başında New York ve Chicago’da önem kazanmaya başlayan club underground kültürünün yükselişiyle güçlü bir etki yarattı.

Sony & BMG Music tarafından yayımlanan bu yeni albüm ise, Nina Simone’un olağanüstü sesini ve müziğindeki Afrika ritimlerini elektronik altyapı ile buluşturan yaratıcı bir çalışma. Coldcut, François K., Chris Coco, DJ Logic, Organica gibi günümüz dans ve elektronik müziğinin ünlü DJ/yapımcılarının yeniden hayat verdiği bu şarkılar, efsanevi sanatçının 1967-74 yılları arasındaki en sevilen eserlerini kapsıyor. Öyle görünüyor ki, bu şarkılar önümüzdeki günlerde dans kulüplerinde çok sık duyulacak. Her zaman kendi çağının ötesinde bir müzik anlayışına sahip olan Nina Simone, 20. yüzyılın en önemli sanatçılarındandı. Kendi döneminde yaşayan birçok müzisyeni etkilediği gibi, bugün de hala ilham kaynağı olmaya devam ediyor.

Lorraine Hunt Lieberson Sings Neruda Songs

Geçtiğimiz yaz 52 yaşındayken göğüs kanserinden yaşamını yitiren Amerikalı ünlü mezzo-soprano Lorraine Hunt Lieberson’ın Neruda şarkılarını yorumladığı yeni bir albüm yayımlandı. Lieberson, kariyerine keman çalarak başlamış, olağanüstü güzellikteki sesi ve başarılı performanslarıyla sahnelerin yıldızı olmuştu.

2001’de Musical America tarafından “Yılın Vokalisti Ödülü” ile onurlandırılan sanatçı, 2005 yılında eşi Peter Lieberson’un Şilili şair Pablo Neruda’nın aşk şiirlerine yaptığı besteleri, dünyaca ünlü şef James Levine yönetimindeki Boston Senfoni Orkestrası eşliğinde yorumlayarak büyük beğeni kazandı. Ölümünden sonra, bu eserlerden beş tanesi bir araya getirilerek 32 dakikalık bir albüm olarak yayımlandı. Bir anma albümü niteliğindeki bu çalışma, her biri aşkın farklı bir yönünü yansıtan Neruda şiirlerinin Lieberson’un muhteşem sesiyle buluştuğu eşsiz bir bir klasik müzik ziyafeti sunuyor.

Rosemary Clooney-The Reprise Years

Bu isim ilk anda pek tanıdık gelmeyebilir ama soyadını herhalde duymuşsunuzdur. 1950’lerin ünlü caz şarkıcısı ve oyuncu Rosemary Clooney, aynı zamanda günümüzün yaşayan en seksi erkeği olarak ilan edilen aktör George Clooney’in halası. 1968 yılında yakın arkadaşı Robert F. Kennedy cinayetine tanık olduktan sonra, geçirdiği psikolojik rahatsızlık sonucunda çalışmalarına ara veren Rosemary Clooney, 1976 yılında müziğe geri döndü. 2002’de akciğer kanserinden öldüğü tarihe kadar da her yıl bir albüm yayınlamayı sürdürdü.

ER dizisindeki rolüyle Emmy Ödülü’ne aday gösterilen sanatçı, ölmeden kısa bir süre önce 2002 Grammy Ödüllerinde Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne değer görüldü. Bu yıl yayımlanan “The Reprise Years” adlı albüm, efsanevi ses Frank Sinatra’nın markası Reprise Records için kaydettiği 21 şarkıdan oluşuyor. Caz ve blues sevenlere, özellikle 1950’lerin ve 1960’ların caz müziğine ilgi duyanlara hitap edebilecek sıcacık, romantik bir albüm.

15 Nisan 2007 Pazar

Haftanın Konserleri


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/14 Nisan 2007

Bugün gelecek hafta İstanbul’da konser verecek iki gruptan söz etmek istiyorum. Müzikteki yenilikleri merak edenler için!

New York’tan Heyecan Verici Bir Karışım: Kudu

Caz sevenler, dans müzik dinleyenler, pust-punk’la coşanlar, funk’la coşanlar, goth hayranları, pop hayranları, hip-hop düşkünleri, soul düşkünleri, drum&bass meraklıları, rock meraklıları! Bu duyuru herkese; çünkü 19-20-21 Nisan tarihlerinde İstanbul Ghetto’da Kudu’nun konseri var. Birçok farklı müzik türünün dinleyicisine hitap eden bir müzik yapan bu grup, İlhan Erşahin’in New York’taki kulübü Nublu’nun giderek parlayan yıldızlarından.

Basta ve vokalde etkileyici sesiyle Sylvia Gordon ve davulda Deantoni Parks’dan kurulu Kudu’yu daha önce sahnede izlemiş birisi olarak, Ghetto’daki bu fırsatı kaçırmayın derim. Neden mi? Çünkü Kudu, günümüzde çok büyük ölçüde beyaz müzisyenlerin öne çıktığı indie müzik sahnesine gerçekten farklı bir soluk getiriyor. Onları daha yakından tanıtmak için, grubun kurucularının her ikisinin de başarılarla dolu birer kariyeri olduğunu ve ilk olarak dünyaca ünlü müzik okulu Berkeley’de tanıştıklarını söyleyebilirim. Bas çalmayı okulda öğrenen Sylvia, aynı zamanda şarkı sözlerini de yazıyor. Üç yaşından bu yana davul çalan Deantoni Parks ise çok başarılı bir programcı olarak biliniyor. Bugüne kadar birlikte ya da ayrı olarak, aralarında John Cale, Lauryn Hill, Q-Tip, Vernon Reid gibi müzisyenlerin de bulunduğu çok sayıda isimle çalışmışlar. Müzikleri olabildiğince yaratıcı, dinamik ve elektro-pop ya da nu-pop alanına yenilikler getiren hareketli dans ritimleriyle dolu.

Eğer elektronik keyboard, güçlü davul vuruşları ve kışkırtıcı şarkı sözlerini yorumlayan bir kadın sesinin nasıl özgün bir şekilde bir araya geldiğini ve nasıl hareketli, eğlenceli ve seksi bir sunumla yansıtıldığını görmek istiyorsanız, Kudu’nun konserine gitmeniz gerek. (Biraz uzun bir cümle olduğunun farkındayım ama Kudu’ya uydu bana kalırsa. Onların müziği de ilginç bir karışım sunuyor nasılsa.) Ünlü müzik dergilerinden Mixer, “Kudu’nun konserine gitmek, ilk kez aşık olmak gibidir. Aklınıza takılıp kalan çılgın, yeni ve heyecan verici bir şeye benzer” diyor, benden hatırlatması.

Almanya’dan Elektro-pop: Ms. John Soda

Haftanın ikinci dikkat çekici konseri Almanya’nın Weilheim kentinden. Geçtiğimiz yıl Parkorman’da yapılan Radar Live kapsamında sahne alan Ms. John Soda. Electro-pop’un sevilen grubu, bu kez 22 Nisan Pazar akşamı garajistanbul’da bir konser verecek.

Ülkemizde de çok sayıda hayranı bulunan Ms. John Soda, hem indie rock hem de elektronik müzik dinleyicisine hitap ediyor. Grup esas olarak, deneysel çalışmalarıyla bilinen Couch grubundan tanıdığımız keyboardçu Stefanie Böhm ile The Notwist/Tied&Tickled Trio’daki çalışmaları ile ünlenen basçı Micha Acher tarafından kurulmuş. İkiliye ayrıca yine Couch’dan Thomas Geltinger ve FSK’dan Carl Oesterhelt eşlik ediyor. Stefanie Böhm, Ms. John Soda’nın vokallerinde karşımıza çıkarken, Micha Acher programlamaya imzasını atıyor. İlk olarak 2003 yılında yayımladıkları single No P. Or D. ile indie müzik meraklılarının dikkatini çeken grup, daha sonra çoğunlukla The Postal Service’e benzetilen ve farklı seslerin kullanıldığı elektronik altyapılı müziğiyle adından söz ettirdi. 2006 tarihli Notes and The Like adlı albümleriyse, grubun bütün dünyada elektro-pop kategorisinde yerini sağlamlaştırmasını sağladı.

Ms. John Soda’nın müziği melodik, yumuşak ve basit; altyapı elektronik ama gitar, davul ve kimi zaman da yaylıların kullanımındaki farklılık analog bir özellik de katıyor. Stefanie Böhm’ün olgun bir sesi var ama en önemli özelliği onu nasıl kullanacağını bilmesi. Bazen melankolik bir havada konuşur gibi söylüyor, öyle ki sesini adeta bir enstrüman gibi kullanabiliyor ve bana göre grubun müziğini ilginç kılan en önemli faktörlerden birisi de bu. Ms. John Soda, geçen yıl açık havada oldukça başarılı bir performans sergilemişti. Bakalım bu yıl garajistanbul’daki konser nasıl olacak?

8 Nisan 2007 Pazar

İsveç'in Gizemli Sesi İstanbul'da


© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/7 Nisan 2007



“Melankolik şarkıların İsveçli kırılgan sesi” dersem, kimden söz ettiğimi herhalde pek çok kişi hemen anlar: Elbette Jay-Jay Johanson. 1969 doğumlu müzisyenin, ülkemizde özellikle 30’lu yaşlarında olanlar arasında sadık bir hayran grubu var. Yedinci albümünü yayımlayan Johanson, 14 Nisan’da İstanbul Taksim’deki Balans’ta bir konser verecek. Kendisine konser öncesinde merak ettiklerimi sorma olanağı buldum ve doğrusu albümde en beğendiğim şarkının derin bir hikayesi olmadığını öğrenince de şaşırdım. Ama pek ikna olamadım ya da olmak istemedim. “Kes saçlarını/Değiştir ismini/Her son yeni bir başlangıçtır/Bitti artık/Fakat hiçbir zaman aynı olmayacak” diyen bir şarkının nasıl hikayesi olmaz ki?

“Antenna” adlı albümünüzle belirgin bir şekilde electroclash tarzına yönelmiştiniz. Oysa yeni albümünüzde caza özgü unsurlar daha öne çıkıyor. Siz bu son çalışmanızı daha öncekilere göre müzikal açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?

“The Long Term Physical Effects Are Not Yet Known”, benim için ilk üç albümüm, Whiskey, Tattoo ve Poison’ın devamı niteliğinde. Bu ilk üç albüm dışındakiler, Antenna ve Rush, deneysel çalışmalardı, aslında bir takma isim altında da yayımlanabilirlerdi. Antenna’da daha çok elektronik sound’u denemek istedim. Rush’da ise dans müziği yapabilir miyim diye bakmak istedim. Fakat şimdi bu yeni albümle, dördüncü defa, kendi tarzım olduğunu hissettiğim müziği yaptım. Soundtrack’lerden etkilenen, daha çok gizemli ve karanlık unsurlar var içinde. Bunun benim şarkı yazma tarzıma ve sesime en çok uyan tür olduğunu düşünüyorum.

Müziğinizin eklektik bir paleti var; caz, pop, elektronika ve trip-hop bir arada. Müziğin mutlaka tanımlanması gerekmiyor elbette ama merak ettiğim siz bu çeşitliliği nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sizin bütün bu saydıklarınızla birlikte, insanların folk şarkıcısı/bestecisi olarak tanımladıkları grubun bir parçası olmak isterim. Giderek minimalist ve akustik bir tarza yöneliyorum.

Yeni albümünüzün de dramatik bir havası var ve yine o eski yalnızlık duygusunu barındırıyor. Bu duyguların kaynağı ne? Üzgün şarkıları sevmeniz mi?

Ben buyum ve o duyguları sürekli içimde taşıyorum. Olduğu gibi görünmek ve kırılganlık benim özelliklerim arasında. Fakat evet, üzgün şarkıları sevdiğimi de kabul etmem gerek.

Müziğinizin “yağmur müziği” olarak tanımlanmasına ne diyorsunuz?

Ya da gece yarısı müziği, alacakaranlık şarkıları, karanlık orman melodileri… Bilmiyorum.

Albümdeki en dikkat çekici şarkılardan birisi, “Tell Me When The Party’s Over/Prequiem”. Bu şarkının özel bir hikayesi var mı?


Albümde benim açımdan en önemli şarkılar, Only For You, She Doesn’t Live Here Anymore, Rocks In Pockets, Coffin ve As Good As It Gets. Bunlar hakkında saatlerce konuşabilirim, ama o şarkı sadece bir fikirle ilgiliydi. Orkestra elemanları tam enstrümanlarını akord etmeye başladıkları anda polis helikopterleri de yaklaşıyordu. Ve bunun farkına varmak gerçekten ilginçti.

Albüme “The Long Term Physical Effects Are Not Yet Known” (Uzun Dönemli Fiziksel Etkiler Henüz Bilinmiyor) adını vermenizin nedeni neydi?

Bir süredir içimde taşıdığım bir hissi anlatıyor. Uzun zaman önce keşfettiğim ve benim için çok önemi olan albümler var ve onları hala neredeyse her gün dinliyorum. Nasıldır bilirsiniz, örneğin ilk Chet Baker albümüm, ilk David Sylvian, ilk Portishead unutulmaz… Ben de kendi şarkılarımın, albümlerimin bazı insanlar üzerinde böyle uzun dönemli etkilerinin olmasını ve yirmi yıl boyunca ya da daha uzun bir süre dinlenmesini umuyorum sadece. Fakat bu etkinin olup olmayacağı ya da nasıl olacağı henüz bilinmiyor.

Müzik yaparken nelerden etkileniyorsunuz? Belli bir şeyden söz edilebilir mi yoksa birçok farklı unsur mu bir araya geliyor?

Şarkı yazma/besteleme söz konusu olduğunda etkilendiğim belli bir şey yok, sadece sözcükler ve melodiler var. Fakat düzenleme ve prodüksiyondan söz ediyorsak, o zaman bazı soundtrack çalışmalarının ve düşük tempolu deneysel alternatif müziklerin etkisiyle değişik fikirler edindiğimi söyleyebilirim.

Translate